ZAAF

Eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise bir türlü ortaya çıkamadığı bir değersizleşme, bir çürüme, bir nihilizm dönemi yaşıyoruz (Gramsci)

Milyonlarca insanın bütün günü, korkunç düzeye ulaşmış zamları, geçim sıkıntısını, yaşayamıyor oluşu, yoksunluğu düşünerek, gittikçe derinleşen bir depresyonun içinde debelenerek geçiyor. Milyonlarca insanın neredeyse tüm sohbeti bu açmaz üzerine kurulu. Ve yine milyonlarca insan her gün daha şiddetlenen bu girdaba karşı harekete geçemiyor.

Eylemsizlikten mustaribiz. Yıllardır bu böyle… Bu, AKP’li yılların bilhassa yakın döneminin bir ezberi olmuş durumda. Lakin son yıllar için mutlaka bir antrparantez açmak şart. Keza o parantezin içinde sıkışmış hâldeyiz. Bu parantezin önümüzü kapatan eğrisini devirmek bir görev.

Tüm geceler ve gündüzler boyunca yola, yemeğe, sigaraya, kiraya, borçlara, market alışverişine vereceği parayı düşünen insanları bu kısıta alıştıran şey ne? Asgari ücrete gelen zammı bile ufak bir sevinçle değil de “acaba beni işten atarlar mı?”, “her şeye zam yapacaklar yine”, “maaşın bir kısmını elden geri alırlar” kaygılarıyla karşılayan yoksulları ne tutuyor cansız gibi uzandıkları o uçurum diplerinde?

Sadece iktidarın acı kuvveti mi, kudreti mi? Yalnızca korkular mı?

Yoksa ortada bundan daha da etkili bir silah mı var? Aç karınları, bitkin ruhları, dalgın bakışları “başka bir dünya” özleminden öte tutan…

Elbette uzun zamandır tek başına devlet anlamına gelen, hayatın her alanını ağına dâhil etmiş, ne varsa bu ülkede etkilemiş ve etkilemekte olan iktidarın gücü, ondan duyulan korku mühim bir etkendir. Bu göz ardı edilemez.

Daha can sıkıcı olan şey meselenin bundan fazlası olması.

Türkiye’de iki taraflı bir illüzyonun tasallutu var hayatın akışı üzerinde. Türkiye siyasetinde müthiş bir sıkışma var aşılamayan. Türkiye siyaseti artık bu sıkışmanın idaresi sanatından ibarettir hatta. Sıkça bahse konu olan o (sözde) kutuplaşma işte salt bu sıkışmayı yönetme/ yürütme/ yeniden üretme üstünden alınan paylarla mündemiç.

Evet, biz Türkiye’de gerçek anlamda bir kutuplaşma olduğunu düşünmüyoruz. Tıpkı fazlaca politize görünen toplumumuzun esaslı bir anlamla politik olabildiğini düşünmediğimiz gibi.

Bu politika, düzenin hatta düzen siyasetinin de tek bir unsurunun gündemine, ihtiyacına, hırsına, planına projesine göre dizayn ediliyor. Tek bir odak dışında Türkiye’de (Türkiye gibi büyük, köklü, siyaseten uzun bir “iç harbin” arenası olan bir ülkede) siyaset üreten başka bir taraf (ya da taraflar) olduğunu söyleyebilmek ne yazık ki güç.

Devrimci hareketlerin uzun zamandır süren ve objektif/ sübjektif birçok sebebi olan etkisizliği bir yana burjuva muhalefetinin de siyaset üretmekte zorlandığı ve çoğu kez de daha beteri siyaset üretme niyeti olmadığı aşikârdır.

İşte bu kaygıyla ve içselleştirmeyle bulanık uyuşukluk, iktidarın köşeye sıkıştığı her anda, her dönemeçte kendini kurtaracak araçları bulup çıkarabilmesine olanak ve vakit sağlıyor.

20 yıldır ülkeyi yöneten bir partinin (yanına MHP’yi de hem kendisi hem MHP için harika bir zamanlamayla almış bir partinin), devlet olmuş, tamamı anlamına gelmediği hiçbir kurum, hücre kalmamış (kendinden başka devlet fraksiyonu bırakmamış yani) bir siyasi odağın, ideolojik mevzilenmeyle ve ekonomik payelerle de -iş, yardım- halkın önemli bir bölümünü hep arkasında tutabilen bir kutbun fırsat verilirse bir yol bulamayacağını ya da yeni bir yol açamayacağını kim söyleyebilir ki?

Neredeyse tüm medyayı elinde tutan bir güç kâh ekonomik palavralarla kâh ustalaştığı bir tuhaf illüzyonla ya da milliyetçi heyheylenmelerle hâlâ milyonlarca insanı etkisi, kanadı altında tutuyor.

Ama bir illüzyon daha var.

O da muhalefetin kendi tabanı üstünde şiddetlendirdiği sihir: “Gidiyorlar”, “sokağa çıkmak iktidarın işine yarar”, “kendi kendilerini bitiriyorlar”.

Bunun ne ağır bir vebal ve ne boş bir “özgüven” olduğunu doları düşürme operasyonunun çekildiği gece bir dakika içinde kaptırılan moral/ psikolojik üstünlükle gördük.

Yılbaşından itibaren sökün eden zam yağmuruyla, AKP’nin kazandığı psikolojik üstünlükte tekrar bir sendeleme olmuşsa da aynı “bekleme” siyaseti yürürlükte olduktan sonra bu ne işe yarar?

Nereye kadar?

İktidarın allame-i cihan olmadığı, siyaset üstatlarından kurulu bir toplam olmadığı son derece açık. Hatta bu iktidar gerçekten de bir “liyakatsizler” ve çıkarcılar bileşenidir. Bu iktidar -kendi tabanlarınca da inkâr edilemiyor- her zerresiyle yozlaşmıştır. Ve bu iktidar, evet, beceriksizdir.

Lâkin muhalefet ondan da beceriksiz ve ondan da liyakatsiz olmayı becerebilmiştir.

Biteviye kurulan “ANAP” analojisiyle hâlâ gün geçiren, AKP ve Erdoğan’ın kendine özgülüğünü, iktidarda olmadan -hem siyasi emelleri itibariyle hem de rant müşterekinin çıkarları gerçeğiyle- bir hiçe dönüşeceğini ve iktidardan düşmemek için akla hayale gelmeyecek her şeyi yapabilecek bir politik akıl olduğunu (bunca tecrübeye karşın) görmeyen/ göstermeyen bir siyaset.

Pandemi bunalımıyla ekonomik çöküş/ siyasal tıkanıklık çakışmıştır. Bunun herhangi bir itkiyle (ya da belki bir “dış” çaba olmadan da) kaosu, kitlesel devinim ve çalkalanmaları örgütleyeceği pekâlâ düşünülebilir. Kitleleri bir politik cenahtan başka bir politik cenaha taşıyabileceği de.

Lakin Türkiye halkı artık eski Türkiye halkı değildir. Hayır, burada klasikleşmiş ve bazı yönleriyle de mesnetsiz olan “Eski Türkiye”-“Yeni Türkiye” “geyiğini” tekrar etmiyoruz.

Bizim için bu “eski”-“yeni” meselesinde gerçekçi ve mühim olan başlık toplumun örgütsüzleşmesi ve politik bilinç/ uyanıklık/ tepkisellik bakımından geçmişle mukayese edilemeyecek düzeyde geri düşmüş oluşudur. Ve bu ricat, epeydir muhalefetin vadettiği sahte gül bahçeleriyle kendine bir kafa konforu da sağlıyor artık…

Tarih akıyor ve biz bunun parçasıyız. Toplumlar tarihinde her şey birbiriyle ilişkilidir. Her kazanım her yenilgi birbiriyle bağlantılı. Her kuşak, bir öncekinin ileri adımları ve bunalımlarıyla büyüyor, yürüyor. Tarihin bu durağında en zayıf halde olmamız bir andan itibaren durmadan geriliyor oluşumuzla ilgilidir. Kaybedilen mevziler önce yavaş yavaş kaybediliyordu. Kalanlara tutunarak idare edebiliyorduk belki. Sonra bir gün geldi ve kayıplar müthiş hızlandı, şahit olduklarımızla bir şoka girmiş bulunmaktayız bugün. Gözlerimiz fal taşı gibi açık, dilimiz lâl.

Barikatı geri çeke çeke artık geri çekilecek bir yer kalmadığının o acımasız, soğuk yüzüyle karşı karşıya kaldık.

Bundan sonrası (nüveleri hızla görülen) ya bitimsiz bir yozlaşmadır ya da cesur bir ileri atılım.

Üçüncü bir yol, durup dinlenilecek bir gölge kalmamıştır.

AKP bir şekilde gidecek olsa bile sosyalist sol için yukarıdaki şıklar orta yerde duracaktır. Ya başka siyasetlerin basit bir süsü olunacak ya da kendi varlığıyla, benliğiyle, siyasetiyle, kendi kutuplaşma çizgisini dayatarak bir ileri atılım sağlanacak.

Ya zaaflarla ölünecek yahut zaaflara vurulacak.

Büyük bir tarihimiz var, o nasıl vurulacağını da öğretir, geçmişte hangi yanlışların yapıldığını da. Unutulmamalıdır ki bu toprakların devrimci hareketi Avrupa’nın en diri, en güçlü, sürekliliği olan, kökü, izi, kanı, geleneği toprağında hareketidir. Sağa sola bunca bakarken biraz da dünyanın en özgün pratiklerinden biri olan bu pratiğe de bir dönülüp bakılmalı. Yani bugün “merkez sol”un bile giremediği yerlerde ya da belki daha dün dincilere kaptırılmış olan yerlerde bir zaman bir volkan gibi patlamış olanlara bakmak gerek. Nostalji için değil. (İSMAİL GÜNEY YILMAZ - SENDİKA.ORG)

Daha yeni Daha eski