Osmanlı’yı diriltme olanağı tarihen ve dünya gerçekliği kapsamında ortadan kalkmış olmasına rağmen, o rüyalarla “yeni hikayeler yazma”ya soyunan bir burjuva fraksiyonun devlet yönetimini ele geçirerek sürdürdüğü operasyonel politika çerçevesinde şekli ya da fiili girişimler devam ediyor. Erdoğan-Bahçeli yönetiminin Ayasofya’yı araçsallaştırarak gösterişli bir biçimde -ve aralar bozulmasaydı El Kaide’den türeme “rahatsız İslamcı çocuklar”ın belki de kara bayraklar dalgalandırarak daha renkli kılacakları- hikayeyi yeniden yazmayı kılıç çekerek denemeleri, “yeni bir tarihi sayfa açma” değil, kararmaya yüz tutmuş sayfalarda boşluk bırakmama göstergesi olarak alınabilir.
Kılıç çekilmişse, salt simgesele yorumlamak, hafifsemek, özellikle içeriye yönelik hamlelerin karakteri açısından denebilir ki tarihe aykırı düşer. Bir taraftan saray havuzu musluklarından içerek servet edinenler, “ya Ey yeni Halife nerdesin?!” manasına; “Şimdi değilse ne zaman, sen değilsen kim?” diye paralanarak halifelik ilan edilsin diye inliyor, diğer taraftan Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü gibi üst bir devlet makamından İbrahim Kalın, ‘sosyal medya’ aracılığıyla “Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı” paylaşımında bulunarak artık “kendi hikayelerini yazma”nın zamanının geldiğini söylüyorsa, bu hikaye işine biraz geriye doğru çekilerek bakmakta yarar vardır.
AKP’nin 2002 genel seçimlerini kazanması üzerine, ‘Operasyonel Kodlarda Süreklilik, Kırılma ve Yeniden İnşa: Dün ve Bugün Türk İslami İstisnacılığı’ başlığıyla bir makale kaleme alan Şerif Mardin, “dramatik” olarak nitelediği bu seçim zaferinin “seküler/laik Türk kuruluşlarında belirgin bir şaşkınlığa neden oldu”ğunu belirtiyor, seçim öncesi anketlerin bu sonuca işaret etmesinin “gerçek şoku daha da belirginleştir”diğini söylüyordu.[1]
Sosyolojik araştırmalarıyla tanınan Mardin, “Türk İslamlaşması”nın öncülerinin 1970’lerden itibaren Türk siyasi hayatında görüldüğünü, ancak AKP’nin parlamentodaki “ezici çoğunluğu”nun yeni bir durum yarattığını belirtiyordu.
Ortaya çıkan bu yeni durumu Osmanlı İmparatorluğu’na doğru ‘geriye giderek’ anlamlandırmaya çalışan Mardin, Osmanlı’da “seküler” ve “dindar” seçkinlerin “devletin sağladığı bir alanı paylaştıkları”ndan söz ediyor, bu paylaşımın “ifade edilmeyenleri”nin daha anlamlı olduğunu belirtiyordu. Bu kapsamda olmak üzere yazar, konu üzerine yapılmış irdelemelere de işaretle İslam’ın siyasi ve sosyal yapılanmalar arasında kurduğu bağdan ve kolektif teşkilatlanmaya yaptığı dolaysız vurgudan bahisle, Osmanlı öncesi Orta Asya kökenli halkta bu “sofistike siyasi kültür”ün mevcut olduğunu, Osmanlıların da “bu İslami ögenin temin ettiği açık pencere”den faydalandıklarını; böylece bu iki ögenin -kolektif teşkilatlanma esnekliğiyle Orta Asya siyasi kültürü- Osmanlı’da “paylaşılan zımni arka plan”ın başlıca kavramları olduğunu ileri sürüyordu.[2]
Makalesinin devamında, Türk tarihinin ayrıntılarının “Osmanlılar’a ve Türkiye Cumhuriyeti’ne bazı özellikler bağışladığı”nı belirten Mardin, sekülarizm ve İslam’ın Osmanlı-Türk alanında “devamlı olarak iç içe olduğunu”; eriyerek birleşmeyip “birbiriyle etkileşim halinde olduğu”nu söyleyerek bir “yeniden doğuşçu” hareket olarak nitelediği Nakşibendiliğin gelişme süreci üzerinde duruyor ve Türk İslam siyasetinin tüm “başarılı ögeleri”nin ondan oluşan kollardan kaynaklanmasına dikkat çekiyordu. Nakşibendiler’in dini ve siyasi örgütlenmesinde, pazar ilişkileriyle “tanışmış” olmalarının yeni bir durum yarattığını; 1970’lerde “Anadolu işadamı sınıfının ortaya çıkması”yla ilk başarılı İslamcı partinin ortaya çıkması arasındaki ilişkiye işaretle Mardin, Nakşibendi söyleminin “dönüşümü” ve liderlerinin siyasetle ilişkisindeki evrilmeyi; medyayı kullanmayı ve siyasete atılmayı irdeledikten sonra, Nakşibendilerin 1910 ila 2000 yılları arasında yeni operasyonel kodları öğrendiklerini ve kendilerini değiştirdiklerini; ağ oluşturma ve kurum inşa etme pratiğini birleştirdiklerini söylemekteydi.
Mardin’e göre, İslamcı siyasi partilerin 1970’lerden sonra yükselişe geçmelerinde bu “iletişim iklimi” büyük rol oynamıştır. Mevlana Halid’den Said Nursi’ye Nakşibendi geleneğinin Mehmet Zahid Kotku ve Seyid Kutub-Esat Çoşan gibi sürdürücüleri, 1960-70’lerin Türkiyesi’ndeki İslamcı siyaset üzerinde etkili olmuşlar, Nakşibendiliğin “sivil” alanda etkili olmasıyla Turgut Özal, Necmeddin Erbakan-Tayyip Erdoğan gibi İslamcı siyasi parti liderlerinin izledikleri politika ile geleneğin “ağ kurma”, “kurum oluşturma” ve “işadamı sınıfı”yla iç içe geçme pratiği giderek belirginleşmiştir.
Şerif Mardin, ANAP tarafından kurulan Birlik Vakfı’nın R. T. Erdoğan’ın kariyeri boyunca “sahnenin arkasında” olduğunu, İslami söylemin bu yeniden siyasileşmesinin siyasal iktidar stratejileri kapsamında biçimlendirici öğeler oluşturduğunu; Nakşibendiliğin “iki yüz yıl boyunca değişen praxis’inin en yeni görünümü”yle ortaya çıktığını belirtiyor ve makalesinin sonuç bölümünde, şunları vurguluyordu: “Modern Türkiye’nin tarihi, ne Cumhuriyetçilik ve Saltanat arasında bir çatışmanın, ne de İslam ve sekülarizmle çerçevelenen bir kavganın tarihidir. Modern Türkiye’nin tarihi, birbiri içine nüfus eden ve yakınlıkları içinde dönüştürülen ‘geleneksel’ güçler ve modernlik arasında, karmaşık çok katmanlı bir karşılaşmadır. Modern Türkiye’nin tarihi aynı zamanda bu güçlerin buluştuğu ve değiştiği yeni alanların yaratılışının öyküsüdür.”[3]
Burada, akla halifeliğin kaldırılması ve saltanatın (padişahlık yönetimi) son bulması gelecektir. Cumhuriyet ilan edilmiş, halifelik kaldırılmış, tarikat ve zaviyeler kapatılmış, ve bir süre sonra devletin “laik, sosyal hukuk devleti” olduğu da yasalarda yer alacak şekilde açıklanmıştır. Mardin’in deyişiyle sonrası dönemde olanları, kabaca feodalizm ve kapitalizmin; sekülarizm ve İslamcılığın “karmaşık çok katmanlı” karşılaşması, karışması, “birbiri içine nüfus” etmesi ve bu karışım ve “yakınlıkları içinde” dönüşmesinin tarihi olarak almak mümkün müdür?
Bu pek yabana atılır bir tespit değildir: 1920’ler Türkiyesi’nde işler hayli karışıktı: Örneğin Cumhuriyetin ilk dönem “Türkçülük ideologları”ndan biri olan Ziya Gökalp, “Türkleşme-İslamlaşma ve Çağdaşlaşma”dan söz ediyor; “Hars” (Kültür) milliyetçiliğinin birleştiriciliğinin ve Batı uygarlığının ilerleticiliğinin altını çiziyor[4]; tüm Türklerin birleştirilmesini savunan ve büyük ölçüde Rusya’dan Türkiye’ye gelen ve temsilciliğini Adsız ile Akçora’nın (Akçura) yaptığı Türkçülerin körüklediği Turancılar, imparatorluğun Türklerin ulusal özelliklerine göre yeniden düzenlenmesini istiyor; İslamcılar ise, Batılı düşüncelerin reddini, ülkenin Kur’an hükümlerine göre yönetilmesini, İslami kurallara katı bağlılığı, açılmış olan “modern okullar”ın kapatılmasını ve mutlak şeriatçılığı savunuyorlardı.[5]
Cumhuriyet tarihine bakıldığında yürürlükte olanın bütün bunların bir karmaşası olduğu söylenebilir. Dini ideoloji ve İslamcılık Türk tarihinin ayrılmaz,hatta daimi bir unsuru olmuştur. Cumhuriyetin kuruluşuyla belirli şekilde farklılıklar olmasına, halifelik kaldırılıp tekke ve zaviyelerin kapatılması ve sonraki yıllarda laiklik “ilkesi” ilan edilmesine rağmen sadece “müslüman millet” anlayışı değil bu anlayışı besleyen dini kurumlaşma da devam etmiştir. M. Kemal’in ve tek parti dönemi CHP’sinin “yarım laisizmi” bir farklılık yaratmış, ancak bu dönem kısa sürmüş, DP’nin din istismarı üzerinden kitle desteği görmesi CHP yöneticilerini de İmam Hatip okulları açmaya, dini ideolojik etkiden yararlanmaya yöneltmiştir.
Burada ayrıntıya girmeden belirtirsek, feodalizmin çözülmesi ve kapitalizmin gelişmesinin “Prusya usulü” evrimsel bir seyir izlediği Türkiye’de, biçimsel bir siyasal bağımsızlık elde edilmiş, ancak bu “yarım, topal” burjuva devriminin halkın demokratik haklarını karşıya alan içeriği, laisizmin de biçimsel oluşunda rol oynamış; Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak bir tür devlet dini tesisiyle İslam’ın toplum yaşamındaki etkisi, halifesiz, ancak tarikatlar, zaviyeler, maskeli vakıflar ve sonraki süreçte yaygın kuran kursları ve İmam Hatip okulları üzerinden yaygınlaştırılarak sürdürülegelmiştir.
Cumhuriyet kurucularının izledikleri politika genel özellikleriyle modernist-pozitivist ve üsttenci karakterdeydi. Halifeliğin kaldırılması, şeriat mahkemelerinin lağvedilmesi, tekke ve zaviyelerin yasaklanması ve laik eğitim sisteminin getirilmesi vb. gibi adımlar, dinin Osmanlı toplumunda olduğu türden örgütlenmesinden farklı bir yönelişin adımlarıydı. 1928’de devlet dininin İslâm olduğunu belirten madde anayasadan çıkarıldı. 1937’de ise, laiklik anayasal bir ilke olarak ilan edildi. Ancak gerek ‘dini çevreler’den gelen tepkilerin kontrol altında tutulması ihtiyacı, gerekse yeni bir toplum inşasının Müslüman Türk unsur merkezli gerçekleştiriliyor olması, dine yararcı politik yaklaşıma güç veriyordu. Sünni İslâmın devlet kontrolü ve koruması altında toplumsal yaşama etkin kılınması ve bunun kurumsal örgütlenmesi, bu politika ve yaklaşımın ürünü olarak şekillendi.
Demokrat Parti (DP) yöneticileri, dini, kitle iletişiminde bir araç olarak kullandılar. Din temalı konular siyasal polemiklerde “kitle avcılığı” için manipülasyon malzemesiydi. İmam hatip okulları DP hükümetiyle birlikte sayısal olarak arttı ve süreç içinde on binlerce öğrenciyi kapsayacak şekilde yaygınlaştırıldı. Demirel hükümetleri döneminde bu okullardan mezun olanlar “din işleri” dışındaki alanlarda da çalışmaya başladılar. Kadınlar imamlık yapamamalarına karşın, süreç içinde bu okullara kız öğrenciler de alınmaya başlandı. “Siyasal İslamcı hareket”, toplumsal yaşamın her alanında dini kullanarak ve din-sermaye ilişkilerini, “faizsiz bankacılık” vb. kurnazlıklarla örtmeye çalışarak, işçi-emekçi kitlelerini yedeklemeye girişti. “Şeriatçı tehlike” askeri darbelerin gerekçelerinden biri olarak gösterilmesine karşın, cunta yönetimleri, dinin devlet korumasında ve devlet eliyle örgütlenmesi için koşulları daha fazla uygun hale getirdiler. Din dersi tüm orta eğitimde zorunlu kılındı. Buna, sağ gerici ve faşist siyasal parti ve örgütlenmelerin, kitlelerle ilişkilerde dini hassasiyetleri istismar aracına dönüştürmeleri eklendi. Ülkede güçlü bir Sünni İslam potansiyeli vardı ve bu potansiyel büyük oranda politikleştirilmişti. Din, “laiklik-şeriat” ikilemine alınmasıyla politik gerilim etkeni olurken, geniş toplumsal kesimlerin sınıfsal aidiyet farklılığını örten “çıkar ortaklığı” manipülasyonunun aracı olarak da kullanıldı.
12 Eylül 1980 askerî darbesi ile başlayan dönem, işçi-emekçi hareketinin geriletilmesi ve devrimci-Marksist örgütlenmelerin dağıtılmasının sağladığı umutsuzluk ve güvensizlik ortamında, “siyasal İslâm”ın, ülke tarihinde daha önce görülmemiş düzeyde güç kazanmasına sahne oldu. “Siyasal İslam”cı hareket, dini ideolojiyi, sermaye-piyasa-kitle ilişkilerinin bu yeni biçimlenişinden de yararlanarak deyiş yerindeyse yeniden üretti. Dini, politik etki ve ilişki aracı olarak kullanan siyasal İslamcı parti ve örgütler, dini örgütlenmenin engelsiz güç kazanmasını, “demokratikleşme”nin başlıca koşulu sayıyor, dini, “bir ilişki sermayesi” olarak kullanıyorlardı.[6]
AKP VE ERDOĞAN’IN SEKÜLARİZM KARŞITI OPERASYONU
AKP, ‘sekülerlik karşıtı’ potansiyeli iktidar silahına dönüştürme politikasında önceli bütün burjuva partilerini geride bırakan bir parti oldu. Kurucu liderliği siyasal İslam’ın on yılları bulan militanlığından geliyordu ve parti tabanıyla güçlü organik ilişkiye sahipti. Dini ideoloji, Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” formülasyonuyla istismara kalkıştığı türden ve o kapsamda olmasa da uluslararası alanda yeniden güç kazanarak en sivri ve çatışmacı biçimiyle El Kaide-IŞİD-Nusra-Boko Haram gibi fanatik İslamist çetelerin eyleminde -ki bunların hemen tümü Amerikan ve Batılı emperyalistlerin ve işbirlikçi bölge ülkeleri gericiliklerinin desteğinde ve koordinasyonuyla ortaya çıktılar- ve “Cihad” şiarlı katliamlarıyla görünür oldular.
Siyasal İslamcı yönetim bu durumu çok yönlü istismarla bir avantaja dönüştürmeye koyuldu. Dini ideolojinin toplumsal yaşamı yönlendirici işlev kazanması için daha fazla bütçe kaynağı sağlamakla kalmayıp yüz binlerce genci “dindar ve kindar yeni nesiller” yetiştirme hedefli eğitime tabi tuttu. Devletin tüm bürokratik kademeleri bu temelde yeniden düzenlendi. Henüz hukuk eğitimi görmekte olan talebeler, eski Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın açıkça ilan ettiği gibi yargıda görevlendirilerek, yargı kurumu hem her kademesinde AKP’lileştirildi hem de en üst karar mercii olarak Saray kurulları ve cumhurbaşkanlığına bağlandı. Okul sistemi ve eğitim müfredatı dini ideolojinin etkisini artıracak şekilde yeniden düzenlendi. Din eğitimi temel derslerden biri haline getirildi. Üniversitelerde ve orta dereceli okullarda mescitler açılarak namaz seanslarına gitmeyen öğrencilerin fişlenmesine geçildi ve bazı sosyologlarca “mahalle baskısı” olarak nitelenen toplumsal çevresel baskıyla gençler zorla yönlendirilmeye çalışıldı. “Müslüman’ın laik olamayacağı” söylemiyle burjuva laisizmi -en biçimsel biçimiyle dahi- suçlu ilan edildi.
Bütün önceki burjuva parti ve hükümetlerine baskın çıkacak taahhütlerle ortaya çıkan AKP’nin süreç içinde tekelci gericiliğin çıkarlarıyla bağlanan baskı ve yıldırma politikasında, yine bütün öncekileri geride bırakan bir hamle üstünlüğüne ulaşması ise, başka birçok iç ve dış etkenin yanı sıra, kitlelerle kurduğu ilişkinin iki başlıca unsuruyla doğrudan bağlı oldu. Bunları önceki makalelerde açıklamıştık. Bu iki başlıca unsurdan biri dolaysızca ekonomik-sosyal bağlamlıydı ve ikincisi kültürel-ideolojik boyutlarıyla gelenekselliğe, “ecdat geleneği” ve söylemine; yeni Osmanlıcı yayılmacılıkla destekli “Türk İslam’ı”nı tesis ve yayma ve dini kullanarak yığınları sürükleme deneyimine bağlanıyordu. “Demokratikleşme”nin İslamcası, siyasal İslam’ın sınır tanımaksızın örgütlenmesi ve toplumsal yaşama hükmetmesiydi.[7]
AKP ve hükümetleri ya da Erdoğan yönetimi, neoliberal ekonomi politikaları uygularken, bu politikalardan büyük zarar gören işçi ve emekçi kitlelerinden gelebilecek tepkileri etkisiz kılmanın önemini, tarihten öğrendikleriyle tecrübe etmişti. Kapitalist gelişmenin hız kazandığı yıllarda topraktan koparak kentlerin kenar bölgelerine yığılan büyük kalabalıkların yüz yüze kaldıkları ağır ekonomik sosyal ve kültürel sorunların kendilerine karşı da bir başkaldırı etkeni işlevi görmemesi için bir yandan ideolojik kuşatma, diğer yandan küçük yardımlarla onları etki altında tutma politikası izlediler. Dini ideolojinin Anadolu’daki etkisi ve kitlelerin yoksulluğunun büyük boyutları, bu politikayı etkili kılmaktaydı.
Din, kitlelerle “ilişki sermayesi” olarak kullanıldı. İki değil dört ya da sekiz kollu olsalardı, İslamcı kapitalistlerin tüm kollarıyla sarılacağı bir araç haline getirilmişti ve sermayenin, emek gücü sömürüsüyle çoğalmasını kolaylaştırıcı, kapitalistlerle burjuva devlet iktidarına karşı mücadeleden geri durmayı salık verici işleve sahipti. “Siyasal İslam”ın ve “İslamcı kapitalistler”in dini etki altındaki emekçilere yönelik bu sinsi politikası, faiz-rant ve sermaye kârının mali-askeri ve politik yönetici zümrenin kontrolünde, belirli bir azınlık kapitalist vurguncunun elinde birikmesine hizmet etti. Avrupa Birliği’nin finansal ve ticari olanaklarından yararlanmak için TÜSİAD üyesi büyük kapitalistlerle rekabete giren MÜSİAD üyesi kapitalistler, Kombassan, Petlas, Yimpaş ve İhlas Holding başta olmak üzere, “Anadolu burjuvazisi”nin patronları “gayrı milli” sermaye ile içli dışlı olmaktan kaçınmazken, onların, devlet iktidarını ele geçiren ve devleti kendi dünya ve toplum görüşü -ki ekonomik çıkarlarıyla dolaysızca bağlıdır- doğrultusunda yeniden dizayn edip şekillendiren temsilcileri, “İslam”ın kapitalist piyasa ile uyumu önünde hiçbir engel bulunmadığını ‘dünya alem’e göstermiş oldular! Dünya Bankası (DB) yardımları, belediye rantları, özelleştirmelerden sağlanan “maddi satınalıcılığı” mümkün kılarken, geçmiş gelenek ve alışkanlıkların gücüyle de birleştirilmiş “İslami dayanışma”söylemi bu geniş emekçi kesimleriyle “popülist” ilişkilerin kurulmasında başarı sağladı. “Neoliberal” saldırganlığın körüklediği itiraz ve direniş ‘ruhu’, böylece en azından bu kesimler açısından bastırılmış oluyordu. Dinen de vazedilen “rıza bağımlılığı” sağlanabildi ve hiç de küçümsemeye gelmez bir kitlesel etkiyle kısa sayılmayacak bir zaman için kontrol altında tutulabildiler. Harun-Karun söylemiyle “dünyevi varlık” aleyhtarlığı ikiyüzlülüğü, en zenginlerinin daha da zenginleştiği Karunlaşmanın sınırları yayılıp genişledikçe, sınıfsal farklılık temelli bir kuşkuculuk gelişmekle birlikte dünya malının doyuramadığı gözler daha da büyüyerek açıldı ve yeni zenginler “cennet satıcılığı”na dahi baş vurdular. (Cübbeli Ahmet’in “Cennet terliği” ve “yanmaz kefen” ticareti akla gelsin!)
“İslami kimliğe ve değerlere bağlılık” iddiasındaki “Müslüman kapitalistler” ile siyasal İslamcı kapitalist partilerin en paragöz temsilcilerinin iktidarı, “neoliberal” ekonomi politikaları başarıyla uygulayıp özelleştirmeleri hızla gerçekleştirmeyi övünç vesilesi haline getirilirken, sermayenin çıkarları için satmayacağı hiçbir değerin olmadığını da, parti ve iktidarın politikalarıyla defalarca ve yeniden kanıtlanmış oluyordu.
EFSANELERDEN HİKÂYE YAZIMINA GEÇİŞ VE FAKAT…
Türkiye’de burjuva anlamda demokrasinin hiçbir zaman biçimsellikten öte-yerleşiklik kazanmaması bir yana bırakıldığında[8], Batı’dan ve Doğu’dan etkilenmeyle atılan “modernleşme adımları”nı dahi “Türk-İslam toplumunun değerleriyle bağdaşır” saymayan bir “millilik ve yerlilik” arayışıyla son iki yüzyılı, başkalarının hikayelerinin (modernizm ve aydınlanma vb. gibi) anlatımı ve empoze edilmesi dönemi ve kayıp zaman sayanlar, şimdi “kendi tarihlerini yeniden yazma”yı değil sadece, daha geniş sahada ve başka halkların tarihini de müdahalelerle yazma iddiasıyla ortaya çıkmış durumdalar.
Ne var ki çarpıtma, istismar ve masalsı anlatılarla abartılmış işgal, imha, yıkım ve kıyımları da içeren geçmişin, dini vehmetmeler desteğinde güncel açmazların örtüsü olarak kullanılması, günceldeki açmazların aşılmasını mümkün kılmaz.
Her ne kadar, elde kılıç minbere çıkan Ali Erbaş, Diyanet İşleri Başkanı kimliğiyle 2020’ler kapitalist dünyası ve Türkiyesi’nin “İslam Din Büyüğü” kaftanı giymiş kişi görünümünde, Konstantinopolis’i, “fethi”nin 567 sene sonrasında bir kez daha ve yeniden fethetme operasyonunu “dünya Hıristiyanları ve Ortodoksları”na duyurdu ise de asıl yönetim makamının öngördüğü “yeni tarih yazımı”nın bu ‘dış’ sayfası, daha baştan kararmış gibidir!
Zira Türkiye, özellikle de işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin sermaye politikalarına karşı örgütlü mücadelesinin düzeyi dikkate alındığında egemenlere ve iktidar güçlerine yönetme kolaylığı sağlar görünen; ancak içinde bulunduğu iktisadi-sosyal koşulları, burjuva yönetiminin soyunduğu uluslararası ve bölgesel ‘boy ve güç aşan roller’, bulunduğu bölgenin belalı birikimi; yeraltı-yerüstü kaynakları üzerinde dünya güçlerinin dalaşmasının bitmediği birbirini kovalayan, destekleyen ve besleyen olaylar zinciri nedeniyle açmazlarıyla yüz yüze bırakarak bunaltan bir devlet ve toplum gerçekliğiyle tanımlıdır!
Toplumsal gelişme ve sosyo-iktisadi sorunlar, düşünmek istemeyen birisini bile düşünmeye zorlayarak maddi-somut gerçekliklerle yüz yüze getirir. 553 milyar dolar borç, en az 6-7 milyon işsiz, günde 39 TL ile geçinmeye mahkum kılınmış 3.5 milyon insan ve nüfusunun yarısından fazlası yoksulluk sınırlarında yaşayan bir ülke, hemen her gün askeri harekâtlarla “tarih yazma” iddiasını sürdürürken, milyonlarca lirayı bomba olarak patlatan militarist bir dış ve iç politika; durmaksızın yükselen döviz ve bağlı olarak artan pahalılık; düşen ücret ve maaşlar ve kılıçlı minberden fetih dualarıyla destekli gözbağcılıkla bütün bunları “geriye atma” çabası! Siyasal iktidarca ve mevcut sistemin bağnazlarınca desteklendiğini görüp yaşadıkları “erkek şiddeti”ni ret için on binlercesi alanlara inmiş kadınları hedef gösterecek şekilde küfürlerle polis zorbalığının ortalığı kaplaması, iktidarca reddedilen bir başka gündemi daha aktüel hale getirmiştir.
Neredeyse ülkenin toplam ekonomik büyüklüğü kadar dış borç yükü, günden güne büyüyen işsizlik, yoksulluk sınırının üçte biri kadar düşük asgari ücretle çalışan beş milyon civarında işçinin varlığı, tarımsal üretimi yıkıma sürüklenen bir ülke, durmadan artan pahalılık karşısında ücret ve maaşları eriyen; ancak grev ve direniş hakları gasp edilen milyonlarca işçi ve kamu emekçisi ve bütün bunlara rağmen mali-parasal ve diğer zenginlikleri küçük bir azınlık zümre tarafından yağmalanan ve mülk edinilen bir ülke. Böylesi bir ülkenin halkına aksamaksızın ve kesintisiz şekilde “milli ve yerli bir değer” olarak militarizm, ezen ulus burjuva şovenist milliyetçiliği ve Türkiye’nin “sınırları dışındaki çıkarlarının aktif dış politikayla savunulması” –bu kapsamda bölgeye ve hatta dünyaya düzen verilmesinde iddia sahibi olma (hikayenin dış budaklar kısmı); buna da işaret olmak üzere askeri harekâtlar; kılıç ve bayrak gösterme; din istismarı ve milliyetçilik zehriyle beyin uyuşturma politikasıyla “yol aldırma”, beklenilenlerin ötesinde problemli ve zordur. Tekelci sermayenin en gerici politik temsilcilerinin yapmaya çalıştıkları askeri-politik ve ideolojik tahkimat, yıkım üretirken, kitlelerde biriken tepkilerin farklı biçimleriyle dışa vurmasının önünü kesmek için eski masallardan hikaye üretmeye duyulan ihtiyaç artsa bile, bu yazım kolayca başarılabilir değildir.
Yazılacağı söylenen ve gerçek o ki kısa sayılmayacak bir zamandır aslında yazılmakta olan “hikaye”nin asıl alıcı kitlesi içerisi “Türk İslamı” ve yedeklenebilirse “Arap Alemi!” diye bazen pohpohlanan bazen de tersinden aşağılamak üzere kullanılan nüfustur. Ancak fetih ritüelleri ve fetih siyasetiyle kılıç-pala şakırdılarını esinleyici, küfrü cesaretlendirici[9], tarikatları güçlendirici politika, intikam ve özlem birikimi bir eski zaman güdüsünü tekelci sermaye ve gericiliğinin tahkimi için aktüel kullanıma koyarken, tarihin ve günün en zor “coğrafyası”ndaki güç ilişkileri ve çatışmaları gerçeğiyle karşı karşıya gelmiştir. Irak, Suriye, Libya, Afganistan, Azerbeycan, Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Yunanistan vb. ülkelerin ve devletlerinin dahil olduğu bu çok yanlı ve boyutlu çıkar kavgalarında ABD, Rusya, AB’nin Fransa başta olmak üzere Almanya, İtalya ve Avusturya gibi devletleriyle de restleşmeler ve arada da jestlerle sürdürülen ‘rekabet’in bedelleri giderek artmıştır. Böylesi koşullarda, din aracılığıyla ve din üzerinden yeni “tarihi hikâyeler” yazımı kurgu ve girişimi, gerçeğe bakarkör bir toplum varsayımını değil sadece bakarkör olmayı da içerir ve işaret eder.
İktisadi-sosyal koşullar değişim karakterli olmalarıyla, içerdikleri sorunların kendini dayatmasına da yol açarlar. Erdoğan yönetiminin sürdürdüğü “neoliberal” ekonomi politikaların yarattığı tahribat daha da ağırlaştıkça, bir yandan baskı ve yasak politikalarına yeni halkalar eklenerek polisiye-askeri kuşatma genişletilip mengene sıkıştırılarak halk kitlelerinin direnişe geçmesi önlenmeye çalışılırken, diğer yandan dini ideolojiye daha fazla sarılma ve ecdat yadigarı fetih malzemelerini yeniden tedavüle sürme, bir “çıkış umudu” olarak monte ediliyor.
Hilafet çağrısında bulunanların, devletin Saray-İslam devleti olarak yeniden şekillendirilmesinin cesaretle gerçekleştirilmesini istemeleri, ecdat vurgusu ve “milli ve yerli değerler ve politikalar” söylemiyle dini ideolojinin devlet yönetimi aracıyla devlet kurumlarında, eğitim programında ve genel olarak toplum yaşamındaki etkisinin güçlendirilmesinde kat edilen yol ve sağlanan başarıdan bağımsız değildir. Uzun yüz yıllara yayılmış ideolojik-kültürel ve geleneksel etkisiyle kılıç-dipçik-kelepçe destekli ve “kutsanmış” tarih yazımını fetih marşları ve dualar eşliğinde sürdürme girişimleri, tarihsel gelişmenin ‘çarkı’nı geriye çevirmeye yetmese de, bu yönlü söylem ve girişimler hâla oyalayıcıdır ve maddi gerçeklerin beslediği başkaldırı potansiyeline karşı, biat etmeye çağırıcı işleviyle bir miktar iş görücüdür.
Ancak toplu gösteriler aracıyla ve kesintisiz propaganda ve eğitimle toplumsallaştırılan din, sosyo-ekonomik ve politik açmazları ortadan kaldırmaz. Maddi toplumsal gerçekler göze batar halleriyle bireylerin günlük yaşamına, evlerinin içine, çocuklarının beslenmesine-hastalığına-hayallerine dek her şeye yansıyıp iz bırakır. İnsan beyninde asılı soru işaretlerine dönüşerek genç kuşakların bir kısmını materyalizme, bir kısmını Deizme, diğer bazılarını da amansız bir sorgulamayla kuşkuculuğa götüren bu maddi toplumsal koşullardır. Sorgulamaksızın inanmaya ve boyun eğmeye çağıran politikayla paranın ve gücün somutluğu arasındaki çelişki, Ayasofya’ya çıkan sokaklardan içeriye, o muhteşem mimarisinin çevrelediği iç alana dek taşındıysa, bu masal anlatıcılarının bekledikleri “getiri”nin, Erdoğan’ın ileri sürdüğü türden bir “uçuş hali” olmayacağının da göstergesidir. Cami çoğaltma ve devletin en üst yöneticilerinin toplu dini gösterimlerle politika yapma politikasıyla açlık, yoksulluk, işsizlik, yolsuzluk, rüşvet, halka ait kaynakların yağmalanması aynı ülkede, hatta aynı mekanlarda varlık gösteriyorsa, on yıllardır örülen ağı parçalanmaya götüren çürütücü biyolojik faktörlere sosyolojik faktörlerin eklenmesinde de artış var demektir.
“Bölgesel liderlik” iddialı yayılmacı askeri eylemlerle, Osmanlı’nın yazdığı tarihi Balkanlar, Ortadoğu, Mağrip bölgesi ve ‘Türki coğrafya’da yeniden yazmak imkansızdır. Kapitalist Türk militarizminin siyasal İslamcı politika eşliğinde sürdürdüğü yayılım, ne Araplara Türkçü İslam’ı kabullendirme gücüne sahiptir ne de dünyanın büyük paylaşımcıları olan emperyalistlerle boy ölçüşme olanağına.
Faşist siyasetin şovenizm ve dini ideoloji takviyesiyle kitle etkinliği sağlamaya çalıştığı, Mussolini-Hitler pratiğiyle olduğu denli Latin ülkeleri faşist diktatörlükleriyle Türkiye’nin faşist parti-faşist cunta pratiğiyle de kanıtlıdır. Ayasofya’nın “işgalden kurtarıldığı” görünümü yaratan fetih gösterilerinin dini kutsama törenleriyle desteklenmesi[10], komşu ülkelerin topraklarında sürdürülen askeri harekâtlar, kurulan askeri üsler, baskı ve sansür yasalarının birbiri ardına yürürlüğe konması, ekonomik-sosyal ve politik açmazları giderek ağırlaşan bir yönetimin daha baskıcı daha tehditkâr bir yöneliş içine girdiğini gösterir.
Bu durum, giderek ağırlaşan ekonomik-sosyal koşulların yol açacağı yıkımın politik boyutları yönünden de uyarıcıdır. Başka birçok gereklilikle birlikte “Türk İslam Sentezi” olarak da tanımlanan ideolojik kuşatmaya ve bunun da önemli dayanağını oluşturduğu faşist inşaya karşı işçi-emekçi uyanıklığını geliştirmenin önemi daha da artmıştır.
[1] Mardin, Şerif (2005) “Operasyonel Kodlarda Süreklilik, Kırılma ve Yeniden İnşa: Dün ve Bugün Türk İslami İstisnacılığı”, Doğu Batı, Sayı: 31, sf. 30.
[2] Agm, sf. 32.
[3] Agm, sf. 51.
[4] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Hazırlayan: Mahir Ünlü-Yusuf Çotuksöken, İnkılap Yayınevi, sf. 9 ve devamı sayfalar.
[5] Kemal H. Karpat, Türk Tarihi, Timaş Yayınları, sf. 106-108.
[6] Bkz. Buğra, Ayşe ve Osman Savaşkan (2014) Türkiye’de Yeni Kapitalizm, Çeviri: Bülent Doğan, İstanbul: İletişim Yayınları, sf. 43-46.
[7] Demokratikleşme vaadi ya da söylemi istisnasız tüm burjuva hükümetlerinin kitle politikasının başlıca unsurlarından biri olageldi ve siyasal baskı yoğunlaşmasının yol açtığı tepkilerin farkında olarak burjuva parti fraksiyonlarıyla onların yönetici ve sözcüleri, işsizlik, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadeleden ve ülkeyi “demokratikleştirmek”ten söz ederek programlarında bunlara nasıl da yer verdiklerini ve işbaşına gelirlerse bunu sağlayacaklarına “söz veriyor”lardı! Ne var ki Cunta Anayasası hâla yürürlüktedir. Bu anayasa ve yasalarca bağlanan Sendikalar, Siyasal Partiler ve Seçim Kanunu uygulanmaya devam ediyor.
[8] Proletaryanın kapitalizme ve burjuva egemen sınıfa karşı mücadelesinin ilerlediği 19. yüzyıl, burjuvazinin eşitlik, kardeşlik ve özgürlük şiarıyla süslediği ve parlamenter cumhuriyet biçimiyle en parlak biçimine ulaşacağını ya da ulaştığını vaaz ettiği demokrasi, artık bir yük olmaya başladı. Tekellerin hakimiyeti burjuvazinin sınıf diktatörlüğü için burjuva hakları daha fazla budamasına neden oldu. Ancak Türkiye gibi ülkelerde Batı Avrupa ve ABD’den farklı, orada olanlarla kıyaslanamayacak düzeyde daha geriden gelen ve hakların kullanımının sömürülüp ezilenlerin mücadelesiyle bağlı olarak çok daha kısıtlı ve geri düzeyde mümkün olması nedeniyle bu durum daha belirgin şekilde varlığını sürdürdü.
[9] Yeni Akit yazarı Abdurrahman Dilipak, 27 Temmuz 2020 günü yayımlanan “AKP’nin papatyaları” başlıklı yazısında, “Koç kadar, Sabancı kadar, Eczacıbaşı kadar bizim ‘Yeşil sermaye’ davasına sadakat gösterip, bu fahişelere ve onların türevlerine karşı seslerini yükseltebilecekler mi? Konfeksiyoncu, gıda zinciri, finans kuruluşu, ses ver Türkiye! Ne bekliyorsunuz!” ifadelerini kullandı. Dilipak’ın “fahişeler” olarak nitelediği İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükte kalmasını isteyen ve savunanlardı. Dilipak, daha sonra “Ben benim gibi düşünmeyenlere öyle bir ifade kullanmadım. Yazımdaki ifade İstanbul Sözleşmesi’ne destek verenlerin fuhşiyata da destek vermiş olmalarından söz ediyorum” dedi.
[10] Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın elde kılıç yaptığı açıklama şöyledir: “Hamdolsun bugün Ayasofya’nın fetreti sona ermiştir. Sayın Cumhurbaşkanımızın dirayetiyle artık Allah’a secde edilecek bir mekâna dönüştürülmüştür. İnşallah Ayasofya’nın dirilişi, Mescid-i Aksa’nın da özgürlüğe kavuşmasının habercisi olacaktır. Onun bu dirilişi, inşallah, mazlum ve mahzun müminler için geleceğe dair bir ümit kaynağı; adalet, merhamet ve ahlak temelinde yükselen medeniyetimizin yeniden yükselişinin de ilk işareti olacaktır.” (YUSUF AKDAĞ - TEORİ VE EYLEM)