Son iki yıldır dünya, yüz yıldır görmediği, DSÖ’nün rakamlarına göre 15 milyon insanın yaşamına mal olan ve henüz sonu da tam olarak görünmeyen bir salgınla karşı karşıya. Bu, en geniş anlamda insanlık için daha önce benzeri görülmemiş bir kriz ve tüm devletlerin, özellikle de halkları hastalığa ve beraberinde getirdiği yoksulluğa karşı çok daha kırılgan olan üçüncü dünya ülkelerinin ciddi bir çaba göstermesini gerektiriyor.
İçinde bulunduğumuz salgın koşulları, devletlerin sağlık imkânlarını genişletmesi, hastanelerde yeterli sayıda yatağı hazır hale getirmesi, test altyapıları oluşturması, aşıları erişilebilir hale getirmesi ve aşılama merkezleri kurması gibi bir dizi tedbir almasını gerektiriyor. Ayrıca, hükümetlerin kaynak transferi yoluyla insanları rahatlatması ve iflas etme ihtimali bulunan küçük üreticilere destek sağlaması da şart. Bütün bunlarsa kamu harcamalarının artması anlamına geliyor. Ancak tam da salgın nedeniyle üretimde ve dolayısıyla hükümetlerin vergi gelirlerinde ciddi problemler yaşanıyor. Servet vergisi artırılmadığı sürece bütçe açığı ve dolayısıyla bunun Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya (GSYH) oranı daha da büyüyor. Kısacası hükümetlerin, neoliberalizmin dayatmalarına doğrudan karşı gelecek, “mali sorumluluk” adı altında dayatılan tüm kısıtların ötesine geçecek ve mali “kemer sıkma”ya dönük tüm kaygıları ortadan kaldıracak politikalar benimsemeleri gerekiyor. Gel gör ki olup bitenler pek de öyle değil.
Dünya ekonomisindeki yavaşlama veya durgunluk nedeniyle üçüncü dünyada ihracat ciddi problemlerle karşı karşıya. Elbette GSYH büyüme oranları yavaşladıkça ithalat rakamları açısından da benzer bir durum ortaya çıkıyor. İthalat ve ihracatın aynı oranda etkilendiğini ve ticaret açığı veya fazlasının GSYH ile birlikte düşüşe geçtiğini varsaysak bile bu hükümetler hâlâ geçmişten kalan dış borç yükümlülüklerini yerine getirmek zorundalar ve bu borçların GSYH oranla büyüklükleri artıyor. Bu borçların vadelerinin uzatılması ve uygun biçimlerde ertelenmesi gerekiyor. Başka bir ifadeyle, salgın sonrasında GSYH’nin durgunlaştığı koşullarda, ticari hareketlerin GSYH’ye oranı tüm ülkelerde salgın öncesiyle aynı kalsa bile, dış borç stoğunun GSYH’ye oranı tam da bu durgunluk nedeniyle artacaktır. Dolayısıyla borç yükü daha da büyür ve üçüncü dünya ülkelerine borçlarla ilgili özel bir anlaşma önerilmesini gerektirir.
Bunun yapılabilmesinin en açık yolu moratoryum ilan edilmesi ve birkaç yıla yayılacak bir süreyle borçların ertelenmesidir. Dünya kapitalizminin mevcut koşullarında, böyle bir ertelemeyi uygulama görevini üstlenebilecek kurum IMF’dir ve aynı zamanda ülkeleri “kemer sıkma” tedbirlerinden kaçınmaya ve kriz süresince insanların sağlığı ve refahına dönük harcama yapmaya teşvik etmelidir. Öyle ki, mevcut IMF direktörü Kristalina Georgieva sık sık bazı üye ülkelere bu kriz anında “kemer sıkma” uygulamalarından uzak durmalarını söylemiştir. Bu aynı zamanda IMF’nin en azından salgının insanlık için taşıdığı tehdidin büyüklüğünün farkında olduğu izlenimini de doğurabilir. Örneğin, Georgieva kısa süre önce Avrupa’ya “kemer sıkmanın bunaltıcı etkisiyle ekonomik toparlanmayı riske atmamaları” uyarısında bulunmuştur.
Ancak gerçekliğin bambaşka olduğu görülmektedir. Oxfam kısa süre önce salgının ikinci yılında IMF’nin üçüncü dünya ülkeleriyle imzaladığı 15 kredi anlaşmasını inceleyen bir rapor yayınladı. Bu anlaşmalardan 13’ü açık bir biçimde “kemer sıkma” konusunda ısrar ediyordu. Bu “kemer sıkma” tedbirleri gıda ve yakıtın vergilendirilmesini, ve eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlerin kaçınılmaz olarak etkileyecek biçimde kamu harcamalarında kesintileri içeriyordu. Henüz müzakerelere devam eden başka altı ülke için de IMF benzer tedbirlerin uygulanması konusunda ısrarcı.
“Kemer sıkma” konusundaki bu ısrar bir istisna diyerek geçiştirilemez. Daha önce de, 12 Ekim 2020’de Oxfam, IMF’nin Mart 2020’de salgının ilanından bu yana 81 ülke ile 91 kredi pazarlığı yaptığını ve bu ülkelerden 76’sı ile kredilerin yüzde 84’ünü kapsayan pazarlıklarda “kemer sıkma” ısrarının söz konusu olduğunu rapor etmişti. Bu “kemer sıkma” tedbirleri yalnızca salgının pençesindeki yoksul insanlar için yaşamı daha zor hale getirmekle kalmayacak aynı zamanda sağlık harcamalarında da bir dar boğaza yol açacaktı. Öyle görünüyor ki, IMF’nin “kemer sıkma” ısrarı, dünya halklarının bu yükü taşımak için en elverişsiz koşullara sahip olduğu anlarda bile her zamanki kadar güçlü olmaya devam ediyor. Tahmin edileceği gibi Oxfam, Kristalina Georgieva’nın Avrupa’ya yaptığı “kemer sıkma” ile kendinizi sınırlamayın tavsiyesiyle yönettiği kurumun üçüncü dünyada ısrarcı olduğu “kemer sıkma”ya dayalı gerçek programı arasındaki karşıtlığın altını çiziyordu. Buna dayanarak, Oxfam IMF’yi gelişmiş ülkelere başka, üçüncü dünya ülkelerine başka davrandığı için “çifte standart” uygulamakla suçluyordu. Çifte standartlar daima mide bulandırır; fakat tüm insanlığı etkileyen bir salgın döneminde bunun yaşanması özellikle mide bulandırıcıdır.
Bununla birlikte, Oxfam analizinin kaçırdığı nokta şudur ki IMF’nin davranışında son derece belirgin olan çifte standartlar bizzat kapitalizmin doğasına içkindir. Aslında sınıflı toplum zorunlu olarak çifte standartlara dayanır: bir işçi bir bankaya girip kafasına göre bir krediye başvuramaz, fakat zengin bir insan başvurur ve krediyi alır. Başka biçimde ifade edersek, birinin “dış” kaynaklardan elde edebileceği sermaye miktarı onun halihazırda “sahip olduğu” sermaye miktarına bağlıdır, ki bu yüzden sermaye sahipliği bir kapitalist olmanın temel koşuludur. Şayet böyle olmasaydı, herkes bir kapitalist olabilir ve toplumda sınıfsal bölünmeden doğan kesintilerden ziyade kusursuz bir sosyal hareketlilik mümkün hale gelirdi.
Tam da bu noktada, kârın kaynağını üretim araçlarının mülkiyetine değil de kapitalistlerin yenilikçilik gibi özel bir yeteneğe sahip olduğu savına dayandıran Joseph Schumpeter gibi kapitalizmin entelektüel savunucuları, bu yenilikçi olan herkesin, yani yeni bir ürün veya üretim süreci yaratacak bir fikre sahip herkesin, bankalardan kredi alabileceğini ve bir işletme kurabileceğini iddia etmişlerdi. Fakat, sınıfsal bölünmeyi görünmez kılmaya çalışan bu girişimler belirgin bir biçimde hatalıdır: fikrinin ne kadar yenilikçi olduğuna bakılmaksızın hiçbir tarım işçisi bir işletme kuramaz (tabii, fikir zengin bir adam tarafından bu işletmeyi kurmak üzere çalınabilir).
Tam olarak aynı biçimde, ülkelerin merkez ve çevre ülkeler olarak iki ayrı kategoriye ayrıldığı emperyalist dünyada, merkez ülkelerdeki bankalar çevre ülkelere kredi verirken merkez ülkere karşı olduklarından çok daha isteksiz olacaklardır. Yani, kredi verme meselesinde zorunlu olarak “çifte standartlar” söz konusudur. Uluslararası finans kapitalin merkez ülkelerdeki finansal kuruluşlarca kontrol edilen muhafızı olarak IMF, kredilere yaptırım uygulama ve borçların ödenmesini sağlamak için çeşitli koşullar dayatma konusunda bu “çifte standartları” korumak zorundadır. IMF’nin uyguladığı “çifte standartların” Oxfam tipi eleştirisi, IMF’nin, uluslararası finans kapitalin çıkarlarını gözetmesi beklenen kapitalist bir kuruluş değil de insanlığın çıkarlarını gözetmesi beklenen iyi niyetli ve insani bir kuruluş olduğu yönündeki yanlış kanıya dayanmaktadır.
Dolayısıyla, IMF’nin davranışı tam da kapitalizmin doğasını, yani onun temelinde yer alan insanlık dışı niteliğini yansıtmaktadır. “İnsanlık dışı” olmayı burada sadece kârı insanlardan daha kıymetli görmesi anlamında değil, aynı zamanda buna dayanan başka bir şeyi ifade etmek için kullanıyorum: kapitalizm bütün insanların yaşamını aynı değerde görmez ve bu yüzden yaşamın her alanında zorunlu olarak “çifte standartlar” uygular. Örneğin, çevre kirliliğine yol açan endüstrilerin merkez ülkelerden çevre ülkelere kaydırılması talebi dile getirildiğinde, bu talebin altında yatan en belirgin varsayım insan hayatının çevrede, merkezdeki kadar değerli olmadığıdır.
Bu temel ayrımcılığa -ya da “çifte standartlara” diyelim- dayanan bir sosyal sistemin tiksindiriciliği özellikle salgın gibi süreçlerde çok daha belirgin hale geliyor. Hem insanlık hem de feraset bize nerede olduğuna bakılmaksızın tüm insanlığın yaşamından endişe etmemizi söylerken o insanlar arasında ayrım yapan, bazı yaşamların değerli diğerlerinin değersiz olduğunu düşünen bir sosyal sistemin ortaya koyduğu şey, insanlık dışı ve akıl dışı niteliğinden başka bir şey değildir.
*The inhumanity of capitalism başlığıyla 15 Mayıs 2022 tarihinde People’s Democracy‘de yayımlanan Prabhat Patnaik’in bu yazısı Ulaş Taştekin tarafından Türkçeye çevrildi. - TEXTUM DERGİ.NET