Türkiye pek ilginç olmayan, bir yaştan sonra insanın sık şaşkınlık yaşamadığı bir ülke. Hemen her konuda kimin ne tepki göstereceğini, o tepkiyi nasıl, hangi sözcüklerle sergileyeceğini öngörmek mümkün. Örneğin bu yazının başlığını gören ve Diken’in düzenli okuru olmayan bir sağcı-ulusalcının zihninde, muhtemelen ‘kimlikçi’, ‘etnikçi’, ‘Kürtçü’, ‘iltisaklı’ sözcükleri dolaşmaya başlayacak ve yine muhtemelen, örneğin ‘foncu’ sıfatı, diğerlerine eşlik edecek.
O muhteremin zihnindekilerinin bir bağlamı, temeli, tutarlılığı, haklılığı olması gerekmiyor, ya da ‘kimlikçilik’ ithamı üzerinde yeteri kadar düşünmesi, ne dediğini bilmiyor ve o konuda üç-beş dakika olsun konuşamayacak oluşu, hiç önemli değil.
Hemen hemen aynı kumaş ve düzeyin, yazarı çizeri, siyasetçisi, sosyal medya külhanbeyi ve kamuoyu önderi versiyonları mevcut. Herhangi bir konuyu okumak, bilmek, dinleyip öğrenmek istemiyorlar. Tüm konular ve hiç kuşkusuz ‘siz’ dahil herkes hakkında sarsılmaz bir kanaate sahipler. Özellikle sosyal medya devrinde kamusal tartışmayı zorlaştıran, çoğu zaman imkânsız hale getiren bir durum/tutum bu.
Tartışabilmek için önce tartışmayı istemek, bir şeylerden kuşku duymak, az da olsa kafa karışıklığı yaşamak gerek. Karşınızda mütemadiyen tebliğ eden birileri olduğunda diyalog mümkün değil. Sonu ‘dir’, ‘dır’, ‘mektedir’ ve ‘maktadır’ ile biten cümlelere yoğun biçimde maruz kalmak herkesi yorar ve muhatabı konuşmaya teşvik etmez. Yinelemek isterim, önce kafa karışıklığı gerekiyor, merak gerekiyor, istek gerekiyor, muhatapla eşitlikçi ilişki kurmak gerekiyor anlamak ve dinlemek için.
Peşrevi uzatmamın nedeni, başlıktaki konunun da eninde sonunda ‘anlatma’ ve ‘dinleme’yle ilgili bir yönü olduğunu düşünmem.
‘Irkçılık’, ‘faşistlik’ gibi ağır, baş belası kavramları kolayca sarf etmek zararlı ve insanı genellikle yanlış yere götürür. Her kavramın bir tarihi, ait olduğu bir düzey ve kendi bağlamı var. Birinin ırkçı söyleme meyletmesi için her zaman ırkçı olması da gerekmez. Bir insan faşist ya da ırkçı değildir, hatta bunların vahim durumlar olduğunu düşünüyordur, buna karşın faşizan ve ırkçı eğilimlere, dile sahip olabilir. Bir de, örneğin bir kasiyerin sahip olduğu faşizan eğilimlerle, bir siyasetçinin ırkçı eğiliminin toplumsal-siyasal etkisi bir değil. Evde, konu komşu arasında dedikodu yaparken ırkçı sözcükler sarf edilmesiyle, aynı sözcüklerin örneğin bir parti toplantısı ya da parlamentoda dile gelmesinin bambaşka sonuçları olur. Gelin görün ki, o parlamentoda, o parti toplantısında ya da siyasi polemiklerde sergilenen ırkçı eğilimler; evde yapılan o dedikoduda, o kasiyerin dilinde, bir esnafın zihniyetinde, en masum görünen insani ve toplumsal ilişkiler içinde mayalanıyor.
Hepimizin çok sevdikleri var, eşimiz dostumuz, ailemiz, edebiyatçımız, şarkıcımız, köşe yazarımız vs. Çok sevdiğimiz ve aslında iyi kalpli insanlar, ırkçı-mezhepçi eğilimlere sahip olabilir ve üstelik bunun pek farkında olmadan. Bakın son zamanlarda kimi şöhretlerin açıklamalarına, sosyal medya paylaşımlarına; büyük hayal kırıklığı yaratıyor takipçilerinde, sevenlerinde. Ya da, bir kısmında! Bir insanın bir gün, sevdiği birinin son derece faşistçe ve çiğ bir yanı olduğunu fark etmesi, bunu kabullenilmesi hiç kolay değil.
Mezhepçi tanışlarım oldu. Hatta büyüdüğüm muhit epey mezhepçiydi. İyi insanlar, hatta çok iyileri vardı içlerinde, mezhepçiliğin ne olduğunu bilmeseler de öğrendikleri şey buydu, kendilerine hiç zarar vermemiş ve verme ihtimali olmayan insanlarla aralarına sırf mezhepleri nedeniyle mesafe koyarlardı. Bizler aynı yerde yaşayan, ayrı dünyaların insanlarıydık! Bilinçli olmadan ırkçılık, mezhepçilik yapan insanların sayısı, muhtemelen bilinçli olanlardan çok daha fazla. Tabii aradaki sınırı çizmek her zaman o kadar kolay değil, kabul etmek gerek.
Türkiye’de üstü kapalı, çoğu zaman dile getirilmeyen mezhepçiliğin ve ırkçı eğilimlerin, yakası açılmadık ayrımcılıktan daha sık karşılaşılan bir durum olduğunu varsaymak, herhalde çok yanlış olmaz. Sünni-Türklük üzerine kurulmuş devletin toprağındaki muhtelif eğitim tornalarından böyle bir ürün çıkıyor nihayetinde. Bu çoğu zaman örtük, zaman zaman pervasızlaşan söz konusu eğilimle her alanda ve her an karşılaşmak mümkün.
Örneğin, sizce cumhurbaşkanı anketlerinde Kılıçdaroğlu’nun oy oranının iki belediye başkanından daha düşük çıkmasının gerekçesi nedir? İki belediye başkanının üstün yönetme yetenekleri mi, yoksa hemen hiç kimsenin dile getirmediği ancak gayet iyi bildiği ‘o’ gerekçe mi? Şu ‘helalleşme’ ve “Demokrasinin yolu Diyarbakır’dan geçer” gibi çıkışların bir kesim CHP’lide neden olduğu rahatsızlığın boyutunu görmek güç mü?
Hiç kuşkusuz, ömrümüzü palavralarla, yalan dolanla geçirmek mümkün ve çok konforlu bir yanı var bu tercihin. Örneğin Kürtlere yönelik farklı ölçüdeki olumsuz tavırları, her durumda HDP ya da PKK’yla ilintili açıklamak en yaygın tavır. Oysa aslında herkes biliyor ki, birkaç gün önce olduğu gibi sokaktaki Kürtçe müziğe gösterilen ‘resmî’ tahammülsüzlüğün, Kürtlerin eşit yurttaşlık taleplerine karşı sert tepkilerin ve ‘çözümsüzlük’ hevesinin, ne yalnızca HDP ile ne de yalnızca terörle ilgisi var. Mesele, insanların kendi kimlikleriyle, gizleyip saklamadan, diliyle, kültürüyle yaşamak istemesi, bir başka deyişle, kuruluş ayarlarıyla oynaması. Eşcinseller konusunda olduğu gibi… Gizliyken sorun yoktu, ne zamanki kimlikleriyle yaşamak istedi insanlar, o günden itibaren düşmanlık güdülüyor.
Kürt sorunuyla şu ya da bu ölçüde ilgilenen insanlara, insan hakları savunucularına ya da yazar-çizere ‘kimlikçi’ etiketi yapıştırmak ile örneğin HDP’li belediyelere atanan kayyımlara tepki göstermemek, içten içe ya da açıktan sevinmek, aynı/yakın eğilime sahip olanların tutumu. Bunların bir kısmı kendisini ‘solcu’ olarak tanımlıyor ki, ziyade olsun. Hem emeğinin karşılığını talep eden bir kuryenin, hem de yurttaşlık haklarından mahrum bırakılan bir Kürt ya da Alevi’nin yanında durmanın mümkün ve gerekli olduğunu anlamak istemeyenler, ya da anlamazdan gelenler az değil. Bu yaşıma dek defalarca tanık olduğumu bilmezden gelecek değilim ya, “Kürtlerden hazzetmiyorum” demeyi kendine yediremez, “Kimlikçilik yapılıyor” der ve bunu da marifet sayar!
‘Kimlik’ önemli ve sosyal bilimlerde tutmuş bir tartışma konusu, ancak Türkiye’de tanık olunan kimlikçilik ithamı, çoğu zaman olup biteni görmemenin, suskunluğun, tepkisizliğin en şık mazereti. Oysa, cenazesi bir hafta boyunca kaldırımdan alınamayan bir kadını ve çoluk çocuğunun halini, helikopterden atılan köylüyü, sınırda uçaklarla bombalanıp öldürülen onlarca insanı, çocuğunun cenazesini buzdolabında saklayanları ve daha nicelerini görüp de bunu dert edinmek, kimlikçilik filan değil; böylesi siyasi/insani felaketleri bilerek susmak, görmezden gelmek, en hafif tabirle sahtekarlıktır.
Bizler ne etle tırnağız, ne de zamanında söylendiği gibi kaynaşmış sınıfsız bir kitleyiz. Sınıflı bir toplumda, milyonlarca insanın arsızca sömürüldüğü bir düzende yaşıyoruz. Çokça inanç ve etnik kökenin var olduğu ülkede, hâkim inanç ve kökenin diğerlerini sindirdiği, görmezden geldiği, görmezden gelemeyip de zaman içinde etkisizleştirdiğine mecburen ‘renk’ adını verdiği, kontrol etmeye çalıştığı, edemediğini baskıladığı bir düzende. Birlikte, barış içinde, inan gibi yaşamak için et ve tırnak gibi kaynaşmaya gerek yok, herkesin eşit yurttaşlık haklarına sahip olduğu ve aç gözlü sermayedar tarafından sömürülmediği, eşitlikçi bir anayasal-siyasal düzen kurmak yeterli.
İstiklal Caddesi’nde Kürtçe müzik yapan gençlere yönelik ‘emniyet’ tavrını seyretmeyen yoktur. Genç emniyet mensuplarının hali, konuşma şekilleri, özgüvenleri, hiç kimsenin hesap sormayacağını bilmekten kaynaklanan rahatlıkları. Böyle bir yetkileri var mı, yok. Yetki kaygısı taşıyorlar mı, hayır. Genel kamuoyu desteğini arkalarında hissediyorlar mı, evet, hiç kuşkusuz. O rahatlık ve pervasızlığın gerisindeki ‘tarihi’ görmek çok zor olmasa gerek. Sorun, kendisini dev aynasında gören o genç kamu görevlilerinde değil, o tarihte. O tarihin inkârında. Yalan dolanla yaşama ısrarında. En somut tarihsel gerçekleri dahi yok saymakta.
Her şeyi bir yana bırakalım, onca belediyeye kayyım atandı, milyonlarca yurttaşın oy hakkı yok sayıldı ve hiçbir şey olmadı memlekette, hiçbir şey. Koyu mu koyu bir suskunluk. Şu halden hiç rahatsız olmayacaksın, umursamayacaksın, hatta içten içe memnuniyet duyacaksın, sonra etle tırnak… Yalanla, inkarla yaşamak iyi bir şey değil, kimseye, insana, topluma, ülkeye bir yararı yok. Olsa, Türkiye’ye olurdu. (MURAT SEVİNÇ - DİKEN.COM)