SAVAŞ, BARIŞ VE CESARET

Savaşın mekanizması bir kez çalışmaya başlayınca barışı vazeden imkân ve argümanlar hepten işitilmez ya da dikkate alınmaz hale gelir. Tarafların propaganda savaşına hizmet etmeyen bilgi ve haberlerin önce sesi kısılır, sonra duyulmaz hale getirilir. Bir bilgi, bir fikir ortaya koymanızdan ziyade, tarafgirliğin gereği olarak ötekine “saydırmanız” beklenir. İşte böyle anlarda –hele de oturma odalarımızdan konuşuyorsak- belki de en iyisi, biraz geri çekilip olan bitenleri serinkanlılıkla takip etmeye ve tarihsel bir perspektif içine oturtarak anlamaya çalışmak oluyor.

Zaten “Sahada yarın öbür gün neler olur/nasıl olur” gibi, medyanın ve kamuoyunun anlık tüketim ihtiyaçlarını beslemek dışında yarına anlamlı bir iz de bırakmayacak ve 72 saat sonra muhtemelen unutulacak soruların cevaplarına odaklanmanın ne kadar manası var, bilemiyorum. Özellikle de böyle bir felaketin Avrupa’nın dibinde yaşanabileceğine 3-5 ay önceden değil, 5 yıl önceden başlayarak defalarca işaret eden yazılar kaleme almış biri iseniz...

Savunucusu olduğunuz barış yenik düştüğünde, olguları eğip bükmeden, fikrinize uydurmaya çalışmadan olan biteni kritik edip kavramak ve bundan 3-5 yıl sonrasına bakabilmek adına kendinizi bir süre “nadasa bırakabilmek” en iyisi belki de.

“Siz benim n’aapmamı istiyorsunuz?”

Ben bu günlerde böyle yapıyor ve gelişmelere dair bilgi ve yorumları, bölgenin veya konunun hakiki uzmanları sayılabilecek Hazal Yalın, Aydın Sezer, Deniz Tunç Kalyoncu, Ceyda Karan, Hakan Güneş gibi –yer yer çok farklı bakış açıları ortaya koyabilen- isimler ile ihtilafın sahnesi coğrafyaların bizde pek itibar edilmeyen açık kaynakları ve medya kanallarından almaya çalışıyorum. Kıymetli bilgiler edinmeye çalışırken yer yer canım sıkılmıyor da değil. Mesela, meseleyi 2007’deki Münih Güvenlik Konferansı’ndan alıp tane tane izah etmeye çalışan Aydın Sezer’i “siz benim n’aapmamı istiyorsunuz?” şeklinde (26:45’te) isyan ettiren yavuz uzmanlığa (!) üzülmeden edemiyorum. Türk dış politikasının son yıllardaki savrulmalarını en iyi kavramış isimler arasında olan ve Ukrayna Krizi’nde de en serinkanlı analizleri yapmaya çalışan bir kişiyi uzman konuk olarak ekrana davet edip derinlikli bilgisinden istifade etmek yerine gelip geleceğine pişman etmek... Burası hakikaten tüm mahallelerinde herkesten tek tip düşünmesinin istendiği bir ülke!

Zaten önümüzdeki 3-5 güne yönelik Ukrayna meselesinde neyi merak edeceğiz, neyi bekliyoruz, onu da pek bilemiyorum. Memleketimizdeki en büyük tarikatın, hâlâ ve her şeye rağmen Natosevicilik olduğu bir kez daha tescillendi, onu merak etmiyoruzdur artık diye düşünüyorum. Kiev’in hangi gün düşeceğini, iktidar destekçisi NeoNazi’lerin ne zaman tamamen çözüleceğini ya da Zelenski’nin ne zaman Lviv’e, ardından da ne zaman Londra’ya geçeceğini mi merak edeceğiz? Ölü sayılarının ne mertebelere tırmanacağını mı yoksa taraflar arasında bir ateşkese bir mutabakata ulaşılıp ulaşılmayacağını mı öğrenmek istemeliyiz? Ya da “Putin’in bir sonraki hamlesini” mi öngörmeye çalışmalıyız? 

Kartları hep açık oynadılar

Görebildiğim kadarıyla, Rus lider bütün kartlarını 2007’den bu yana açık oynadı. Aslına bakarsanız, Biden da bu açıdan farklı değildi. Halihazırda bir NATO üyesi olmayan Ukrayna’ya savaşmak üzere ABD askeri göndermeyeceklerini söylüyordu. Altını çizerek tekrar vurgulamakta yarar var, Biden ülkesinin Ukrayna safında savaşa girmeyeceğini net olarak ifade ediyor, sadece Rusya’ya sert yaptırımlar ilan edeceğinden ve İttifak üyesi Doğu Avrupa ülkelerine daha fazla asker sevkiyatı yapacağından dem vuruyordu.

Nüfusunun yüzde 18’i etnik Rus olan ve yüzde 63’ü Rusça konuşan bir coğrafyaya doğru genişleme planları yapıyormuş gibi görünse de, NATO’nun, daha üye adaylığı bile bulunmayan bir ülkeyi savunmak üzere yekpare bir blok olarak Rusya’nın karşısına dikilip savaşmayacağı da gayet net idi. (NATO’nun bırakın Ukrayna için savaşmasını, sınır sorunları olan ve topraklarının belirli bir kısmı teknik olarak işgal altındaki bir ülkeyi sözleşmesi gereği üye olarak İttifak’a alamayacağı bilinmiyor olabilir miydi, zaten?)

NATO’nun bir başka istikrarsızlaştırma planı

Post-Sovyet coğrafyalarda 1990’ların sonlarından itibaren mevzi kazanarak genişleyen NATO, sınırına yaklaştığını ve yeniden güçlenmekte olan Rusya ile bir noktada restleşileceğini ve bunun sonunda Ukrayna’nın dizginleri ele alma arzusundaki Rusya’nın “etki alanına” (sphere of influence) doğru yönelmesinin engellenmesinin pek mümkün olmayacağını biliyordu. Piyasa analistlerinin kullanmayı pek sevdiği tabirle, Batı aslında bu senaryoyu çoktan “satın almıştı.” Amaç Putin’e de satın aldırmak ve Rusya’yı uzun yıllara yayılacak bir istikrarsızlaştırma planını Moskova’nın “de-militarization” ve “de-Nazification” operasyonu uygulayacağı Ukrayna üzerinden devreye sokmaktı. Ukrayna ABD ve İngiltere tarafından, Rusya’yı istikrarsızlaştırma planının kurbanı, gelecekteki “zayıf halkası” olarak seçilmişti. Toplumlar arasında nefret filizlerinin serpilmesine olanak tanıyacak bir “inception” (başlangıç) idi “invasion” (işgal.) Herkes rolünü gerektiği gibi oynarsa, bu filizler savaşın katkısıyla büyüyecek ve savaşla gelecek yaptırımların da etkisiyle Rusya’nın batıdan başlayarak istikrarsızlaştırılmasına hizmet edebilecekti.

Böylece ABD’nin “en büyük hasmım” diye düşündüğü Çin’e onun Avrupa’ya uzanan müttefiki üzerinden darbe indirebilmek de mümkün olacaktı. Bu yapılırken, -geçen hafta daha ayrıntılı anlattığım üzere- yaşlı kıtayı Çin’e uzandırma gayretindeki ve Doğu Avrupa ülkelerini de böyle bir perspektifle aynı vizyonun çekim alanına dahil etmeye girişebilecek Rus-Alman yakınlaşmasının da olabildiğince çözülmesi, herkesin “aslına rücu etmesi” sağlanacaktı.

Durum buysa, peki o halde, Ukrayna liderliğinin bu göz göre göre “ölüme yürüme” cesareti (!) nereden kaynaklanıyordu? Neydi mesela, Ukrayna Savunma Bakanı’na “Rus askerleri Ukrayna ordu üniforması giyerek ya da sivil kıyafetler giymiş olarak karşınıza çıkabilir, dikkat” dedirten ve sonra sivillere 15 bin tüfek dağıttırıp sokağa salarak kardeşi kardeşe kolayca hedef yaptıracak cesaretin (!) kaynağı?

Nasıl bir cesaret (!)

Ve en başta, Zelenski’yi olası bir savaşta Batılıların koştura koştura ülkesine yardıma gelecekleri yanılsamasına sevk eden neydi? Batı’dan Rusya’nın devasa askeri gücüyle kıyaslandığında her durumda cılız sayılabilecek bir destekten ötesini alamayacağını, alsa bile NATO ülkeleri temelli silah ve mühimmatın Rus Ordusunun öncelikli temel askeri hedefleri olarak tespit edilip imha edileceğini nasıl göremezdi? Kendisini ve tezlerini yüzde 100 haklı bile görse, bir lider ülkesini parçalanmaya, bir milleti kolay kolay toparlanamayacağı bir felakete sürükleyebilecek aptalca bir cesareti (!) nereden neye güvenerek alırdı?

Nasıl oldu da vatandaşlarına bu denli rahatça, “bizim Avrupa’yı savunma cesaretimiz var, umarız Almanya ile Macaristan da aynı cesareti gösterecektir” benzeri, temeli olmayan laflar söyleyebildi? Gerçi, Dr. Habibe Özdal’ın Zelenski’yi iktidara getiren, onu orada tutan koalisyonu ve bir anlamda “zamanın ruhunu” tarif ettiği söyleşisini okuyunca, Ukrayna Devlet Başkanı’ndan krizin en azından başlarında daha farklı bir tutum beklemenin zor olduğunu anlayabiliyorum.

Ama zaman geçtikçe ve Ukrayna’nın aslında bir “inception” coğrafyası olarak seçildiği iyice ortaya çıktıkça, nasıl oldu da gözlerine perde çekti ve cesareti (!) giderek körleşti Zelenski’nin? Putin 21 Şubat tarihli konuşmasını yaptığında ve “oyunu da tuzağı da görüyor ve artırıyorum. Hepsini bozacağım,” demeye getirdiğinde hangi dönemecin geçilmekte olduğu nasıl bir ateşe yürüneceği belirginleşmemiş miydi?

Hepsinden önemlisi, daha büyük cesareti barış için ortaya koyma zamanı gelmemiş miydi? Minsk Protokolleri’nin uygulanmasıyla kazanılacak bir barış ile Ukrayna üzerindeki senaryoları herkesten önce bozmuş olmayacak mıydı? Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel, eski Fransa Başbakanı François Holland ve bağımsız eski Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroshenko’nun gözetiminde yürüyen görüşmeler sonucunda, altında AGİT gözlemcisi (İsveçli diplomat Heidi Tagliavini) ile ayrılıkçı yönetimlerin liderlerinin yanı sıra Ukrayna eski Devlet Başkanı ve görüşmelerdeki Ukrayna hükûmet temsilcisi Leonid Kuchma’nın da imzasının bulunduğu Minsk Protokolleri’nin uygulanmasıyla…

Barış daha büyük cesaret istiyor

Farklı bir tarihsel dönem, farklı olaylar, ardında bambaşka motivasyonlar söz konusu olmasına rağmen, 32 yıl önce Saddam Hüseyin’de görmüştüm benzeri bir cesareti (!). 1991 yılında Irak liderliğinin “yanlış hesabı Bağdat’tan dönmüştü.” Irak Devlet Başkanı’nın zamanında atamadığı bir adımdan ötürü bir milletin tepesine bir ayı aşkın bir süre gökyüzünden bomba yağmış, ülkenin altyapısı ve askeri mekanizması bütünüyle imha edilmiş, yüzbinlerce insan hayatını kaybetmiş, daha da kötüsü 22 yıl alacak acılı bir sürecin sonunda bir vatan topyekûn işgale uğramış, yoksullaşmış ve pimi kolayca çekilen bir mezhep savaşına sürüklenerek adım adım parçalanmıştı. Kutsal metinlerden referanslarla süslediği yoğun belagat yüklü demeçlerinde vatandaşlarına “cesaret kardeşlerim” diyen ve dünyayı yardıma çağıran Saddam Hüseyin’in saflarına kimse gelmemiş ve o “cesaretin” bedelini bütün bir toplum acı bir biçimde ödemişti.

Eğer ufukta kaçınılmaz bir felaketin kara bulutlarından başka bir şey görünmüyorsa, galiba asıl cesaret, birilerinin gazıyla savaşa yürümekte ve kendi halkına o yanlış hesabın bedelini ödetmekte değil, geç kalmadan barışın imkanlarını kucaklamakta ve insanların felakete sürüklenmesini engelleyebilmekte!

Evet, paradoksal gibi görünse de galiba asıl barış daha büyük cesaret gerektiriyor, savaş değil! Umalım ki, savaşın tüm bu toz dumanı arasında barışın imkanı yeniden belirdiğinde koşarak kucaklansın! (AKDOĞAN ÖZKAN - T24)

Daha yeni Daha eski