İdeolojiler insanlara benzer. İnsanlar nasıl toplum içindeki konumlarını korumak için “sosyal tavırlar” takınır ve kendilerini hoş göstereceğini düşündükleri giysilere bürünürlerse, ideolojiler de öyle yaparlar.
Yıpranan ya da eskiyen veya artık çevrelerinde pek hoş karşılanmadıklarını düşündükleri giysilerini değiştirir ve toplumun içine yeni bir çehreyle, yeni giysilerle çıkarlar.
Ulusalcı ideoloji, “ulusalcılık” giysisinin toplumda kendisine karşı bazı “önyargılar” yarattığını düşündüğünden artık bu elbiseyi üstünden atmış bulunuyor. Gardrobun karanlık bir köşesine mi attı, yoksa çöpe mi, bilmiyorum. Belki de bir “fakire” vermiştir, “iyilik” olsun diye.
Ulusalcılığın kendine pek yakıştırdığı, kendisini daha genç, daha yakışıklı gösterdiğine inandığı yeni giysisinin adı Avrasyacılık. Bunun kendisini daha “hoş” gösterdiğine inanıyor. Bu “giysi”nin hangi terzilerin elinden geçip bugünlere geldiğine biraz bakmak gerekiyor.
Sovyet Devrimi’nden sonra Batı’dan gelecek proleter devrimini birkaç yıl umutla bekleyen Bolşevikler, sonunda bu devrimin o kadar da yakın olmadığını düşünüp gözlerini Asya’nın sömürülen halklarına çevirdiler. Hatta, 1920 yılında Komintern, o sırada başkanı olan Zinovyev’in başkanlığında Bakü Doğu Halkları Kongresi düzenledi. Açılışıyla umut verici ve görkemli bir kongreydi. Dahası Komintern, ilk kongrelerinde, Lenin’in önayak olmasıyla “Doğu halklarıyla” dayanışma ve onlarla emperyalizme karşı omuz omuza mücadele etme kararları da aldı. Gerçi Hindistan delegesi M. N. Roy’un, Asya ülkelerinin hükümetleriyle dayanışmayı da içeren bu kararlara önemli itirazları vardı. M. N. Roy, Asya halklarıyla hükümetleri arasında zıtlıklar olduğunu, bu hükümetlerle ittifaka girilirse Asya halklarının desteğinin kaybedileceğini söylüyordu. Sultan Galiyev’in de buna benzer itirazları vardı. Fakat, daha o zamandan Sovyetler Birliği devletinin çıkarlarına tabi kılınmış Komintern bu itirazları pek kaale almadı. Gerçi, Lenin yine de M. N. Roy’un itirazlarını dikkate alarak karar tasarılarında bazı tadilatlar yaptı ama bu, köklü bir düzeltme anlamına gelmiyordu.
Gerçi, Asya ülkeleriyle (hükümetleri de dahil) Batı’nın kapitalist-emperyalist ülkeleri arasında çelişkiler olduğu tezi o kadar da yabana atılacak bir tez değildi. Hatta Sovyet ideologları, Batı işçi sınıfının Asya ülkelerinin sömürüsünden gelen kârlarla uyuşturulduğu gibi bir teori ortaya atarak, Batı işçi sınıfının devrime yönelmemesini izah etmeye bile kalkıştılar. Avrupa-Amerika ile Asya ya da dünyanın geri kalanı arasında bir sömürü ilişkisi olduğu, dolayısıyla bu çelişkinin değerlendirilmesi tezi belli bir gerçeğe dayanmakla birlikte, Batı işçi sınıfının devrime yönelmemesini emperyalizmin “geri bırakılmış” ülkeleri sömürmesine bağlamak tam bir züğürt tesellisi ya da daha kötüsü, Sovyet devletinin kendi başarısızlıklarını, Batı’nın Doğu’yu sömürmesinin üzerine yıkma girişimiydi.
Kısaca söyleyecek olursak, Batı işçi sınıfının devrime yönelmemesinin nedeni, Doğu’dan elde edilen kârlarla uyuşturulması değil, başlangıçta Batılı işçilerin büyük umutlarla gözlerini diktikleri Sovyetler Birliği’nin hiç de onlara umut verir gibi gözükmemesiydi. Batılı işçiler sanıldığı gibi “aptal” değildi, “işçi sınıfı” ülkesi kabul edilen Sovyetler Birliği’nde grev hakkının olmadığını görecek kadar akılları vardı. Üstelik orada bunun eleştirilmesi de yasaktı. Söylemle gerçeklik arasında büyük bir açıklık vardı. Batılı işçiler, şimdilik, Komintern’e bağlı komünist partiler yerine kendi reformist sosyal demokrat partilerini desteklemenin daha hayırlı olacağını kısa sürede anlamışlardı.
Bununla birlikte, Asya’da sembolleşen “geri bırakılmış” ülkelerle Batı emperyalizmi arasındaki çelişki ortadan kalkmadı elbette. 1950’lerdeki “Bloksuz ülkeler” hareketi gerçekten de umut verici bir seyir izlemişti. Bağımsızlıklarını yeni elde eden Afrika ülkeleri de gözlerini Sovyet ve Çin örneklerine dikmişlerdi. Ne var ki bu umutlar da aşağı yukarı on yıl içinde söndü. Asya ve Afrika’nın bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülkelerinin çiçeği burnunda hükümetleri, bir süre Sovyetler Birliği veya Çin’den medet umduktan sonra, hızla Batılı emperyalist ülkelerin dümen suyuna girip onlardan kredi ve yatırım dilenmeye giriştiler. “Bloksuz ülkeler” umudu da “Şark devrimi” umudu gibi sönüp gitmişti.
İşte “Avrasyacılık” denen giysi, bu sönen umutların hâlâ yaşatılmaya çalışılmasının ürünüdür. Formül basittir. Madem ki, zengin Batı emperyalizmi Asya’yı sömürüyor, o halde biz de umudumuzu bu sömürülen Asya ülkelerine bağlarız. Evet ama bir deney on kere yaşanmaz. Bir bilim insanı, laboratuvarda yaptığı üç-beş deneyin aynı sonucu verdiğini görünce aynı deneyi sonuna kadar sürdürmez, bu saçma olur.
Batı ile Doğu arasındaki çelişkiler gerçek olmakla birlikte buradan devrim çıkmıyor işte, bu açık. Koca Çin bile, kendi devriminin ardından kapitalizme yöneldi. O bile, şu anda Batı ile ticaretini geliştirmenin yollarını arıyor. Efendim, olsunmuş, bu sayede iyice güçlenecekmiş de, ondan sonra Batı’ya ölümcül darbeyi inderecekmiş de… Ölümcül darbenin Batı yerine, asgari ücretin altında çalıştırılan Çin işçilerine indirildiğinden hiç söz etmezler elbette.
Kavram nereden çıkıyor? Yukarıda kısa tarihi biraz özetlemeye çalıştım ama kavram, bildiğim kadarıyla Doğu Avrupa ülkeleriyle Asya ülkelerinin Batı karşısında güçlü bir blok oluşturması umudundan kaynaklanıyor. Bu arada, bu ülkelerin kendi içinde ne olup bitiyor, bu ülkelerde işçilerin ve ezilenlerin durumu nedir, “Avrasyacılar” bununla hiç ilgilenmezler bile. İlgilendikleri zaman da bu ülkelerdeki ayaklanmalara “renkli devrim” diye alaycı bir ad takıp geçerler. M. N. Roy, bu tür ülkelerdeki devlet ve hükümetlerle halklar arasında onulmaz bir çelişki olduğunu belirtirken ne kadar haklıymış. Batı, “Avrasya”dan değil, bu ülkelerdeki gerçek devrimlerden korkar, “Avrasyacılar” bunu özenle gizlemeye çalışırlar.
Sonuç olarak söyleyeceğim şu ki, Batı ile rekabet başka şeydir, devrim başka şey. Devrim, Batı-Doğu demeden her yerde işçilerin ve ezilen halkların işidir. Bizim Avrasyacılar ise, devrim nerede ortaya çıkarsa, “anti-emperyalizm” adına üzerlerine “yangın söndürme” aletleriyle gidiyorlar.
Sonuç olarak, bugün Avrasyacı olmak, topyekûn emperyalist-kapitalist dünya sistemin itfaiye ekibinde yer almaktan başka bir anlama gelmiyor.
Ulusalcı karşıdevrimciliğin üstündeki “Avrasyacılık” giysisinin de yıpranıp eskimesi yakındır. Evet, halklar devrim ister, uluslar da kurtuluş ama devletlerin bağımsızlık isteğiyle emperyalist-kapitalist sisteme kafa tuttuğu bir tavatürdür; onların tek derdi kapitalist-emperyalist sisteme dâhil olmaktır.
(GÜN ZİLELİ - www.gunzileli.net - gunzileli@hotmail.com)