Bir kadın ölünce bir çığlık ölür. Bahçedeki çiçekler, okşanan saç ölür. Ergen bir umut, geç kalmış bir sevda ölür. On yıl önce, yirmi yıl sonra ölür. “Ben büyüyünce” ölür, “okulum bitince” ölür. “İyi ki doğdunlar”, “ya olmasaydınlar” ölür. Bir kadın ölünce ağacın dalları, tohumları, meyveleri ölür...


YAKILAN KADININ SON SÖZÜ

Her an yıkılacakmış gibi duran ahşap bir ev. İçeriden yükselen çığlıklar.

Evimizin bitişik bahçesindeki binadan gelen sesleri çocuk yaşımda duymuştum. Bir battaniye içinde taşınan bedeni gördüğümde, “delik deşik” kelimesinin ne demek olduğunu anlamıştım.

“Namus cinayeti” dediler. Babalarının annelerini öldürmesini az önce dehşetle izleyen beş çocuğu, akrabaları eşya gibi paylaştı. Oyun arkadaşlarımıza veda bile edemedik. Mühürlenmiş evin önündeki naylon ipte, henüz kurumamış elbiseleri asılı kaldı. Ne zaman baksak, “o çocuklar şimdi ne yapıyor” diye düşünürdük.

Bir gün değil, her gün. Bir saniye değil, her saniye. Kadınlar öldürülüyor. Yakılan Aylin Sözer, vahşetin en ortaçağ hali sadece...

Baba yerine ‘o adam’

Ne zaman bir kadının öldürüldüğünü duysam, aklıma kurusun diye bırakılmış o kıyafetler gelir. Cinayeti bıçakla, silahla, benzinle işleyen hapse girer; “namusunu temizledi” diye sırtını okşarlar. Ona bir soyun temizleyicisi gözüyle bakarlar.

Oysa bir kadın, dünyaya son kez bakarken dahi, gözlerinde kendinden sonra yaşasın diye yarattıkları vardır. Bir kadın ölünce, çocuk da ölür. Geride sadece nefes alan bir soyadı kalır.

Gamze Erükçü Akbaş’ın “Baba Anneyi Öldürdüğünde” kitabını okuyorum. Akbaş, yapılmayanı yapmış, o son çığlığı duyan çocukları bulmuş. “Babam annemi öldürdü” diyenlerle konuşmuş.

Verdiği rakamlardan öğreniyoruz. Kocası tarafından öldürülen kadınların yarısı aynı zamanda anne. Bu aileler içindeki her üç çocuktan biri “o an”a tanıklık ediyor.

Emine Bulut’un “ölmek istemiyorum” sesini hatırladınız mı? Siz unutsanız da aynı anda duyduğunuz “anne lütfen ölme” sesinin sahibi o günü yaşamaya devam ediyor.

Biz cinayet haberlerini okurken Akbaş, “Geride kalanlarla ilgili hiçbir akademik çalışma yoktu” diyor. Meleklerin cinsiyetini tartışan Türk üniversitelerinin eksiğini tamamlayan Akbaş’ı okuyunca anlıyoruz ki konu aslında halen bir tabu. Bu nedenle isimler gizli kalırken, katledilenlerin her birine bir nehir adı vermiş. Çocuklar ise zaten artık “baba” yerine “o adam” ifadesini kullanıyor.

‘Babamızın öldüreceğini biliyorduk’

Nil’in kızı Yade anlatıyor:

“Vurduktan sonra panikledi. Ben bağırdım, kardeşim bağırdı. Aldı götürdü annemi. Arabamız vardı, arabaya koydu. Hiç öyle bir şey yapacağını düşünmedim ama bekletmiş. Tam iki saat sonra hastaneye götürmüş. Ambulansı aramıştım ben. Ambulans gelirken onu görmüş ama o durmamış. Annem ölmüş kan kaybından.”

Boğularak öldürülen Dicle’nin kızı Dilek, perşembenin gelişini hatırlıyor:

“Annem izini kaybettirecekti yoksa. Ben sezmiştim zaten, biliyordum bunun olacağını... Babam tehdit ediyordu, ‘seni öldüreceğim’ diyordu anneme.”

Meriç’in annesi Münevver Hanım, kızının ölümünü bekliyor gibi:

“Kızımı orada bıraktım, babasının yanına. Evde bırakmayayım dedim. Ya eve gelirse... Boğarsa, vurursa... (...) Oraya gittim ki lokantada öldürmüş. Akşam kızımla oturduğumuzda ‘Anne çok korkuyorum, benim yanıma geldiği zaman Celal sinirden titriyordu’ demişti.”

Göksu’nun kızı İpek, cinayet anını nasıl beklediklerini söylüyor:

“Annem boşanmak istediğinde babam kabul etmedi. Öldüreceğim diye tehdit ediyordu. İkide bir geceleri geliyor, zile basıp kaçıyordu. Rahatsız ediyordu bizi. Elinde copla, silahla geliyor, öldürmekle tehdit ediyordu.”

Seyhan’ın kızı Ilgın için gülmek bile aynı değil:

“Sanki hiç gitmemiş, hiç öyle bir şey olmamış gibi. İnandıramadım kendimi. Halen de inanmıyor gibiyim. Bazen yüzünü hatırlamaya çalışıyorum, hatırlamıyorum... Çok zor. O zamanki gülüşüme benzemiyor şimdi gülsem bile. Hiçbir şey aynı değil! Hiçbir zaman eskisi gibi mutlu olamıyorum.”

Babasının halen hapishane görüşüne giden Tuna’nın kızı sanki annesi için değil bütün cinayetler hakkında konuşuyormuş gibi:

“Zaten ben biliyordum bu noktaya geleceğini, babamın annemi öldüreceğini biliyordum. Keşke daha önceden ayrılsaydılar, onların zaten geleceği yoktu.”

Çocuklar babalarına karşı, annelerinin ölümünü anlatmak için mahkemeye çıkıyor. Ceyhan’ın, 14 yaşındayken annesinin cesedini kucağına alan oğlu Haluk anlatıyor:

“Mahkemede ifade verdim. Son on dakikada girdim, en son ben konuştum. Babam bana baktı ters ters. Mahkemede ‘lafta babandır, şikâyetçi misin’ dediler. ‘Şikâyetçiyim’ dedim. Hatta ‘Erkeksen ben vurdum de!’ dediğini de söyledim.”

Yakılan Göksu’nun son sözü

Kocası Erkan tarafından yakılan Göksu’nun, kızı tarafından aktarılan son sözleri bile, kadınların çilesinin bitmezliğini anlatmaya yetiyor:

“İlçedeki hastaneye gittik. Ben gördüğümde hayattaydı. İstanbul’a götürecektik tedavi için. ‘Baban izin vermez gitmeme’ dedi. ‘Anne izin verir, biz izin aldık’ dedim. Bizi mahvetti! (Babasını kastediyor). (...) O para yüzünden olmuş, vermiyor diye. Annem de ‘Bu sefer vermeyeceğim, çocuğun okul kıyafetlerini alıp alışveriş yapacağım’ demiş. Hatta yapmış alışverişi, market fişlerini gördüm. Bu iş olmadan önce gündüz markete gitmiş. Ama nasip olmadı yemek...”

“O gece geçti mi geçmedi mi bilmiyorum; aslında hâlâ o geceyi yaşıyoruz” diyor 11 çocuklu Gediz’in arkasında bıraktıkları. En büyük oğlu Nedim, neden ağlayamadığını açıklıyor. Sanmayın ki “erkekler ağlamaz” sözünden:

“Ağlamak için içim yanıyordu. Ama ben ağlayınca tüm kardeşlerim ağlıyordu. O yüzden sustum.”

Eşinin şehit olmasının ardından yeniden evlendirilen Nilüfer’in kızı Emel, katledilen annesine kavuşmak için gün sayıyor:

“Yurtta herkes sevgilisine kaçardı. Kimse ailesine gitmezdi. Ben her kaçtığımda annemin mezarına gidip intihar ediyordum. Gece yarılarına kadar mezarlıkta kalırdım, yatardım. (...) Saatlerce mezarlığın üstünde yatıyordum ki annemi hissedeyim.”

Kadın cinayetleri önlenebilir

Akbaş’ın kitabı bize, ölüm anının, acıklı bir hikâyenin yalnızca sonu olduğunu anlatıyor. Zira tüm örnekler, cinayet anının adım adım geldiğini gösteriyor. Komşular, akrabalar, çocuklar; bıçağın, kurşunun, ateşin sesini bekliyor sadece. Her katlin ardından “önlenebilir miydi” sorusunun yanıtı “evet” diye veriliyor. Tüm mesele; yurttaşını, bir adamın bir evde kurduğu hapishaneden kurtaramayan devlette kilitleniyor.

“Namusunu temizledi” diyenler sanmayın ki ölenin, öldürülenin çocuklarına annelik babalık yapıyor. Kimi zaman “katleden babanın evladı”, kimi zaman “ölse de suçlanmaktan kurtulamayan annenin çocuğu” sayılanlar; ömrü silinmiş bir hayatın içinde tek bir günü yaşıyor.

Bir kadın ölünce bir çığlık ölür. Bahçedeki çiçekler, okşanan saç ölür. Ergen bir umut, geç kalmış bir sevda ölür. On yıl önce, yirmi yıl sonra ölür. “Ben büyüyünce” ölür, “okulum bitince” ölür. “İyi ki doğdunlar”, “ya olmasaydınlar” ölür. Bir kadın ölünce ağacın dalları, tohumları, meyveleri ölür.

Kadınlar ateşi en yakınlarındakilerin yaktığı cehennemden kurtulduğu gün, naylon iplerde artık unutulmuş çocuk kıyafetleri olmayacak. (BARIŞ TERKOĞLU - CUMHURİYET)

Daha yeni Daha eski