Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

GAZETE DEMOKRAT / İKTİDAR DOSYASI

HIDE_BLOG

EMEK/SINIF/HALK

Bir ‘milli değer’ olarak Zeki Müren…

Son yazıda iktidarın, bir siyaset yapma biçimi olarak ‘muhalifi değersizleştirme’ çabasından söz etmiştim. Muhalefetin bir kesimini de bi...

Son yazıda iktidarın, bir siyaset yapma biçimi olarak ‘muhalifi değersizleştirme’ çabasından söz etmiştim. Muhalefetin bir kesimini de bir çırpıda iktidarın kenarına teyelleyen ‘milli ve manevi değerler’ meselesiyle devam…

İktidar ve ‘trol’ sürüsü, ‘değersizleştirme’ işini, bıkkınlık veren ve az sayıda sözcükten ibaret klişelere başvurarak yapıyor. O klişelerin sırtını yasladığı bir ‘değerlerimiz’ propagandasından beslenerek. Mütemadiyen milli ve manevi değerlere vurgu yapılıp o değerlere zarar verdiği iddia edilenlerle mücadeleye davet ediliyor ahali.

Nedir milli ve manevi değerlerimiz ve kimdir o değerleri temsil ettiğini iddia edenler? Nasıl olur da bir kesim yurttaş, herkesi hizaya sokma hakkını kendinde görür? Ayrıca, bugüne dek böyle mutlak bir ‘hiza’ mümkün olmuş mudur?

Bir dindarın, kendi inancını ‘en iyi ve yüce’ kabul etmesi kuşkusuz anlaşılabilir, aksi halde inanmazdı. Buna mukabil, dindar (ya da olmayan) bir insanın yaşamı kendisinden ibaret sayması ve örneğin, hâlihazırdaki dünya nüfusunun neredeyse yarısının çok tanrılı dinlere inandığını hiç hesaba katmamasına ne ad vermeli? Eğer Türkiye’de hâkim inanç olan İslam’dan söz ediyorsak, dünyanın ne kadarının Müslüman, ne kadarının Sünni, ne kadarının Hanefi olduğunu ve o Hanefilerin de ne kadarının birbirine benzediğini düşünmez mi insan?

Kuşkusuz biri, kendi dinine inanmayan milyarlarca insanın büyük gaflet içinde olduğunu iddia edebilir. Yine örneğin, Rahibe Teresa’nın Katolik olduğu için cehenneme, inşaatçı olup adı bir ilahiyat fakültesine verilen Mehmet Cengiz’in ise dini nedeniyle cennete gideceğini de savunabilir. Kendi bilir. Kendisine benzemeyenlere soğukluk duyması, farklı olanla iletişim kurmak istememesi, onlardan hiç hazzetmemesi vs. haktır.

Sorun, o ‘biri’nin diğerleriyle birlikte boğazlaşmadan ortak yaşamı kabullenip kabullenmediğinde. ‘Değer’ sözcüğüyle tanımladığı her neyse, onu diğerlerine zorla kabul ettirip ettirmeme niyetinde. Kendi değerinin herkesin değeri olmadığını, olmayabileceğini idrak edip etmemesinde.

Hâlihazırdaki iktidar temsilcileri ve muhalefette olmakla birlikte çoğu durumda iktidar değirmenine su taşıyanlar, toplumsal-siyasal baskıyı içi büyük ölçüde boş bir ‘değerler’ söylemi üzerinden kuruyor. İçi boş, çünkü ne milyonlarca birörnek insandan oluşan bir ‘millet’, ne de o milyonlarda hâkim olan tek bir dünya görüşü var.

Kuşkusuz bu toprakta, büyük ölçüde kabul görmüş, inanmayan ya da ‘aynı biçimde’ inanmayanların da bir ‘değer’ olarak benimsediği, saygıda kusur edilmeyen dini ilke ve uygulamalar var. Örneğin günde beş vakit hoparlörlerden ‘namaza davet’ edilen bir toplumun herhangi bir ferdinin, penceresini açıp da “Gitmeyin, gitmeyin” dediğine tanık olunmadı bugüne dek. Cenaze törenleri, dini bayramlar, oruç tutanlara gösterilen asgari özen, vesaire… Çok şey saymak mümkün.

Buna mukabil bugün karşı karşıya olduğumuz sorun, yaygın ve geleneksel dinsel-kültürel kodların genel anlamda kabul görüp görmemesi değil. Bir siyasi gücün, ‘milli manevi değer’ adını verdiği her ne varsa muhalife ‘dayatıp’ kendi dünyasının doğrularını ‘temel norm’ haline getirmeye çalışması.

İktidar mensuplarının tanımladığı ‘millet’in, içi yine iktidarca doldurulan ‘değerleri.’

‘Millet’ kavramı, Fransız devrimcilerinin icadı ve 1920’lerde Türk devrimciler tarafından da benimsendi. Türk devrimciler diyorum ama malumunuz ‘Türk’ sıfatı Balkan Savaşları’na dek hiç de muteber değildi, 1910’larla birlikte biraz da mecburiyetten başvuruldu.

Nitekim kendi ‘tarihimiz’le asgari düzeyde ve hamasete meyletmeden ilgilenme ihtiyacı hisseden herkes, on yıllardır cümlemize zerk edilmeye çalışılan ‘milli değerler’in önemlice bir kısmının 1920’lerle birlikte tercih edilen ‘siyaset, toplum ve devlet’ modelinin bir sonucu olduğunu bilir.

Tabii her zaman olduğu gibi görkemli ‘milli eğitim tornası’nı ihmal etmeyelim. Hani şu Osmanlı’dan kalan ve günümüz İstanbul’unu süsleyen güzelim yapılar, saraylar ve pek çok camiyle övünmemizi sağlayıp onların mimarlarının önemlice bir kısmının Ermeni, Levanten vb. olduğunu söyleme gereği duymayan şanlı milli eğitim! Bir gün, aracının arka camına Mustafa Kemal imzası yapıştırmış bir yurttaşa, o imzayı bir Ermeni kaligrafın çizdiğini söylemeyi denemek ister misiniz?

Cumhuriyetle birlikte, imparatorluk bakiyesi bir ‘ulus devlet’ yaratmaya çabalarken bazı ‘değerlerin’ zorla da olsa belletilmeye çalışıldığı ve zaman içinde ‘hep varmış gibi’ kabullenildiği doğru. Fakat Sünni Türk kimliği üzerine inşa edilmeye çalışılan Türkiye Cumhuriyeti hâlâ, doğal olarak ve neyse ki ‘homojen/birörnek’ değil. Son derece karmaşık bir yer burası ve değeri, o karmaşıklığında.

Hal böyleyken Cumhuriyet, bir yandan keskin sınıf mücadelesi, diğer yandan o sınıfları kendi içinde bölen çeşitli kimliklerin kavgasına sahne olmuş bir tarihe sahip. Bastırılmaya çalışılan her ne varsa aslında tümüyle ‘yok edilemediği’ ise son çeyrek yüzyılda daha açık görülmüş olmalı.

Söz konusu tarihi ve o tarihin farz edilen sonuçlarını, ‘tek ve gerçek tarih’ olarak ezber ettirmeye çalışanların beklentilerinden ve başvurmak zorunda olduğu araçlardan biri, kaçınılmaz biçimde ‘riya’dır.

Görmemek, duymamak, anlamazdan ve bilmezden gelmek, üstünü örtmek, hiçbir günahla hesaplaşmamak, inkârcılık… Ortalama yurttaşın yaşam pratiğinin ve o pratik üzerine inşa edilen sistemin yapı taşları bunlar. Türlü yalanlarla yaşamak ve bunu hiç dert etmemek. Dert edilmediği ölçüde hırçınlaşıp kötücülleşmek. Nüfus ve ideoloji bakımından üstün konumda olanların diğerlerini ezip yok etme arzusu. İnkâr zorunluluğundan kaynaklanan, bir tür ‘tarihsel şirretlik’ durumu bu.

Yalanlarla yaşamak ve yalanı sıradanlaştırmak, yaşamın her alanına nüfuz etmiş halde. Etmek zorunda. Hâlihazırdaki yapı başka türlü ayakta kalamaz. Çoğu insan için gerçeğin, olup bitenin ne olduğunun önemi yok, o esnada görmek istediğini gördüğü sürece mutlu mesut.

Haliyle, Diyanet’in başındaki devlet memuru, bir cuma hutbesinde, salgın hastalıklarla eşcinsellik ve evlilik dışı ilişki arasında bağ kurduğunda, çoğu insanın sorun etmeyeceğini, takdir edileceğini, sözlerinin bir mantığı olup olmamasının sorgulanmayacağını biliyor.

Aynı başkan, yarın bir gün Erdoğan’ın bir davetine gidecek cüppesiyle. Orada, memleketin en meşhur trans bireyi olan şarkıcı ile yıllardır ‘hayat arkadaşı’yla evlilik dışı yaşam süren şöhretli arabeskçi de olacak. Muhtemelen benzer niteliklere sahip başkalarıyla birlikte. Geçen cuma o konuşmayı yapan Diyanet başkanı devlet memuru, tahmin edersiniz ki, söz konusu şöhretlerin masasına gidip “Salgını sizin gibiler bulaştırıyor” demeyecek.

Mesele, yalanla yaşamayı dert etmemekte. Hatta dert etmek bir yana; insanların yalana, gizliliğe, karnından konuşmaya, ‘miş’ gibi davranmaya teşvik edilmesinde. Haliyle, sorun eşcinsel birey olmak değil, eşcinsel kimliğiyle yaşamayı istemek ve bunu cesaretle dile getirmekte. Şu, fotoğrafları çekilirken ellerindeki rakı bardaklarını masanın altına saklayan zavallı dizi oyuncularını düşünün. Ya da Saray’a ziyarete giderken rahibe gibi giyinmeyi tercih eden tanınmış medyatik kadınları.

Kendi yaşamını, yaşam biçimini, düşüncelerini sahiplenemeyenler. Hakikaten ne feci bir durum ve ne yazık ki muteber olan bu. Elinde siyasal güç olan ve hâkim ortalamayı temsil edenlerin belirlediği ‘değerler’ her neyse, uymak zorunda hissetmek. En konforlu olanı seçmek. Aynı yaşamın ‘burnunun dikine giden’ ya da ‘açık konuşanlar’ için tahammül edilmez hale gelmesi.

Zeki Müren, bu nedenle başlıkta yer aldı. Benim de çok sevdiğim, dinlediğim, ne olursa olsun cesur bulduğum bir ses sanatçısı. Türkiye ahalisi birkaç isim üzerinde uzlaşacak olsa muhtemelen biri Zeki Müren olurdu. Yaşamı boyunca ‘bir konuda’ hiç açık olmayan, içten davranmayan Zeki Müren! Davransaydı? Aynı saygı ve sevgiyle karşılanır mıydı? Herkes hep bildi, ama hiç kimse biliyormuş gibi davranmadı. Diğer pek çok konuda, toplumsal, siyasal, tarihsel sorunumuzda olduğu gibi.

Yıllar önce Yıldırım Türker, Radikal’de hayli açık sözlü bir yazı kaleme almıştı Zeki Müren hakkında. Yazının başlığı, ‘Öpsün seni Zeki Müren’di. Bir yerde şöyle diyordu Türker: “Zeki Müren büyük bir sanatçı mıydı? Bilemem. Bildiğim tek şey, Zeki Müren’i büyük kılan şeylerin başında, içinde yaşadığı toplumun ikiyüzlülüğünü bilmesi, oyunu kuralına göre oynamasının geldiği. Zeki Müren, serüveninin başından itibaren toplumumuzun riya aynası oldu. O aynayı sırlayarak büyüdü, şimdiye dek kimsenin, hele hele şarkı söyleyerek kazanamadığı bir dokunulmazlık halesi edindi. O aynayı sırlamak bence Zeki Müren’in en büyük başarısıydı. Besbelli Neyzen Tevfik okumuştu. İnsanoğlunun tuhaf olduğunu, her bir sözü kaldıramayacağını biliyordu. Dolayısıyla sözlerine dikkat etti. Her tarihte, her toplumda, ışıyan yıldızlar gibi, çevresinde oluşturulan mitosların harcını kendi elleriyle attı.”       

Bence büyük sanatçıydı Müren. Toplumun ‘riya aynası’ da olan büyük bir sanatçı. Türkiye’nin en önemli ‘milli’ değerlerinden biri.

Bana kalırsa Diyanet’teki devlet memurunun, Ramazan’ın ilk cuma hutbesinde, şu vahim günlerde söyleyecek başka bir şey kalmamış gibi akıl almaz bağlantılarla eşcinsel yurttaşı hedef haline getirmesi, aşikâr siyasi niyetten öte, toplum ortalamasına bir ‘kerteriz’ gösteriyor. Neyin doğru ve ideal ‘kabul edildiğine’ dair. Hizaya çekmek istiyorlar, zaten büyük ölçüde hizada olan herkesi! Onların değerlerini ‘tümüyle’ benimsemeyenler ‘millet’ tanımından çıkarılalı hayli zaman oldu.

Diyanet’teki kamu görevlisinin Anayasa’ya, hukuka, AİHM kararlarına aykırı söylemine ‘tek söz’ etmeyip ezcümle hukuku ve Anayasa’yı bir cümleyle olsun sahiplenmeyip yalnızca Ankara Barosu’nu eleştiren muhalefet partilerine gelince…

Davranışları ve şiddet eğilimiyle eşine ve çocuklarına illallah dedirten erkek türünün, sülalede mutlaka müttefikleri olur. Şu ya da bu biçimde iyi ilişkiler kurduğu birkaç kişi. Bir ara enişteyle maça gidip arayı düzeltmiştir. Büyük halaya doğum gününde güzel bir hediye almıştır. Amcayı yazlığa davet edip ağırlamıştır. Dayı, hiddetinden çekinir, vs.

Bıkkın kadın ne zaman çığlık çığlığa evden kaçmaya çalışsa, ‘iyi geçinilmiş’ hısım akraba araya girer; “Yahu biraz sinirlenmiştir, idare et… Canım sen de bir düşün, belki senin hatan vardır… Allah bilir ne dedin de adamın damarına bastın… Öyle deme iyi insan aslında… Onu da anlamak lazım, işleri kötüdür belki… Kızım, kocanın hiç mi haklı olduğu bir nokta yok…” Erkek, duygusal ve fiziksel şiddete devam eder... (MURAT SEVİNÇ - DİKEN.COM)

SON YAZIDAN