BU YAZI İLK KEZ 1 EYLÜL 2020 TARİHİNDE "BİZİM SİLİVRİ" GAZETESİNDE "HALK GÜNÜ"  ADLI KÖŞEDE VE POLİTİKA DERGİSİ.COM'DA YAYINLANMIŞTIR. (H.G)

1) İslami bir devletin üç temel bileşeni vardır. Müslüman bir topluluk yani ümmet, İslami hukuk yani şeriat ve ümmetin liderliği yani hilafet’ Bu açıdan bakıldığında Osmanlı bir din devletiydi. Ulusal duyguları unutturulmuş, ümmet haline sokulmuş bir halk topluluğu, kadıların yönettiği bir yargı sistemi ve aynı zamanda saltanatı da elinde bulunduran bir halife mevcuttu. Aslında bütün hikaye de, yıkılmış olmasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu gerici ve yarı – feodal yapısının, genetik anlamda öyle çok büyük bir dönüşüme uğramadan ve hatta neredeyse hiç değişmeden, yeni kurulmaya çalışılan genç Cumhuriyet’e aktarılması noktasında başlamıştır. Osmanlı yarı – feodalizminin ve gerici dokusunun en son evrilmesi genç Türkiye Cumhuriyeti’ne doğru gerçekleşmiştir. 

2) Bizim milli demokratik devrim tarihimizin en fazla kabardığı süreç olan Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda bir siyasi bağımsızlık elde edilmiş olmasına karşılık, bu bağımsızlık ekonomik bir bağımsızlıkla taçlandırılamadığı için, her şeyiyle bizim olan ve Osmanlı’dan bize aktarılan feodal yapıyı tasfiye edip ortadan kaldıracak bir milli burjuva sınıfı yaratılamamış ve işte bu nedenle, Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan yaklaşık yetmiş, seksen yıl kadar önce  başlayan milli demokratik devrim süreci tıkanmış ve bu devrim yarım kalmıştır.

3) 1919 – 1945 yılları arasında geçen yaklaşık 25 yıllık zaman diliminde, önce çok kabaran ama giderek sönme eğilimi gösteren milli demokratik devrim süreci, aralarında tekke ve zaviyelerin kapatılmalarının da bulunduğu bir dizi reformla başlayan ama sonuçta emperyalizme tam teslimiyete  kadar uzanan bir tuhaf fakat her bakımdan anlaşılabilir bir maceranın adı olmuştur.

4) Kuşkusuz bu gelişmedeki en temel neden, demokratik devrimin tamamlanamamış olması neticesinde, tasfiye edilmesi bir yana, giderek daha fazla güçlenen yarı – feodal yapının varlığı ve dünya kapitalizminin o dönem için, artık serbest rekabetçi dönemini geride bırakıp, uluslararası sermayenin belli ellerde toplanmaya başlamasıyla açıklanabilecek tekelci aşamasına doğru evrilmesidir. Tekelcileşen kapitalizm, aynı zamanda emperyalistleşmesi kaçınılmaz olan kapitalizmdir. Dolayısıyla emperyalistleşmeye başlamış uluslararası kapitalizmim, feodalizmi tasfiye etmeyi başaramamış ve bağımsız, milli bir kapitalizmi yaratamamış bir Türkiye’yi teslim alması çok kolay olmuştur. Teslim olmanın tarihi ise ülkenin çok partili hayata geçmesi sonucunda iktidarın el değiştirdiği tarih olan 1946’dır. Yeni iktidarın adı ise Demokrat Parti’dir.

5) Bu dönemde, kapitalizmin tekelleşmesiyle birlikte büyük bir dünya gücü olma yoluna giren ABD’nin, uluslararası emperyalist-kapitalizmin en önemli temsilcisi olarak dünyanın bütün pazarlarına el atama saldırganlığıyla billurlaşan yeni dalga, Türkiye’de değişen iktidarı en kısa zamanda avucunun içerisine almış ve bu iktidarı ve bu iktidarın  temsil ettiği yeni burjuva sınıfını, işbirlikçi ve komprador bir kimliğe büründürmekte asla gecikmemiştir. 

6) Giderek güçlenmeye başlayan emperyalist-kapitalist sistemin en büyük temsilcisi ABD, o dönemdeki Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatma altında bulundurma planına uygun olarak, 1980’li yıllara kadar yaygınlığını ve etkisini sürdürecek olan ve temelinde, sosyalizmin veya komünizmin panzehiri olarak İslam’ı kullanma mantığının yattığı bir “Yeşil Kuşak” projesini gündemine almış, aldıktan sonra ise, özellikle 1946’lardan başlayarak, Türkiye’deki kendine bağımlı, işbirlikçi iktidarlar eliyle projesine  yaşama alanları yaratmaya başlamıştır.

7) 1946 tarihi aynı zamanda Türkiye’de gericiliğin ve gerici sağcılığın temellerinin sağlam bir biçimde atılmaya başlandığı tarihtir. Yani, bir başka deyişle, ABD emperyalizminin kendisine yeni pazarlar bulmak adına, Uzak Asya’ya açılma arzusunun en önemli köprüsü olan Türkiye’nin kaçınılmaz olarak “halledildiği” tarih.

8) Bu tarihten başlayarak, söz konusu gericileşme süreci boyunca, Köy Enstitüleri kapatılmış, örneğin ezanın Türkçe okunması uygulamasına  son verilmiş, Kuran’ın Türkçe meallerinin yayınlanması eski hızını kaybetmiş, Kuran kurslarının sayısı büyük ve baş döndürücü bir artış göstermiş, imam-hatip liseleri kurulmuş ve yaygınlaştırılmış, yasa dışı ve kaçak kursların açılmasına müdahale edilmemiş, Cumhuriyet Devrimi Kanunları rafa kaldırılmış, tarikat yapılanmaları teşvik edilmiş, tarikatların siyaset ve ülke yönetimi üzerinde çok büyük oranda söz sahibi olmaları gündeme gelmiş, dinci partilerin sayısında bir patlama olmuş ve buna benzer daha birçok uygulama ve girişim neticesinde, süreç 1980’lere gelip dayandığında, Türkiye’yi gericileştirme operasyonu tamamlanmıştır.

9) 1980 yılında gerçekleştirilen ve baştan aşağıya bir ABD projesi olduğu ortaya çıkan 12 Eylül Darbesi ile doruk noktasına ulaşan gericileştirme operasyonu neticesinde, o tarihe kadar Türkiye’de açılmış olan imam-hatip liselerinin sayısından daha fazla sayıda imam-hatip lisesi açılmış, resmi ya da gayri resmi olarak açılan Kuran kurslarının sayısında patlama yaşanmış ve daha da önemlisi, 12 Eylül darbesiyle birlikte, sosyalistlerden arındırılmış olan büyük metropollerin varoşları, bilinçli bir biçimde bu kez, dinci gericiliğin kollarına bırakılmıştır.

10) Aynı süreç içerisinde, ülkenin güneydoğusunda giderek yükselen Kürt hareketinin “panzehiri” olarak kurulan veya kurdurulan legal ya da illegal radikal dinci örgütlenmelerin bütün eylem ve girişimleri paralelinde, bölgenin sindirilip gericileştirilmesi operasyonu sonuçlandırılmış ve artık neredeyse bütün bir ülke düzleminde ABD’nin dinci gericilik anlamındaki operasyonu tamamlanmıştır. Bu noktada,  hala daha ne olduğu tam olarak anlaşılamayan fakat “gladyovari” bir yapı olduğu yönündeki eğilim ve belirtilerin ağır bastığı Hizbullah örgütlenmesinin işlediği birçok cinayetin, bölgedeki muhalefeti ve muhalifleri ortadan kaldırma şeklinde tanımlanabilecek eylemler olarak öne çıkmış olması bize, operasyonun büyüklüğü ve ciddiliği konusunda her zaman somut ipuçları vermiştir.

11) 1980’lerden 1990’lı yılların sonuna kadar geçen dönemde, Türkiye’de dinci örgütlenme, bütün hızıyla devam etmiş, legal görünümlü örgütlenmeler veya illegal yapılanmalar ivme kazanmış, sürekli kapatılıp ad değiştirerek bir  öncekinin devamı şeklinde yeniden kurulan bazı siyasal partilerin gerici girişimleri ve müdahaleleri giderek çıtayı yükseltmiş fakat bu 17 yıllık dinci ve gerici saldırı dönemi 28 Şubat 1997’de kısa bir süreliğine de olsa durdurulmuştur. Bu tarih aynı zamanda, Ulusal Kurtuluş Savaşı, 27 Mayıs ihtilali ve 1980’li yılların sonlarına doğru gittikçe kabaran sınıf eylemlerinden sonra, milli demokratik devrim sürecinin en fazla kabardığı tarihtir. Bu önemli tarihte, Milli Güvenlik Kurulu Kararıyla, bu ülkenin “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”nde tarihi bir değişim gerçekleşmiş ve o ana kadar, ülkenin en büyük tehdidi olarak birinci sırayı işgal ede gelmiş “ayrılıkçı hareket” uzunca bir süre işgal ettiği birinci sırayı bu kez, “dinci gericilik”e bırakmıştır. Bu tarihi değişiklik aynı zamanda, ordunun, emperyalizm tarafından savrulduğu gerici noktalardan tekrar Kemalist bir çizgiye dönüş yapmış olmasının da bir büyük göstergesidir. 

12) 28 Şubat’ta önemli bir darbe alan ve yenilen dinci gericiliğin içine düştüğü yeni durum, bu tarihten sonra, özellikle ABD’yi  adımlarını daha akılcı ve ince hesaplar temelinde atmaya yöneltmiş ve o dönem için bu emperyalist ülkenin Ortadoğu’da gündeme getirdiği Büyük Ortadoğu Projesi’ne paralel olarak yeni birtakım projeler uygulamaya koymasını gerekli kılmıştır. 

13) Sürece uygun olarak gündeme getirilen AKP, ABD’nin, az önce altını çizdiğimiz yeni projelerinden biri olarak, ortaya çıkarılmıştır. AKP’yi kendinden önceki birtakım sağcı ve gerici partilerden ayıran en temel fark, bu partinin, kendinden öncekiler gibi beşer yıllık geçici ABD projelerinin benzerlerinden biri olmamasıdır. AKP, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin Türkiye ayağına işlerlik kazandırma planının en önemli taşlarından bir tanesidir ve işte sırf bu yüzden bile bu partinin, diğer benzerleri gibi kısa bir süre sonra tarihin çöp sepetine gideceğini zannetmek çok büyük bir yanılgı anlamı taşımaktadır. 28 Şubat’ta ağır bir yenilgi alan dinci gericilik, 2000’li yıllara daha güçlü, daha akılcı ve Amerikan emperyalizmini daha bir arkasına almış olarak girmiştir. Bu nedenlerden dolayı AKP olgusunun bir süre sonra ortadan kalkacağı yönünde tespitlerde bulunmak ve hatta bu tespitlere dayanarak stratejiler belirleyip yol haritaları çıkarmaya çalışmak saflıktan öteye bir anlam taşımayacaktır.

14) Aslında ABD, AKP’yi ve en çok da bu partinin başındaki kişiyi ve hatta parti kadrolarını,  28 Şubat’tan çok daha önceki bir zaman diliminden beri bu işe ve iktidara hazırlaya gelmiştir. Hiç kuşkusuz, AKP dışındaki ve şimdi Saadet Partisi ile billurlaşan siyasi geleneğin ne olursa olsun “millici” bir yanı vardı ve o gelenek son tahlilde, her fırsatını bulduğunda ABD ve AB gibi dış müdahale unsurlarına karşı muhalif bir tavır alabiliyordu. ABD işte bu hem dindar ve hem de millici olan geleneğe hayat hakkı tanımayı aklının ucundan bile geçirmediği için, geleneği önce bölmüş, sonra da bir kenara fırlatıp atmış, onun yerineyse, hiçbir zaman “milliyetçi olmayacak, daha çok da ümmetçi ve bu yanıyla teslimiyetçi bir örgütlenme olan AKP’yi koymuştur.

15) AKP’nin çizgisi Said-i Nursi geleneğinde billurlaşmaktadır ve bu geleneğin yaşayan en önemli temsilcisi ise, uzun bir süredir Amerika’da, ABD’nin elinin altında, onun Türkiye’ye yönelik en önemli kozlarından biri olarak yaşamaktadır.

16) AKP iktidarı ve bu parti, 28 Şubat’tan çok büyük dersler çıkararak tekrar yola koyulmuşlar ve bügün gelinen noktada, üniversiteyi, Anayasa Mahkemesi’ni, emniyet örgütünü, milli istihbaratı, ülke ekonomisinin büyükçe bir bölümünü, medyanın neredeyse tamamını aydınların önemli bir kısmını, milli eğitimi ve yargıyı ele geçirmiştir. Böylelikle 1923 yılında tarihinin en büyük ve en ağır yenilgisini alan dinci gericilik, aradan geçen 85 yılın sonunda, 1923 ile olan hesaplaşmasını tamamlamak üzeredir.

17) Türkiye, feodalizmi ve feodalizmde billurlaşıp kendisine hayat bulan dinci gericiliği önünde sonunda tasfiye edecektir. Bu tasfiye hareketi aynı zamanda ABD’nin de tasfiyesi hareketidir. 1908 Devrimi ile Kemalist Devrim'i gerçekleştirmiş olan o muazzam arka plan ve güç bunu başaracaktır.

18) ABD’nin önceki geçici beşer yıllık projelerine hiç benzemeyen AKP projesinin tasfiyesi bugün, her zamankinden daha yakıcı bir biçimde kendini öne çıkarmaktadır. Seçenek bellidir: ABD’yi durdurmak için önce ve ilk olarak AKP durdurulmalıdır. Bu seçenek artık bir göreve dönüşmüş durumdadır. Bu görev ise, aklı başında her insanı, her yurttaşı çok yakından ilgilendirmektedir. (HAYRİ GÜNEL)

Daha yeni Daha eski