Birinci yazının sonunda, “önce kuşbakışı son yirmi yıldaki çalışmalarımın hangi sorunlara bağlı olarak, nerelerden nerelere gittiğini, nerelerde yoğunlaştığını, hangi çıkmaz sokaklara saptığını vs. kısaca açıklayalım” diye sözü bağlamıştık.

Bu yazıda, daha sonra daha ayrıntılı olarak ele alacağımız konulara ve sorunlara, yukarıdan “kuşbakışı” hızlıca bir göz atalım. Atalım ki sonra konu ve sorunların bütün içindeki yeri kaybolmasın, ağaçlardan ormanı görememe durumuna düşülmesin.

Ama önce karşı karşıya bulunduğum çok temel soruna ilişkin birkaç söz.

Kullandığım kavramlar, örneğin Millet, Milliyetçilik, Din, Tarikat, Mezhep, Toplum gibi herkesin de kullandığı kavramlar.

Ama bu kavramlara benim yüklediğim anlamlar ile bugün yaygın olarak insanların onlardan anladıkları tamamen farklıdır. Bu tamamen farklı anlamlar esas olarak şöyle bir farklılıkla tanımlanabilirler: Herkes bu kavramları normatif kavramlar olarak kullanıyor. Normatif, yani toplumu ve ilişkileri düzenleyen kavramlar olarak kullanıyor. Ben ise bu kavramları sosyolojik olgular karşılığı ve analitik kavramlar olarak ve sosyolojik analiz sonucu ortaya çıkan sosyolojik anlamlarıyla kullanıyorum. Yani ortada normatif ve analitik zıtlığı var.

Normatif (kural koyan, düzenleyen) kavramlar analitiği (kategorileştiren, analiz eden) açıklayamaz. Analitik kavramlar ise normatifi, normatifin niye var olduğunu ve öyle bir anlam içerdiğini açıklar.

Örneğin herhangi bir davranış için, “ahlakidir” dendiğinde, bu iki anlama sahiptir. Normatif anlamıyla ahlaki normlara uygun, ahlaklı demektir. Bir değer yargısı içerir. Analitik anlamıyla ise, “ahlaki kategorisi” (yani örneğin, siyasi ya da mimari kategorisinden değildir anlamında) ile ele alınabilecek ve anlaşılabilecek bir davranıştır denir, davranışın ahlaklı olup olmadığı sorun değildir. Bu önerme bir değer yargısı içermez.

İşte aynı kavrama ilişkin bu farklı kullanımlar, bu durum dediklerimin tamamen yanlış anlaşılmasına veya hiç anlaşılmamasına yol açıyor. Ancak sorun çok daha karmaşık. Keşke bu kadar kolay olsa. Ahlaki anlamlarla düşünenler, yani o kavramı ahlaki anlamıyla kullananlar, onun başka kategoriden bir olgu olabileceği, başka kategoriler de olabileceği tarzında bir kavrayıştan da yoksunlar.

Yukarıdaki kategorik örneğe göre daha somut bir örnek vermeyi deneyeyim.

Bugün herkes Din deyince “İnanç” diye bir kategoriyle tanımlıyor veya böyle anlıyor. İşin ilginci sadece böyle anlamıyor, bütün toplumsal bilimler de bu “inanç” kavramını sanki bilimsel bir kavrammış gibi, hatta bilimsel olarak bilimin, yani deneye, akla, kanıta dayanan bilginin tersi olarak bilimsel olarak tanımlandığını, yani hem içeriği ile hem niteliği ile bilimin ters bir kavram olduğunu düşünüyor.

Ben ise din inanç olarak tanımlanarak modern toplumda bir din kurulmuştur, dine inanç demenin kendisi bir dindir, yani dine inanç demek toplumsal ilişkileri düzenlemenin aracıdır. Yani dine inanç denerek din kategorisinden bir toplumsal olgu gerçekleştirilmiş olur diyorum. Dine inanç diyenler ise bununla, bilim kategorisinden bir önerme ifade ettiklerini ifade ediyorlar ve buna inanıyorlar.

Bu bakımdan din, analitik olarak “Üstyapı” dediğimiz şeyin ta kendisidir.  Din, “inanç” değildir, modern toplumda tüm toplumsal ve politik ilişkiler, dine inanç deme üzerinden şekillendiğinden, bu önerme bugünkü toplumun üstyapısının kilit taşıdır diyorum.

Ve bu kullanımım yani Din’in ne olduğuna ilişkin önermem, Din olgusunu tanımlamam ve Din kavramına yüklediğim anlam henüz bir Teori değil, bir Varsayım, Hipotez.

Zaten bu yazıda anlatacağım çalışmalar ve yapılması gerekenler bu Hipotezin kanıtlanması ve bir Teori haline gelmesi için.

Ama bu hipotezi olsun anlatabilmek için, onu doğrulanmış bir teoriymiş gibi kabul edip kavramları öyle kullanmak gerekiyor.

Bu da bizzat yine hipotezin dayandığı kavrayışın kendisinden zorunlu olarak ortaya çıkıyor, yani “din bir inanç değil, bir toplumun üstyapısıdır” dediğinizde, Üstyapı kavramı Altyapı dışındaki tüm toplumsal ilişkileri içerdiğinden, tüm kavramlarınız da dinseldir anlamına gelir. Yani bugün dini inanç anlamıyla tanımlama ve kullanmanın kendisi de dinseldir, ama benim “bu kullanım dinseldir” deyişim de dinseldir. Ama başka bir dinin, yani başka bir üstyapının, yani başka toplumsal ilişkilerin kavramıdır. Ulusları ve ulusçuluğu reddeden, onun alternatifi olan, bir üstyapının, toplumun ve toplumsal ilişkilerin kavramıdır. Yani bilimsel ve analitik kavram aynı zamanda geleceğin toplumunun normatif bir kavramı olmaya çalışmaktadır.

Yani pratik olarak yeryüzünde yaşayan milyarlarca insandan farklı ve sadece farklı da değil, karşı, onunla bir arada var olması mümkün olmayan, onu karşı bir dil ve kavram sistemi kullanıyorum.

Ve bu kullanım bir programdır. Çünkü bugünkü sistem bu normatif kavramın yaygın kullanımı ve toplumsal ilişkiler de buna dayandığından, bugünkü sistemin değişebilmesi için, benim ifade ettiğim sosyolojik anlamın ve toplumsal ilişkilerin öyle düzenlenmesi ve o anlamın egemen olması gerekir.

Yani okuyucu yazılarımı okurken aslında bildiği her şeyi unutup, başka bir sisteme geçmek zorundadır. Bu olağanüstü zordur.

İlişki biraz da suda yaşayan bir canlı ile havada yaşayan bir canlının ilişkisi gibidir. Birinin varoluş ve yaşam koşulu diğerinin ölüm ve yok oluş koşuludur.

Üstüne üstlük, sorun sadece bu kadar simetrik de değil, havada yaşayan (yani benim kullanımım) diğerinin suda yaşadığını, bu iki dünyanın bir arada olamayacağını bilmektedir ama suda yaşayan suda yaşadığını (dinin inanç olarak tanımlamanın bir din olduğunu ve kendilerinin de bu dinden dindarlar olduklarını) bilmemektedir.

Yani yazılarımız suda yaşayan ve suda yaşadığını bilmeyen bir canlıya suda yaşadığını ve suda yaşamaya devam ederse yaşama şansının olmadığını havadan söylemek gibidir. Adeta anlaşılmamaya yazgılıdır.

Sanırım bu imgeler karşı karşıya olduğum temel zorluk hakkında bir parça olsun fikir verir.

İşte bu durumda, her cümlede kavramlara yüklediğim farklı anlamı açıklamak düşünce akışını sürdürmeyi olanaksız kılacağından, örneğin bir toplumun üstyapısı anlamında din kavramını kullandığımda, yani ben başka bir dinin kavramıyla konuşup yazdığımda, henüz dünyaya egemen olmamış bilinmeyen ve yeni bir dinin, (yani toplumsal ilişkilerin) ve o toplumsal ilişkilerin gerçekleşmesi için zorunlu olarak egemen olması gereken kavramlarla konuşup yazdığımda, karşımdakiler veya yazılarımı okuyanlar, onu kendi kafalarındaki normatif “inanç” kavramı olarak anladıklarından, yani başka bir dinin, benim savunduğum dinin yıkacağı ve ortadan kaldıracağı veya yıkması veya ortadan kaldırması gereken bir dinin kavramlarıyla, yani bugünkü toplumsal ilişkilerin var olması için şart olan kavramlarla anladığından, bir körler ve sağırlar diyalogu oluşuyor.

*

(Sosyolojik olarak, felsefe denen “şey”, bu zorluğun tarihteki benzerlerini çözmek için kat edilen karmaşık yoldan başka bir şey değildir. Aslında bu zorluk tarihte iki kez, ortaya çıkmıştır. Birincisi, tek tanrıya geçebilmek için, Klasik Yunan Felsefesi ve sonrası Helenizm dönemi; İkincisi de klasik uygarlık ve komün dinlerinden de modern toplumun dinine geçebilmek için, Descartes ’tan Kant’a kadar Yeni Çağ felsefesi. Bu iki temel ve büyük felsefe dönemi, sosyolojik olarak, yani nesnel olarak, bu zorluğu aşmaya yönelik bir çabadır denilebilir.

Felsefeyi ve Tarihi bu açıdan inceleme, bugün yaygın ve egemen olan modern çağın dininin Akıl ve Din ve de İnsan kavramları yüzünden yapılabilmiş değildir. Yani bugünkü toplumsal ilişkilerin dayandığı kavramlar, toplumsal ilişkilerin dönüşümünü görmeyi, anlamayı ve açıklamayı olanaksızlaştırmaktadır.

Bizim zorluğumuz, yani bugün karşılaşılan zorluk ise, felsefeyle değil ancak sosyolojiyle (Marksizm’le) aşılabilir. Bu sosyoloji ise her şeyden önce toplum, din, ulus gibi kavramların sosyolojik tanımlamasını gerektirir. Yani Marksizmin yeniden inşasını. İşte yapmaya çalıştığımız ve bizim yapmamızın olanaksız olduğu iş budur. Bu yüzlerce binlerce devrimcinin birer sosyolog (Marksist) olarak, (çünkü devrimci olmadan sosyolog (Marksist), sosyolog (Marksist) olmadan da devrimci olmak mümkün değildir) çabası ile başarılabilir. Benim yapmaya çalıştığım da başladığım ve devam edilmesi gereken bu işi sonra geleceklere göstermekten öte bir şey değildir.)

*

Toparlarsak kavramlarım, bugünkü yaygın kullanılan ve anlaşılan kavramlar karşısında tamamen farklı bir alternatif sistem oluşturuyorlar. Bugün egemen olanla bir arada bulunamazlar. Dolayısıyla aynı sözcükleri kullansam da iç tutarlılığı olan, başka, tamamen farklı ilişki ve olgulardan söz ettiğim anlaşılmayabiliyor.

Bu zorluğu bir de şöyle bir örnekle açıklamayı deneyeyim.

“Yeni bir şeyler keşfettim deyip duruyorsun, bu keşifler temelinde Marksizmi yeniden inşa etmekten söz ediyorsun, neyi keşfettiğini kısa ve özlü olarak birkaç cümle veya önermeyle anlat” dense buna ne cevap verirdim?

Şöyle ilk bakışta anlaşılmaz görünen bir formüle baş vururdum: “Dinin din olmadığını, ulusun ve ulusçuluğun din olmayan anlamıyla din olduğunu keşfettim” derdim.

Ve eklerdim “ayrıca Marksizmin konusu olan Toplum’un ne olduğunun ve ne zaman ortaya çıktığının bilinmediğini, ayrıca bunun bilinmediğinin de bilinmediğini keşfettim” derdim.

Neden böyle garip bir formülasyon yapardım?

Çünkü soruyu soranların kafasındaki ulus, din ve toplum kavramları baştan aşağı yanlış olduğu için, o yanlışa bulaşmadan ama o yanlış anlamıyla kavramları kullanarak, yapılanı kısaca anlatmanın başka bir yolu olmadığı için böyle bir formülasyonla ancak yapabilirdim isteneni.

Tabii bu cümleyi okuyan da neler saçmalıyor bu insan diye düşünecektir, “ne demek modern toplumun dininin karşı devrime uğramış biçimi olan ulus ve ulusçuluk?”

Elbette eğer herkes kavramları araştırmalarım sonunda vardığım anlamlarıyla ve tanımlarıyla tanımlıyor ve anlıyor olsaydı böyle garip gibi görünen formülasyonlar yapmak zorunda kalmazdım.

Ama var ve egemen olan tüm kavram sistemi baştan aşağı yanlış olunca başka hiçbir çıkış yolu yok.

En azından ben şimdiye kadar bulamadım.

*

Karşılaştığım ve karşılaşılacak sorunların öyle kolay ve kısa bir açıklaması olmadığından, yüzlerce, binlerce yıllık birikmiş bir yerleşik kanaatler ordusuna dayandığından, yapılması gereken işe, kuş uçuşu hızla bir göz atmak için yola çıkmadan önce, daha da yükseğe, uzaya çıkıp tüm kıtaları, alanları, sorunları bir arada görelim.

Birinci kıta Ulus ve Ulusçuluk kıtasıdır.

Yani ulus ve ulusçuluğu açıklayan ve tanımlayan bir teori.

Bu teori yok. Benim formüle etmeye çalıştığım teoriye göre, ulus ve ulusçuluk, modern toplumun dininin karşı devrime uğramış biçimi olduğundan, böyle bir teori için modern toplumun dininin, onun da anlaşılması için dinin ne olduğunun anlaşılması gerekir.

O halde ikinci kıta Din kıtasıdır.

Yani dinin ne olduğunu açıklayan ve tanımlayan bir teori.

Böyle bir teori de yok. Üstüne üstlük bir katmerli sorun daha var. Ulus ve ulusçuluğun bir teorisinin olmadığı az çok biliniyor veya bilinmese bile bir çoklarınca ifade edilmiş bulunuyor. Ama Din’in ne olduğuna dair bir teori olmadığı gibi, Dinin ne olduğuna dair bir teorinin olmadığı da bilinmiyor.

Din’in ne olduğunu araştırınca onun bir toplumun tüm Üstyapısı olduğu, dinsiz toplum olamayacağı gibi sonuçlara ulaştık.

O halde üstyapı olmadan altyapı da olamayacağımdan, toplum olmadan bunlar da olamayacağından, yani dinin varlığı ile toplumun varlığı birbirinden ayrılmaz olduğundan, dinin ne olduğu anlamak Toplum’un ne olduğunu anlamakla mümkün olabilir.

O halde üçüncü kıta, Toplum kıtasıdır.

Ama yine aynı sorunla karşılaşılıyor. Toplumun ne olduğuna dair bir teori ve tanım da yok.

İşin kötüsü, tıpkı Din kıtasında olduğu gibi Toplumun tanımının olmadığına dair bir tespit ya da bilgi de yok. Yani Toplum’un ne olduğunun bilinmediği de bilinmiyor.

Halbuki Toplumun nasıl tanımlandığı ve tanımlanacağı da toplumsal bir olay olduğundan, yani bir üstyapı fenomeni olduğundan, aslında toplum tanımları da tıpkı bütün bilim ve din tanımları gibi dinseldir. Yani bir toplumun toplumu nasıl tanımladığı yine toplumun içinde bulunduğu aşamaya, dolayısıyla üstyapısına ve dolayısıyla dinine göre değişir. Bugünkü toplumun toplum tanımı ve kavramı aslında bugünkü toplumun kendisini tanımlamasından başka bir şey de değildir. Yani Toplum derken toplumu değil, toplumun özgül bir biçiminden başka bir şey olmayan kendisini tanımlamaktadır. Yani işin kötüsü, toplum kavramı da analitik değil, normatif bir kavramdır.  Yani bugünkü toplum bugünkü toplum kavramı sayesinde vardır. Tüm metafizik sosyolojiler bu kavrama dayanmaktadırlar. Toplum kavramının bilimsel bir tanımı ve kavrayışı yoktur. Yani Ulus ve Din’ kıtalarında karşılaşılan sorunla aynen Toplum kıtasında da karşılaşılmaktadır. Yani bir varoluş biçimi (Toplum), Tüm Tarih (Din) ve Modern Tarih ve günümüz (Ulus), tüm toplum ve tarihine ilişkin bütün kavramlar aslında bu modern toplumun dininin kavramlarıdır ve bunlar kendi üstlerine kapanırlar.

Biz bu çemberin dışından Toplum’un ne olduğuna bakınca onun var oluş ve hareketin farklı bir biçimi olduğunu görüyoruz.

O halde dördüncü kıta, Varlık kıtasıdır.

Bu durumda, toplumsal varlığın, fizik ve biyolojik varoluş biçimleriyle farkını ve ortaya çıkışını anlayabilmemiz için, sosyolojinin dışına çıkmamız gerekir. Yani biyolojik ve fiziksel hareket ve varoluş biçimleriyle toplumsal varoluşun farkını ve ortaya çıkışını anlayabilmek onu diğer biçimlerle kıyaslamak gerekir.

Bu ise bizi felsefenin Ontoloji (Varlık Bilimi) dediği konuyla yüzleştirir.

Ama artık varoluşun farklı biçimleri ve onların hareketi, felsefenin değil, bilimlerin konusu olduğundan, burada artık “Ontoloji” bir felsefe konusu olmaktan çıkar klasik doğa ve toplum bilimlerinin konusu olur.

Yani varoluşun farklı biçimleri, farklı varoluş biçimlerinin ortaya çıkışı ve temel hareket yasaları anlaşılmalıdır ki, toplumsal varoluş ve hareketin fizik ve biyolojik varoluş ve hareketten farkı daha doğru olarak tanımlanabilsin ve toplum bilim (Marksizm) yeniden daha sağlam temellerde inşa edilebilsin.

Bir hareket ve varoluş biçiminden diğer hareket ve varoluş biçimine geçiş sorunu, cansızdan canlıya geçiş söz konusu olduğunda, fizikçi ve biyologlarca iyi kötü ele alınmış olmasına rağmen (Ve muhtemelen önümüzdeki yıllarda Yaşam 2.0 diyebileceğimiz şekilde bu geçiş laboratuvar koşullarında ikinci kez gerçekleştirilebilecektir.) konu Toplum olunca, ne biyolog ve fizikçilerde, de de sosyologlarda toplum kavramı tanımlanmış olmadığından, hatta toplum diye bir varoluş ve hareket biçimi olduğuna dair bir kavram ve kavrayış olmadığından tamamen boş bir alandır.

Ama doğa bilimleri açısından bakıldığında, doğa bilimlerinin sınırı, sadece biyolojinin konusu olandan sosyolojinin konusu olan varlık ve hareket biçimine geçiş ve bunun sorunları değildir.

En temeldeki cansız ya da Fizik alemin ortaya çıkışı da bir sorundur.

Bu varlık ve hareket biçimini neyle karşılaştırmalıyız ki fiziksel varoluş ve hareketin bir tanımlaması yapılabilsin.

Bu elbette fizikçilerin kafa yorduğu bir sorun.

Zincir burada kesilir.

Çünkü farklı hareket ve varoluş biçimleri içinde en temelde fiziksel varlık ve hareket yer alır.

Fiziksel varlığın (evrenin) niçin böyle olduğunun cevabı ise, ancak, “böyle olduğu için böyledir” olabilir.

Çünkü herhangi bir temel kuvvet veya parçacık böyle olmasaydı bu evren ve bu soruyu soracak özne var olamazdı.

Bu soruyu sorabildiğimiz için evren böyledir.

Muhtemelen bu soruyu soracak özne olmadığında da bu evren böyle olmaya devam edecektir. Ama soruyu soracak özne olmadığından soru sorulmamış ve cevap ta kanıtlanmamış olarak kalacaktır.

*

Evrenin ve varlığın neden böyle olduğunu tanımlamaya kalktığımızda onu tanımlayacağımız daha geniş bir kategori olmadığından, verilen cevapta aslında bir kendine gönderme söz konusu olmaktadır.

Bu aynı zamanda bilginin sınırıdır.

Gödel’in matematikte kanıtladığının, yani matematik doğruluğun matematiğin kendi içinden kanıtlamasının mümkün olamaması gibi, burada da bir varlık ve onun bilgisi sorunu olarak karşımıza çıkması bir rastlantı olmasa gerek.

*

Bu “kendine gönderme” sorunuyla ulus, din, toplum kıtalarında tekrar tekrar karşılaşacağız.

Çünkü bugünkü egemen tüm toplumsal ilişkiler, yani ulus ve ulusçuluk da, modern toplumun dini de, daha genel olarak Din de, modern toplum ve toplum bilim denen sosyoloji de özünde kendine göndermelere dayanmaktadırlar.

Bütün bunların birer kendine gönderme olduğunu göstermek olacaktır aslında yaptığımız ve yapmaya çalışacağımız iş.

Ama bu konulara çok ilerde değineceğiz.

*

Uzaydan çekilen bu fotoğrafta görülen bir şey daha var.

Evet bunlar ayrı kıtalar ama Matruşkalar gibi birbirinin içindeler.

Varlığın içinde Toplum, Toplum’un içinde Din, Din’in içinde Ulus ve Ulusçuluk var.

Ancak bu matruşkaları bir tanrı gibi dışından içine doğru açamayız, insanlar, daha doğrusu bugünkü toplum, en içteki en küçük matruşkanın içinde ve bir matruşkanın içinde olduğunu bilmiyor.

Tıpkı bir kuyunun içinde olup, kuyuya düşmemek için sürekli önüne bakan bir insan gibiler.

Sanırım ortadaki devasa ve neredeyse “olanaksız görev”in (“mission impossible”) ne olduğu biraz olsun anlaşılabilmiştir.

Dikkat edilirse, buraya kadar ekonomiden, sınıflardan, tekellerden, devletlerin gücünden ve rekabetinden vs. hiç söz etmedik.

Halbuki Marksist yazın deyince akla gelen ve hepsine damga vuran konular bunlar.

Bu durum ise Marksizmin bir üstyapılar teorisi olmamasının bir görünümüydü ve görünümüdür.

Bir üstyapılar teorisi kurma çabası, bir toplum, din ve ulus teorisi kurmaktan başka bir şey olamayacağından, böyle bir çaba aynı zamanda klasik, adeta Marksizm’le özdeşleşmiş konuları (ve o alanda ortaya koyulmuş sonuçları) veri kabul edip, bu konulara yoğunlaşmaya yol açıyor.

Sadece bu konulardaki ağırlık merkezinin yer değiştirmesi bile ekonomi, sınıflar ve politikayı merkezine almış klasik Marksizm’den çok farklı bir “terra İncognita”da olduğumuzu gösterir.

Bu nedenle başlığı öyle yazdık.

*

Klasik Marksizm tarihi sınıflar mücadelesi ve üretim biçimleri ve onun geçişleri olarak ele alan Marksizm’dir.

Modern Marksizm tarihi dinler tarihi (Toplumsal ilişkiler ve üstyapısal biçimler) olarak ele alan Marksizm olmalıdır ve olacaktır.

*

Bu yazıda uzaydan, biraz daha aşağı kuşların uçabildiği yere kadar inip o kıtaların sorunlarına daha yakından bakmayı düşünmüştük. Yazı uzadı “uzayda” kaldık.

Bir sonraki yazıda söz verdiğimiz kuş uçuşuna başlamayı deneriz. (Demir Küçükaydın - demiraltona@gmail.com - 24 Ocak 2022 Pazartesi)

Bloğum: Demirden Kapılar

https://demirden-kapilar.blogspot.com/

Youtube Kanalım:

https://www.youtube.com/user/demiraltona

Podcast

https://soundcloud.com/demirden-kapilar

Facebook

https://www.facebook.com/demiraltona/

Twitter

https://twitter.com/demiraltona

Instagram

https://www.instagram.com/demiraltona

Steemit

https://steemit.com/@demiraltona

Kitaplar (İndirilebilir)

https://disk.yandex.com.tr/d/zgV6eNZL329XUu

Academia

https://independent.academia.edu/DemirKucukaydin

Mail ile otomatik yazılarımı almak istiyorsanız şu adrese bir boş email yollayınız:

yorumlar-subscribe@lists.riseup.net

Mail listesinden çıkmak için şu adrese bir boş mail yollayınız:

yorumlar-unsubscribe@lists.riseup.net

Daha yeni Daha eski