Başlığa bir biçimde “… üzerine tezler” ifadesini eklemem daha yerinde olurdu. Aşağıda göreceğiniz gibi bu yazı, öylesi bir başlığın ima edeceği esneklik ve özgürlük hakkını fazlasıyla kullanıyor. Dört başı mamur bir makaleden beklenecek kapsam titizliğini, belli ölçülerde göz ardı ettiğimi kabul ediyorum. Yazının boşluklarını ileride, “tezlerin” açımlanacağı başka çalışmalara havale etmek durumundayım. Belki yine Dayanışma Forumu’nda veya başka bir mecrada…
Liberalizmin oportünist niteliği
Liberalizm bir “eklemlenme ideolojisidir.” Üstelik bu özelliği tarihsel serüveni boyunca giderek ağırlık kazanmış, bugüne geldiğimizde neredeyse özerk bir varoluşa sahip olamayacak ölçülere çekilmesine neden olmuştur.
Eklemlenme ideolojisi derken ne kast ediyorum?
Ne kadar geniş bir liste oluşturacak olursa olsunlar, modern siyasal ideolojilerin belli başlılarının muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm olduğunu söyleyebiliriz. Kuşkusuz ideolojilerin tarihi eskidir ve anılan akımların modernite öncesine uzanan kaynakları vardır. Nasıl sosyalizm sınıflı toplumların öncesine uzanan komünal geleneklere uzanıyor, bir dizi kültürde modern eşitlikçi anlayışlar özgün komünal-pagan unsurlardan beslenebiliyorlarsa, örneğin çağdaş muhafazakârlık da tarihin belirli momentlerinde yerleşik toplumsal statükoyu korumaya dönük müdahaleleri kendisine kaynak sayabilmektedir. Ancak geçmiş bağları, başta liberalizm olmak üzere burada etrafında dolaşacağımız bu ideolojilerin modern döneme ait oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Burjuvazinin gelişimi ticaret ve sanayi gibi bütünüyle dünyevi etkinliklerin ekonomik ve siyasi gücün temel belirleyenleri haline gelmesini sağladı. Öncesinde ekonomik ve siyasi erkin sahipleri, yetkiyi yeryüzünden değil tanrısal kaynaklardan edindiklerini kanıtlamaya çalışan ideolojilerin taşıyıcılarıydı. Burjuvazi siyasal düşünceyi bu anlamda yeryüzüne indirmiştir ve seküler bir zihinsel evrenin inşasına ister istemez imza atmıştır. Kapitalizm veya modernite öncesi ideolojiler, bu yeni seküler zihinsel evrende çeşitli dönüşümler geçirdiler ve karşımıza esas olarak iki paradigmaya, eşitlik ve özgürlüğe göre tasnif olan modern ideolojiler çıktı. Muhafazakârlığı eşitliğe ve özgürlüğe uzaklığı, sosyalizmi tersine bunları esas almasıyla tanımlamakta sakınca olmayacaktır. Liberalizm düz bir hat üstündeki üç ideolojiden ortadaki değildir. Liberalizm, eşitlik ve özgürlük arasındaki ilişkide önceliği özgürlüğe vererek sahte bir formül kurmuş, bu sayede hem ilerlemeden hem var olanı korumaktan yana pozisyon alabilmiştir. Formül sahtedir, çünkü en azından eşitliğe yönelen bir devinim olmaksızın özgürlüğe erişilmesi de mümkün değildir.
Burjuva devrimlerinin ortaya attığı değişimin ilkeleri liberaldi. Bireyin özgürlüğünün üstyapılar tarafından, kilise veya monarşi gibi kurumlar tarafından kısıtlanması kabul edilemezdi. Ekonomik temeldeki adaletsizliğin piyasayı baskılayan üstyapılardan kaynaklandığı varsayılıyordu. Eşitlik bu temelde yalnızca hukuksal bir fırsat eşitliğiydi. O kadar ki, bireylerin farklılıklarının yok sayılması veya yok edilmesi de özgürlük alanlarına müdahale sayılıyordu. Yani eski düzenin temellerini reddeden liberalizm, yeni düzenin gerçek bir eşitlik altyapısına sahip olmasını da kabul etmemiştir. Bu haliyle daha baştan liberalizm kâh sosyalizmle kâh muhafazakarlıkla yakınlık kurabilme özelliğine sahip olmuştur. Kapitalizme geçiş süreci tarihte kimi periyotlarda göz kamaştırıcı ölçülerde devrimci, kimi periyotlarda ise son derece tutucu, frenci pratiklere sahne oldu. Liberalizm bu iki uçta da varlığını koruyabilme özelliğine sahiptir. Oysa devrim muhafazakârlara, restorasyon ise sosyalistlere bedel ödettiriyordu. İsterseniz liberalizmin her döneme kendini uyarlayabildiğini veya doğasının oportünist olduğunu not edebiliriz…
Liberalizmin bu ilkelerinin saf haliyle uygulamaya konması ne mümkün olmuş, ne de arzu edilmiştir. Burjuvazi fırsat eşitliğini parasıyla satın alabilmenin ötesinde modern üstyapı kurumları tarafından kayırılmayı talep etmiş ve dayatmıştır. Mülksüzlerse yeri geldiğinde yarışı yitirip açlık ve hastalıklardan kırılma özgürlüğüne kavuşmuş, burjuvazi ihtiyaç duyduğunda veya kendileri mücadele ettiklerinde ise sosyal devletin koruyucu eli ortaya çıkmıştır. Liberalizm bu düşünce ve uygulamalarla uzlaşmaya veya onlarla çatışmaya açık bir ideolojidir.
Modern liberalizmden postmodern neoliberalizme
Kürt ulusalcılığına varabilmek için bir varyanttan daha hızlıca geçmemiz gerekiyor. Liberalizm nasıl burjuva çağının, farklı bağlamların kalıplarına uyabilen bir ideolojisi idiyse, burjuvazinin tarihsel ilerlemenin öznesi olmaktan kesinkes çıkmasından sonra da bu özelliğini yeniden üretmiştir. Ancak kapitalizmin tarihsel ilerleme sayıldığı ve sayılamayacağı iki ayrı etabında da varlık kazanabilmek için liberalizm minör uyarlanmaların ötesinde köklü bir değişim yaşamak durumundaydı. Öyle de oldu.
Çoğu yorumcu liberalizm ile neoliberalizm ilişkisini neredeyse isim benzerliği sayar ve ikincinin ilkinin antitezi olduğu yolunda uyarılarda bulunurlar. Liberalizmden neoliberalizme geçiş hafife alınmamalıdır, ama bir mantıksal inkâr düzeyinde de radikal kopuş olarak resmedilmemelidir. Bu ilişki eninde sonunda, Marksist felsefeye giriş kitaplarında rastlayacağımız “diyalektik yadsıma”nın sınırları içinde görülebilir. Bu saptamanın önemsiz olmadığı kanısındayım. Zira devrim çağına denk gelen 19.yüzyıl liberalizmiyle 20.yüzyıl sonu karşıdevrimin ideolojisi olarak neoliberalizm arasında aşılmaz bir uçurum olduğu düşüncesi, ister istemez liberalizmin ilericiliğini abartmaya varacaktır ve bu onulmaz yanılgıları beraberinde getirir.
Bir kere liberalizm tanımı gereği saf bir burjuva ideolojisidir ve burjuva sınıfların öznesi oldukları tarihsel ilerlemeyi ne ölçüde geçmişten ilerici bir kopuşla ve devrimci sıçramalarla gerçekleştirmeyi tercih ettikleri hayli su götürür bir konudur. Kapitalizme ve moderniteye geçişin tipik özelliği devrim ve karşıdevrimin içiçeliğidir. Geçiş süreçlerini üstyapılar söz konusu olduğunda radikal kılan, sınıf özünden ziyade başta emekçi halk kitlelerinin siyasete aktif katılımı olmak üzere başka bir dizi faktör vardır. Yeri gelmişken yakın zamanda yayınlanan, Atilla Aytekin’in bir makalesi sayesinde bu başlıkta değerli bir sergilemeye kavuşmuş olduğumuzu not edelim.1
Liberal ve modern üstyapıların açık diktatörlüklere evrimi birçok örnekte çatışmalarla değil uzlaşmalarla gerçekleşmiştir. Burjuva devrimlerinin, her biri emekçi ve mülksüz kitlelerin yurttaşlıkla bağlantılı ve sınıfsal kazanımlarına denk gelen ileri adımları, neoliberalizm tarafından tasfiye edilmişse, bunu kolaylaştıran klasik liberalizmin ikircikli karakteridir. Kaldı ki, sosyal devletin, kamusal ekonominin, emekçi örgütlenmelerinin, yurttaşlık kazanımlarının, klasik burjuva demokrasisinin ve modern hukukun tahrip edilmesinin dayandırıldığı neoliberal iddialar, liberalizmin herhangi bir eklemlemeye tabi tutulmayarak saflaştırılmış halini esas almıştır. Neoliberalizm bir anlamda liberalizmin özüne dönüştür. Bu operasyon, burjuva devrimleri etabı çoktan geride kaldığı için mümkün olabilmektedir. Bugün liberalizm tekelci sermayeye benzersiz bir egemenlik sunmak üzere dinci gerici, baskıcı, sağ popülist akımlarla kolaylıkla eklemlenmektedir. Evrensel düzeyde geçerlilik taşıyan bu durum Türkiye söz konusu olduğunda 12 Eylül’ün parçası ve sürdürücüsü Özal ve son yirmi yılın Erdoğan iktidarlarında örneklerini bulmaktadır.
Bizim için burada daha ilgi çekici olan boyut ise liberalizmin genel anlamda sosyalist ideoloji ve hareketlere uyguladığı kuşatma ve ortaya çıkan eklemlenmeler. Kuşkusuz parası olmayanın sağlık, eğitim, barınma gibi temel haklardan yoksun bırakılmasını alenen savunan bir (neo)liberal sistematiğin solda uyandıracağı yankı ve emekçiler nezdinde kazanacağı meşruluğun sınırı çok dar olurdu. Ortaya çıkan gereksinim sol-liberalizm tarafından uzun yıllara yayılan bir ideolojik ve pratik inşa ile karşılanacaktı.
Sınıfsız demokrasi ütopyası
Sosyalizmi, klasik modern ideolojilerin başlıcaları arasında telaffuz ederken kapsamını hayli geniş tutmak durumundayız. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da, kimilerini “gerici” sıfatıyla niteledikleri komünizm türlerini sıralamalarında olduğu gibi. Dahası, burjuva devriminin patlattığı özgürleşme dalgasının kısa süre içinde sosyalizmden ayrışacak olan anarşist hareketi de kapsadığını unutmamalıyız. Anarşizmin Marksizm’den siyasal pratikte ayrıştığı sahne Birinci Enternasyonal’de kurulmuştu. Bu ayrışmadan sonra da çeşitli kavşaklarda komünizm ve anarşizm, 19.yüzyılın modern sosyalizm şemsiyesi altında ele alınmaya devam edebilmişlerdir. Kuşkusuz bu çatışmalı bir akrabalıktır ve son derece sert hesaplaşma biçimleri alabilmiştir.
Liberalizmin solu kuşatmasında anarşizm önemli bir cephe oluşturmuştur. Bu iddia komünizmin 1980-1990 dönemecinde tattığı yenilgideki kendi payını ihmal etmek anlamına gelmiyor. Geleneksel işçi sınıfı partilerinin, üstelik dünya devriminin motor gücünün denk düştüğü lider parti Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nden başlayarak ağır bir dejenerasyona uğradığını biliyoruz. Karşıdevrim bu ve diğer geleneksel partilerin direniş gösterip onurlu bir yenilgi almalarıyla gerçekleşmedi. Sonuç alıcı darbeler bizzat bu partilerin tepesinden vuruldu. Anarşizm bu tabloda kendi devlet karşıtlığının kanıtını görmüş ve kapitalizm koşullarında siyasi iktidarı ihmal eden bir solculuğun tanımlanması için enerji toplamıştır.
SBKP liderliğini tutsak alan Yeni Düşünce’nin son derece zayıf, teorik açıdan yerlerde sürünen tezlerini bugün kimse ciddiye almıyor. Glasnost ve perestroyka yeni bir teorik sistem kurmak açısından düşünüldüklerinde boştur. Esas işlevleri sosyalizme dönük yıkıcılıktı. Dönemin tezleri buna uygun biçimde çarpıtma ve karalamalardan ibaretti. Ancak düşünsel derinlik açısından ayrıcalıklı bir gelişkinlik barındıran sosyalist ideolojinin ve sol hareketin liberalizm tarafından zaptedilmesi için “yıkıcılık” yeterli olamazdı. Anarşizmin soyut özgürlükçülüğü, sınıf örgütlenmesine reddiyesi ve siyasi iktidar hedefini ihmal etmenin ötesinde büyük yanılgı olarak mahkûm etmesi, sol-liberalizmin yapı taşlarıdır. Komünizmin daha 20.yüzyılın ilk çeyreğinde kustuğu sosyal-demokrasinin kimi unsurlarının, onunla flört halindeki Yeni Sol düşünürlerin ve komünizmin solunda olduğu sanılagelen anarşistlerin tezlerinin melezleşmesiyle liberal solun heterojen alanı şekillendi.
Reel sosyalizm altında komünist hareketin çoktandır gündelik politik ihtiyaç ve gerekçelerle Marksist-Leninist teoriyi esnetmiş olması bu operasyona karşı çıkışların çok cılız kalmasını açıklar. İşçi sınıfı partilerinin politik sahneyi boşaltmasıyla birlikte Marksizm-Leninizm marjinal bir alana çekildi. Sınıfsız toplum ütopyası sağ liberalizmde olduğu gibi ortadan kalkmadı elbette, ama sınıf mücadelesinden arındırıldı. Liberalizmin solla eklemlenebilmesinin karşısındaki esas direniş kavramı sınıf mücadelesidir. Tarihi ve bugünü sınıflar mücadelesinin şekillendirdiği temel varsayımı kenara itildiğinde olaya yapısalcılık el koyar. Artık kapitalist temeller üstünde yükselmiş yapılar bu tarihsel oluşum özelliklerinden arındırılarak kavranıyor ve solun eşitlik-özgürlük idealleri keyfi, spekülatif yapıntı denemelerine kurban ediliyordu.
Kentli zenginlerin toprak mülkiyetine dayalı güç odaklarıyla uzlaşması modern demokrasinin çıkış noktasıdır. Ancak bu uzlaşmanın ileri kanadı, nüfusun küçük bir azınlığından ibaret olan yeni zenginlerin hak iddialarıyla sınırlı tutulamazdı. Egemenler sınıfsal çıkarlarını evrensel çıkar kisvesine büründürmek zorundadır. Bu yasa emekçiler için tarihsel bir olanak anlamına gelmiş ve burjuva dönüşümleri demokratik kılan eylem alt sınıflardan yükselmiştir. Öyle ki, giderek burjuva demokrasisi, kapitalist sınıf ile geçmişin güçleri arasındaki uzlaşma olmaktan, kapitalist sınıfla proletarya arasında bir denge rejimi olmaya kaymıştır. Bu anlamlarıyla demokrasi, evriminin her momentinde sınıfsal olarak belirlenir. Bu belirlenim yadsınmaksızın liberalizm solu işgal edemezdi. Sol liberalizm sınıfların varlığı ile sınıf mücadeleleri arasındaki varoluşsal ilişkinin reddidir. Sol liberalizmin demokrasi ütopyası, sınıf mücadeleleriyle bağı görünmez hale gelen bir yapı olarak tasarlanmaya başlandı. Yerel yönetimlere dayanabilirdi, sınıfların da yalnızca toplumsal kimliklerin bir kategorisi olarak yer alabilecekleri bir kimlikler koalisyonundan türeyebilirdi. Mücadele yoksa, piyasa emekçiler karşısında nötr olabilir, hatta teknik bir mekanizma olarak emekçilerin lehine işletilebilirdi…
Marksizm özgürlüğü sınıfların ortadan kalkacağı bir temele oturtur. Sınıfların varlığını koruduğu tarihsel koşullarda ise Engels’in muhteşem formülüyle “özgürlük zorunluluğun bilincidir” ve dolayısıyla sınıf mücadelesine bilinçli katılımın yeşerteceği bir durum olabilir ancak… Bütün bunlar geride bırakıldı ve ütopizm çağına geri dönüldü. Artık kıymeti fikirlerinde menkul düşünürler veya daha iyisi, “kitlelerin kolektif deneyimlerinden türediği” iddia edilen eğilimler özgürlüğün nasıl bir şey olduğunun yapıtaşları haline gelmiştir. Geçmişte ütopyacılar monarklara ideal toplum tasarımlarını sunarlar, onları “akıl yoluna” davet ederlerdi. Ütopik sosyalistlerin, ortada milyonlarca mülksüz emekçi varken yöneticilere ricacı olmaya yüzleri kalmayacak ve çağrılarını toplumun “aklına” yapacaklardı; bunun için de ütopyalarını örnek çiftliklerde hayata geçirmeye çalıştılar. Şimdi toplumun her kesiminde kendi çıkarlarını yine en iyi kendilerinin bilebileceği kabul edilen kimlik grupları organize oluyor, Sosyal Forumlarda bir araya geliyor ve dünyaya güya el koyuyorlardı. Bu gayrı ciddi ideolojik yönelim, tuhaf bir biçimde insanların pratiklerinin ve düşüncelerinin verili toplumsal tarihsel etkenlerce koşullandırıldığını görmezden geliyordu. Üstelik bu yanılgıya burjuvazinin yükselişine eşlik eden o görkemli akıl ve Aydınlanma çağında değil, bilimin itibarsızlaştırıldığı, kaderciliğin ve “Ortaçağ gericiliğinin” at koşturduğu bir dönemde düşüyorlardı. Yanılgıya düşen kalabalıklar bir yana, bu teorik yapıyı kuranları iyi niyetli ütopyacılarla karşılaştırmak büyük bir ayıp değil midir?
Tekelci sermayenin ve emperyalizmin emekçi sınıflar ve komünizm karşısında kazandıkları bir muharebenin sonuçlarını telafi etmenin yolu bellidir. Komünizmin geçmişteki donanımının da üstüne çıkacağı yeni bir devrimci yükseliş dalgasının kabarması… Özgürlük ve demokrasi gibi kategorilerin nasıl biçimler alacaklarını kuşkusuz yine sınıf mücadeleleri belirleyecektir.
Bir liberal ütopya olarak Demokratik Konfederalizm
Abdullah Öcalan’ın 1999’da ömür boyu hapse mahkûm edilmek üzere uluslararası bir operasyonla yakalanması, Kürt ulusalcılığının neoliberal biçimlenişinde bir milat olarak alınabilir. Öncesinde PKK’nin Marksist kökeninden, önce politik taktikler mazeretiyle uzaklaştığı, sonraları sembollerini değiştirerek yani ideolojik ayrışma yoluna girdiği bir geçmiş görüyoruz. Bu sürecin tetikleyicisi bellidir: Sovyetler Birliği’nin dağılması Ortadoğu’da bir emperyalist hegemonyanın da işaretini vermişti. 1990 Birinci Körfez Savaşı aslında ABD emperyalizminin nabız yoklaması anlamına geliyordu ve Gorbaçov liderliği bölgede sosyalizmin ağırlığının sıfırlanması için emperyalizme koşulsuz yardımcı olacağını gösterme fırsatı buldu. Bu denge değişiminden sonra Kürt ulusal hareketinin anti-emperyalist bir misyondan bütünüyle kopma yoluna girmesi şaşırtıcı olmamıştır.
Hareketin Türkiye’de bir yoksul köylü tabanına oturduğu ve aşiret yapılarını da karşısına aldığı geçmişi, sürecin uzun zamana yayılmasından başka bir sonuç veremezdi. Biraz yukarıda teorik olarak söyleneni somutlayabiliriz. Kürt ulusal hareketinin ilerici bir karaktere sahip olmasının koşulu, bölgenin sınıfsal olarak en gelişkin ülkesi olan Türkiye’de işçi sınıfının ve komünizmin rönesansıdır. 1990’larda yalnızca Gelenek dergisince gündemde tutulan bu tezin karşısında solda tam tersi bir denklem yaygınlık kazandı. Buna göre solun gelişim rotası Kürt dinamiğine bağımlıydı veya aynı anlama gelmek üzere Türkiye’de solun öncelikli görevi Kürt özgürlük mücadelesini desteklemekti. Kürt sorunu çözülmeden demokrasi kurulamazdı ve sosyalizmin zamanı değildi. Yoksulluğu, işsizliği, sömürüyü bile Kürt sorununun çözülmeyişiyle açıklayan bu argümanın “komünizm öldü” şamatasıyla ve onun da kaynağındaki emperyalist “tarihin sonu” teziyle akrabalığı aşikârdır.
İlerleyen yıllarda Kürt hareketinin devrimci ve yoksul köylü geçmişi ile içinde örtük veya açık sosyalist eğilimleri barındırıyor olması, bu hareketin liberal olamayacağının kanıtı sayılabilmiştir. Oysa başından sosyalizmin çekim gücüne kapıldığı dönemler dahil her zaman ulusalcı eğilimler barındıran, 12 Eylül’den sonra solun yenilgisiyle büsbütün milliyetçi karakter kazanan Kürt hareketi, evrensel düzeyde bir liberalleşme dalgasına direnebilmek için donanıma ve olanaklara asla sahip değildi.
Ancak Öcalan’ın “demokratik konfederalizm” teorisi önemsenmelidir. Genel anlamda solda bir dizi tarih tezinden söz edebiliyoruz. Bunların önemli bir bölümü sosyalist ve devrimci hareketin altın yılları sayılan 1960-1980 arasında geliştirildi. Örnek olarak Doğan Avcıoğlu’nu, İdris Küçükömer’i, Hikmet Kıvılcımlı’yı, Behice Boran’ı, Yalçın Küçük’ü sayabiliriz. Öncesinde daha kolektif karakter taşıyan, TKP’nin Kuruluş ve Arayış dönemlerine özgü belli ölçülerde sistematik yaklaşımları bu kapsama ekleyebiliriz.2 Öcalan’ın bu dizinin son unsuru olduğu söylenebilir.
Bu yazıda çizmeye çalıştığım çerçeve Öcalan tezini solun dışında bir yerde tasnif etmek gerektiğini ima etse de, genel kamuoyu algısını veri almak durumundayız. Eninde sonunda emperyalizmin bölgesel hegemonyasının altında konumlanmakla birlikte, demokratik konfederalizm sağcı bir gelecek tasarımı veya güncel durumu aklama girişimi değil, bir özgürlük ütopyası olma iddiasına dayanmaktadır. Amacımın bu tarih tezlerini birbiriyle teraziye çıkartmak olmadığı sanırım anlaşılmıştır.
Demokratik konfederalizm sınıftan ve tarihsellikten yoksun, yapıntı bir karakter taşıyor. Bu haliyle bir dilekler ve temenniler projesi. Teorik bir kişilik sayılması mümkün olmayan Abdullah Öcalan, kabaca elli yıllık siyasal yaşamının büyük çoğunluğunu bir siyasi hareketin lideri olarak geçirmeyi entelektüel bir avantaja dönüştürmüş görünüyor. Sezgilere dayalı ama sürekli yeniden üretilmesi gereken siyasal reflekslerden ortaya ilginç bir yapı çıktığını kabul etmek durumundayız. Bu yapının sistematik olarak olgunlaşması, tezin yazarının bireysel entelektüel emeğini içermekle birlikte buna indirgenemez.
İmralı yaşamı Öcalan’a, o güne kadar reflekslerle uzaklaştığı soldan, artık okumalardan beslenerek tamamen kopma olanağını armağan etti. Şekillendirmeye uğraştığı yapının zayıflığı nedeniyle olsa gerek, Demokratik Konfederalizm stratejisiyle adlandırdığım tarih tezinin teorik eleştirisine pek az rastlanıyor. Görüşlerinin peşinden gidenler, bunları açımlama yerine güncel polemiklere, politik strateji tartışmalarına ve siyasal söyleme ağırlık vermeyi tercih ediyorlar. Öcalan’ın hapisliği de, görüşlerinin köklü ve ciddi bir eleştiriye tabi tutulmasına karşı ahlaki bir koruma sağlıyor olsa gerek…
Bu değerlendirmelerimi destekleyen birkaç alıntıyı 2016 tarihli bir çalışmasından aktarmak istiyorum:
“Marx ve ekolü, ekonomik çözümlemeyle toplum, tarih, sanat, hukuk ve hatta dini açıklayabileceklerini sanıyorlardı. Şüphesiz tüm toplumsal kurumlar, bir vücudun dokuları misali birbirini etkilerler. Ama sahamız toplumsallık olunca her şey değişir. İnsan zihninin icat ettiği kuruluşlar olan toplumsal kurumlar, biyolojik doku gibi değiller. Hatta insan vücudundaki doku gibi de değiller. İnsan zihni, toplumsal ortamda sürekli anlam ve irade üreten patlama halindeki bir yanardağa benzer. Başka canlı türlerinde bunun bir eşi yoktur. Fizik olaylarıyla bazı ortaklıkları ise belki de kuantum dünyasında düşünülebilir. Unutmayalım, insan zihninin kendisi kuantum düzeninde çalışır. Maddi dünya (toplumsal ekonomik yapı dahil) ise kuantum işleyişinin donmasını, kabuk bağlamasını ifade eder. Toplumu yönetenin zihin olduğu, tartışmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Toplumsal ekonomiye bile zihniyet çalışmasıyla gidildiği kanıtlanmayı gereksiz kılan bir husustur."3
Burada Marksizm’e yönelik bildik ekonomizm suçlamasıyla yetinmiyor yazar. Toplumsal kurumlar ve biyolojik dokular arasında gidip gelen anlatı, toplumu yönetenin “zihin” olduğu şeklindeki “tartışmayı gerektirmeyecek” açıklıkla sürdürülüyor!
Öcalan yersiz yere kendisinin “aptal bir Marksist mürit” olmadığını vurgulamaktan geri durmuyor ilerleyen satırlarda. Sonra:
“Kapitalizmle mücadele üzerine yoğunlaştığımda, aklıma hep karıkoca ilişkisi gelir. Kocanın ortama göre karısına normal bir yaşam sunması durumunda, bu kadını kocasına karşı mücadeleye çekmek ne kadar zorsa, dolgun bir ücret vermesi halinde işçiyi de efendisi kapitaliste karşı mücadeleye çekmek o kadar zordur. Özgürleşmeyi bir yana bırakın, basit bir ücret sınırında bile kapitalist efendi karşısında takla atan işçi, toplumsal çokluklara karşı artık efendisinin sistematiğinin bir uşağıdır.”
Öcalan’ın bu teorik yazılarını yayınlamak kuşkusuz izleyicileri için cesaret, hatta cüret gerektiriyor! Görüşlerinin olumlu veya olumsuz bir değerlendirmeye tabi tutulmamasının nedeninin içerik olduğu da anlaşılıyor. Bu görüşlerin Kürt hareketinin ağırlık taşıdığı sendikalarda duyurulması çok tuhaf olmaz mıydı?
Öcalan teorisinde sınıflar esas alınmaz. Çünkü kapitalist toplumda temel sınıflar aynı insanlık dışı mekanizmanın parçasıdır. Zaten işçi sınıfına dayanan pratikler de “sol adı altında kapitalist modernizmle en azından yüz elli yıllık objektif suç ortaklığı”na imza atmışlardır.
“Kapitalizme karşı tüm büyük isyanlar böyle işçiler haline gelmemek için verilmiştir. Bu isyanlar işçileşmenin değil, işçileşmemenin mücadelesidir. Yanlış bir tanıtımla ‘Yaşasın işçi mücadelesi’ demek, ‘Yaşasın kölelik’ demekle özdeştir. Doğru olan ve yaşamın da desteklediği şey ücretli mahkûmiyete karşı çıkmaktır.”
Daha fazla uzatmayacağım. Diğer çalışmaları dahil, toplam olarak Öcalan karşımıza bir aydınlanma ve sosyalizm karşıtı olarak çıkmaktadır. Peki, pozitif önerme olarak demokratik modernite nedir?
“Anlaşılacağı üzere, ‘demokratik modernite’ ile ne kapitalist ne de sosyalist olarak yeni bir toplum tipi yaratılıyor. ‘Demokratik modernite’, bu kavramların, toplumu nitelendirmekten uzak propaganda kavramları olduklarını belirtiyor. Şüphesiz bir toplum gerçekleştiriliyor ama bu toplum; ahlaki ve politik ilkenin azami rol oynadığı, sınıfsallaşmanın pek gelişme imkânı bulamadığı dolayısıyla iktidar ve devlet aygıtlarının ya zorlarını dayatamadıkları ya da karşılıklı uzlaşmayla birbirini tanımanın gerçekleştiği, farklılık içinde birlik, eşitlik ve özgürlüğün hem bireyselliğin (bireyciliğin değil) hem de toplumsallığın özelliği olarak yaşandığı bir ‘modern demokratik toplum’dur. Daha fazla eşitlik, özgürlük ve demokrasi, bu toplumun doğası gereği demokratik siyaset kurumunun yol açtığı değişim ve gelişimin sonucudur.”
Burada açıkça sergilendiği gibi söz konusu yeni toplum tasarımı ütopik, maddi süreçlerle ilintisi kurulmamış bir önermedir. İnsanlık tarihine bakılmış ve artık bu günahkâr geçmişin olumsuzluklarını atmanın, yerine iyi olanın konmasının zamanının geldiğine karar verilmiştir. Haksızlık etmeyelim, gelişmenin kaynağı bir tür çelişkiyle açıklanmaya çalışılmaktadır. Tarihsel materyalizmin Avrupa için yaptığını bildiğimiz üretim tarzları saptamasını dogmatik bulan Öcalan üç toplum biçimi tanımlıyor:
“İlkel klan toplumu, sınıflı devlet veya uygarlık toplumu, demokratik çoklu toplum. (…) üç toplum tarzı da düz çizgisel bir doğrultuda ilerlemez. Derinleşen ve genişleyen döngüsel bir sisteme daha yakındır. Diyalektik işleyişi kabul etmekle birlikte, uçların birbirini yok ederek ilerlemesi gibi bir yorumu doğru bulmadığımı açıkça belirtmek durumundayım.”
Tarihin ilerlemesi ve bu ilerleme boyunca tarihsel/geçici nitelik taşıyan “yapıların” ortaya çıkmasını bir kenara bırakıyoruz. Birbirini izlemeyen yapılar var ve bunlar derinleşiyor, genişliyor, döngüsel bir hareket sergiliyorlar... Bu betimleme ilkel bir yapısalcılığa denk düşmektedir.
“Demokratik çoklu toplum” kimlikler üzerine kuruluyor olsa gerektir ve ulus-devletler modelini üretmiş olan “uygarlık toplumu” ile kaotik bir çatışma yaşamaktadır. Bu teoride aynı anda emperyalistlerin, “ilkel klan toplumuna” özgü aşiretlerin, ulusal orduların, gerillanın, özerk bölgelerin, etkin veya etkisiz sınırların birlikte var olması mümkündür. Kadının yok sayıldığı aşiretlerin varlığı, kadın hareketinin kurumsallaştığı devrimci süreçlere gölge düşürmeyebilir. Bu çatışmalı hal “demokratik çoklu toplumun” ortaya çıkmasına kategorik bir engel oluşturmayacaktır. “Uçların birbirini yok ederek ilerlemesi” dogmatiktir zira…
Demokratik Konfederalizm, demokratik çoklu toplum’un Ortadoğu için modellenmesi oluyor. Bölgenin çoğu etnik kimlikleri birlikte örgütlenmekte, onların özerkliğine dokunmamayı kabullenen ulus-devletleri önemsizleştirmekte ve giderek karmaşık bir konfederasyona doğru evrim geçirilmektedir.
Formülün aynı anda bir dizi soruna yanıt oluşturduğunu söyleyebiliriz. Kürt hareketinin Ankara’yla barışçıl bir uzlaşma arayışına girmesi pratik bir sıkışmışlıktan kaynaklanmak zorunda değildir. Türkiye’de kapitalizmin egemen olması önemsizleşmektedir, bu anlamda ekonomik düzen yıkılası bir düşman olmayı bile hak etmemektedir. Kürt toplumunun da sınıflara bölünmüş olduğu açık olsa bile, bu duruma karşı mücadele sınıflardan birini esas alarak değil, sınıf fikrini aşmaktan geçecektir.
Kurgusu, Öcalan’ın yazdığı haliyle hayli zayıf olan bu “özgürlük ütopyası” sınıfsızlıkla malul ve bunun gerçeklikle bağları hayli zayıf. Ancak 21.yüzyılın Ortadoğu’su için es geçilemeyecek bir model ortaya attığı da bir gerçek. Dönem boşluklar barındırıyor ve buna olanak veriyor.
Ortadoğu’nun emperyalizm-sosyalizm dengesi çoktan geride kaldı. ABD istilacılığı meşruiyet gereksinimini düz sömürgecilikten aldığı argümanlarla, uygarlaştırma misyonuyla sınırlamayı tercih etmedi. Her şeyden önce bu aynı filmin yeniden vizyona sokulması gibi sıkıcı bir talihsizlik barındırıyordu. Oysa sosyalizmin devre dışı kalması hegemonyanın içerik ve biçimini de dönüştürebilirdi. Kimi ülkeler Sovyetler Birliği’nden cesaret, güç, hatta ilham almış, emperyalist-kapitalist sisteme karşı korunaklı alanlar inşa etmişlerdi. Başkaları Sovyetler Birliği’ne karşı ileri karakol rolünün hakkını verebilmek için ayaklarını daha güçlü basmak üzere bizzat emperyalizm tarafından tahkim edilmişti. Bütün bunlara artık gerek yoktu. Emperyalizm bölgeyi düzleyebilirdi. Uluslararası sermayenin mevcut toplumların en ince damarlarına nüfuz edebilmesinin önündeki kurumsal, hukuksal engeller böyle temizlenebilirdi. Ulusal sınırların devrinin kapandığı söylemi bu anlama geliyordu. Demokratik Konfederalizmin bu söylemle uyumlu olduğu açıktır.
2015’te son verilen barış süreci sırasında Türkiye’de sivil toplum komünlerine ilişkin üretilen efsaneler bir burjuva devletin içinde bile özgürlük ütopyasının serpilebileceğine örnek gösterilmişti. Emperyalist şemsiye altında şekillenen Rojava Devrimi de konjonktürel, sarsak dengelere bağımlı bir fiili durumdan ibaret olamazdı... Bunlara özgün bir açıklama getirilmesini mümkün kılan, Öcalan’ın “tarih tezidir”.
En önemli esin kaynağının Murray Bookchin olması da rastlantı değildir. Bookchin Marmara Adasında hapiste bir öğrencisinin varlığından habersiz de olsa çakışma açıktı. ABD’li anarşistin örgütlük ütopyası, emperyalizmin karanlık evresinden sınıflara değil kimliklere dayalı, komünalist bir çıkış arayışına dayanıyordu. Dedik ya, (neo)liberalizmin solu işgal etmesi birtakım eklemlenmelere bağlı olarak gerçekleşebilirdi ve anarşizmin yakın zamanki işlevlerinden biri bu olmuştur. İçinde bulunduğumuz dönemde “tarih tezlerinin” liberal-anarşist fantezi niteliğine yaklaşması son derece anlaşılır bir durumdur.
Sonuç
ABD emperyalizminin askeri koruması altında ve Şam’ın iktidarının ülkenin kuzeyine erişemediği koşullarda ortaya çıkan Rojava deneyimi, bizde de Suriye’nin demokratikleşmesinin yolu olarak sunuldu. Burada şeriatçı çetelere karşı gösterilen dirençten öte Suriye ulus-devletine alternatif bir model de kast edilmiştir.
Aynı süreçte ve Öcalan’ın tezi çerçevesinde Kürt ulusal hareketi de Türkiye kamuoyuna farklı bir biçimde sunulmaya çalışıldı. Buna göre bir ulusal özgürlük mücadelesinin açık veya örtük olarak bağımsız devlet amacını ima etmesi geride kalmıştı. Kürt hareketi ayrılıkçı veya bölücü olmak zorunda değildi ve gerçekten de değildi. Dünyanın içine girdiği neoliberal çağda ve çözüme aç Ortadoğu’da, hele “siyasi iktidarın ele geçirilmesi”, yani siyasal devrim artık modelin merkezine konulmayacaksa, federasyon, öz yönetim, özerklik gibi kavramlar flu bir tablonun içine serpiştirilebilirdi.
Bu denemenin 2015’te kesintiye uğradığını biliyoruz. Yeniden güncellenip güncellenmeyeceğini bugünden yarına hangi yöne gideceği belirsiz olan Türkiye’de ve bizden daha az karmaşık olmayan bölgemizde, şimdiden kestirmek mümkün görünmüyor. Öcalan tezlerinin devrinin kapandığını söylemekte, bu anlamda aceleci davranılmamalıdır. Ortadoğu’daki çözüm açlığının, emperyalizmin gerçek yüzünü gizlemesinden, Soğuk Savaş dönemi yapıların yıkılmasından, etkilerinin dağılmasından kaynaklandığını söylemiş oldum. Ortaya çıkan bu boşluğa liberal denemeler salındı. Sonuç olarak açlık sürüyor.
Boşluğun sol için de geçerli olduğu unutulmasın. Komünist hareketin Sovyet sonrası dönemde bölge için bir model yenilemesine gitmediğini, gidemediğini not etmek durumundayız. Sınıfsal ve bölgesel anlamda büyük bir yıkımın sürdüğü on yıllarda sol örgütsel, politik ve ideolojik olarak alt üst olmuştu ve böyle bir üretimin koşulları kuşkusuz yoktu. Ancak başkalarının yanı sıra liberalizmin etkilerine de set çekecek olan esasen budur. Bölgemizde işçi sınıfı dinamiğine dayanan, sınıf mücadelesini esas ve siyasi devrimi hedef alan, emperyalistler arası dengelerin dışına çıkan anti-emperyalist, laikliğin birleştiriciliğini ilke haline getiren bir perspektif yenilenmesine ihtiyaç olduğu açık. (AYDEMİR GÜLER - Dayanışma Forumu, Eylül 2022 - AKTARAN: Sol.org)
1.E. Atilla Aytekin, “Burjuva Devrimi Tartışmaları Işığında 1908 ve 1923’e Bakmak”, https://ayrintidergi.com.tr/burjuva-devrimi-tartismalari-isiginda-1908-… (son erişim 5 Eylül 2022)
2.Burada Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni, Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması, Küçük’ün Türkiye Üzerine Tezler çalışmalarını özel olarak kast ettiğimi belirtmeliyim. Bu çalışmaların bir geçmiş derinliği ve gelecek kurgusu, dolayısıyla politik çıktıları vardır. Kıvılcımlı külliyatının güncel politik bölümünün sistematik nitelik taşıdığını düşünmemekle birlikte yine bu niteliklere sahip olduğunu düşünebiliriz. Behice Boran’ın da eserinin bütününün bu kapsama girdiği kanısındayım. Yeri gelmişken, bu görüşümü Türkiye Solunda Tarih ve Yöntem Tartışmaları kitabımda ele aldığımı hatırlatmalıyım. Ayrıca Türkiye Komünist Partisi’nin kolektif bir ürünü olan Parti Tarihi’nin iki kitabı Yazılama Yayınevi’nden çıkmış bulunuyor. Kuruluş ve Arayış başlıklarını taşıyan bu iki kitap, sırasıyla Mustafa Suphi ve Şefik Hüsnü’nün yön gösterdiği iki sistematik “tarih tezi”ni sergilemeleri açısından da okunabilir. Kanımca bugün, kişilere atfedilmesi mümkün olmayan, 1980’lerde Gelenek dergisinin buzkıran rolü üstlendiği, geçmişi bir “sosyalist Türkiye geleceğine” referansla anlamlandıran, üstelik politik ağırlık noktası olarak bir partinin, TKP’nin içinde yer aldığı başka bir “tarih tezi” çok farklı alanlardan katkılarla zenginleşmeye ve olgunlaşmaya devam ediyor. Kimi okurların aklına Doğu Perinçek ve Birikim ekolü de gelmiş olabilir. Perinçek’in esasen kötü bir Maoizm tercümesine dayanan macerası, 1980 öncesinde Milliyetçi Cephe hükümetlerinin eteklerinden sekerek uzadı ve ancak Tayyip Erdoğan ittifakında son buldu. Birikim’in ise Şerif Mardin’in analizleriyle akraba ve sol-liberal Batı solundan bol referanslı bir akım olarak 2000’li yıllarda iyiden iyiye dejenere olduğu, hem gericileştiği hem niteliksizleştiği açıktır. Ortada birtakım sistematik tarih analizleri vardır, ama bunlar eşitlikçi veya özgürlükçü projelere açılan birer tarih tezi olmaya kanımca yetmez.
3.Abdullah Öcalan, “Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat”, Demokratik Modernite, 6 Eylül 2022, https://demokratikmodernite.org/kapitalizmin-dol-yatagi-ziggurat/ (son erişim 6 Eylül 2022) İnternetten aktardığım için aşağıdaki alıntılarda sayfa numarası belirtemiyorum. Meraklısı için yazarın dilinden Ziggurat tapınaklarını neden önemsediğini de aktarabilirim: “Tapınak olarak zigguratın en üst katı panteon (tanrılar birliği, hiyerarşik üst tabaka otoriteleri), onun altındaki kat rahip-kralın (sistem yaratıcısı ilk yönetici hegemon) yeridir. En alt kat ise artık-değer-ürün üreten köleler ve zanaatkârlara ayrılmaktadır. Tapınak şehrin, devletin ve sınıfların ilk prototipi, döl yatağıdır derken, tüm uygarlık sistematiğinin formülünü de belirlemiş oluyoruz. En son Avrupa modeline kadar tüm uygarlıklar bu örneğin izini taşımaktadır.”