Günümüzde Leninistlerin ve Stalinistlerin bile kullanmakta pek istekli olmadıkları bir kavramdır bu. 1960’ların sonlarında ve 1970’lerin başlarında Türkiye’deki çiçeği burnunda sol örgütler bu konuda çok daha istekliydiler. Sonradan bu hevesleri biraz söner gibi oldu. Reddetmeseler de neredeyse gizledikleri bir kavram haline geldi. Reddetmezler, çünkü bir hareket en önemli akidelerinden birini reddederse kendini de reddetmiş olur diye düşünürler; pek ön plana çıkarmazlar ya da gizlerler, çünkü bir zaman gururla savundukları bu kavram oldukça yıpranmıştır ve her türlü diktatörlükten nefret eden kitleler nezdinde zor duruma düşmekten korkarlar. Zamanla solun reelpolitik yanı iyice sivrilmiştir.

“Proletarya diktatörlüğü”nü ilk kez Marx ve Engels birkaç kere kullanmışlardır. “Proletarya diktatörlüğü”nün örneği olarak 60 gün süren Paris Komününü göstermişlerdir ama bu örnek üzerinden fikirlerini ayrıntılandırmamışlardır. Paris Komünü, gerçek diktatörler tarafından kanla bastırılmıştır. 

Bu kavramı sandıktan çıkarıp tozlarını silkeleyerek yeniden gündeme getiren Lenin olmuştur. Lenin, 1917 devrimi sırasında yazdığı Devlet ve Devrim (Aydınlık, 1978) kitabında “Proletarya Diktatörlüğü”nü hararetle savunmuştur. Neden? Çünkü, ufukta Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesi ihtimali doğmuştu ve Lenin, Bolşevik iktidar yoluyla gerçekten de, kendi deyişiyle “kanun tanımaz” bir diktatörlük rejimi kurmaya hazırlanıyordu. “Bu bir diktatörlüktür” diyecek olanlara verilecek yanıt hazırdı: “Evet, proletarya diktatörlüğü!” Zaten Lenin, adı geçen kitabında bunu Marx ve Engels’e atfen şöyle açıklamıştı: “Devlet, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya.” (s. 38). Gerçi Lenin’in kafasında proletarya ile Bolşevik hizbin (o sırada RSDİP içinde bir hiziptiler) aynı anlama geldiğini biliyoruz ama “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” devleti kavramını somut gerçeklikte incelemek zorundayız. 

Birincisi, “egemen sınıf” ile “proletarya” bir oksimorondur. Şu nedenle ki, proletarya, tanımı gereği, ezilen, sömürülen bir sınıftır. Bu ezilen sınıfın ezilmeye ve sömürülmeye son vermek üzere “egemen sınıf” haline geldiğini farz etsek bile böyle bir durum ortaya çıktığı an, sınıf artık “proletarya” olmaktan çıkmış demektir.

İkincisi, proletarya hiçbir zaman “egemen sınıf” olamaz. Neden? Sınıfın üretimdeki koşulları buna izin vermez de ondan. Çünkü “egemen sınıf” olabilmesi için proletaryanın fabrika üretimi koşullarından kurtulması gerekir. Hem bütün gün fabrikada çalışıp hem de “egemen sınıf” olmak mümkün değildir. Proletarya “egemen sınıf” olabilmek için fabrika üretimini bıraktığı anda da zaten proletarya olmaktan çıkmıştır ki, hele kapitalist sınıfın devrildiği koşullarda fabrika üretimini bırakmak hiç gerçekçi bir tutum değildir. Zaten böyle bir şey de olmamıştır. Tam tersine…

Üçüncüsü, zaten Lenin de “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” derken sınıfın bütününü kastetmemektedir. Ona göre, “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya”dan, bu proletaryanın “temsilcileri”, yani Bolşevikler anlaşılmalıdır. Bu, “temsilcileri” devleti yöneten proletaryanın eski üretim koşullarının devamı anlamına gelir. Ne var ki, bu durumda, devleti yöneten “temsilcileri” (ki, bu temsilcilerin bir kısmı üretimi bırakıp devlet işlerine seferber edilmiş işçilerdir) ile üretimdeki proletarya sınıfı arasında çelişmeler doğması kaçınılmazdır. Örneğin, proletarya, üretimin yerine ücretlerinin arttırılmasını, proletaryanın “temsilcileri” ise ücretlerin yerine üretimin arttırılmasını isteyecektir. Bu çelişmenin tek çözümü, üretimdeki proletaryanın, fabrikaların yeni sahipleri olan “proletarya temsilcilerine” karşı grev hakkına sahip olması ve gerektiğinde bu hakkını kullanmasıdır. Hay allah! Grev hakkı yoktur artık, kaldırılmıştır. Neden? Proletarya “kendisine” karşı grev yapmayacağına ve yapamayacağına göre “grev hakkı” da kadük olmuştur. Böylece proletarya, “temsilcilerinin” iktidarı altında, yüz yıllardır mücadeleyle kazandığı ve burjuvaziye karşı kullandığı en önemli sınıf mücadelesi silahından yoksun bırakılmıştır.

Gerçek, üretimdeki proletarya, “proletarya diktatörlüğü” adına haklarından yoksun bırakılmış ve baskı altına alınmıştır.

Buna itiraz eden işçilerin başına neler gelir? “Proletarya diktatörlüğü”nü koruma adına kurulmuş gizli polis örgütü bu tür işçileri tutuklar ve “proletarya” ya da “halk” düşmanı olarak içeri atar. Sonuçta, üretimdeki proletaryanın, proletarya diktatörlüğü altında yalnız ekonomik mücadele araçları elinden alınmamış, hakları için mücadele etmesi de “proletarya diktatörlüğü” rejimi tarafından zor ve baskı yoluyla önlenmiştir.

Sonuç olarak, “proletarya diktatörlüğü”nün proletarya üzerinde bir diktatörlük olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Günümüzün Leninist ve Stalinistleri, belki de bu gerçek yüz yıl içinde apaçık ortaya çıktığı için “proletarya diktatörlüğü” kavramını kullanmaya çekiniyorlar. Bu arkadaşlar, genelde reformcu oldukları gibi, kendilerine karşı da reformcudur. İslam, nasıl reform kabul etmiyor ve örneğin islamda reformu net bir şekilde savunan İhsan Eliaçık gibi devrimci Müslümanları dışlıyorsa, bu arkadaşlar da, Marksizm-Leninizmde reforma gitmek yerine, böyle bir reformu savunanları susturup dışlama ya da en azından duymazdan gelme yoluna gidiyorlar.

Lenin’in deyişiyle “proletarya diktatörlüğü kanunla sınırlandırılmaz bir diktatörlük”tür. Aslında bütün diktatörlükler böyledir, yani kanunla sınırlandırılmamak diktatörlüklerin ortak temelidir. Bugün, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ı, yasal olarak bağlı oldukları AİHM’nin kararına rağmen, kanun tanımaz bir şekilde rehin tutmaya devam eden Türkiye Hükümeti’ni uyaran 10 büyükelçiyi “persona non grata” ilan ederek ülkeden çıkartmaya hazırlanan Türkiye’deki oligarşik diktatörlük örneğinde olduğu gibi. (GÜN ZİLELİ - www.gunzileli.net - gunzileli@hotmail.com)

Daha yeni Daha eski