Türkiye İslamcılığı sembolleri kullanmada ve kitleleri bunun üzerinden seferber etmede hep başarılı oldu. Örneğin ’90’lı yıllarda İslamcılığın yükselişinin ve sonrasında AKP’nin iktidara yürüyüşünün gerisindeki en önemli faktörlerden biri türban/başörtüsü meselesiydi.
13 Temmuz 2020 günü ajanslara düşen bir haberde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hüsnü Bayramoğlu ile bir telefon görüşmesi yaptığı yazıyordu. Kamuoyunun pek bilmediği bir isim olan Bayramoğlu, Said Nursi’nin en yakınındaki müritlerindendi ve onu “özel” yapan şeylerden biri Nursi’nin 1960’taki ölümünden önce “Ayasofya'nın açılmasını ben göremeyeceğim. Kabrimden seyredeceğim. Hüsnü görecek" demiş olmasıydı. Erdoğan da Ayasofya’nın ibadete açılışına sayılı günler kala gayet bilinçli bir jet olarak Bayramoğlu’nu aramıştı.
Türkiye İslamcılığının bir diğer önemli ismi Necip Fazıl ise 1965 yılında Milli Türk Talebe Birliği’nin düzenlendiği Ayasofya etkinliğinde şöyle bir “kehanet”te bulunmuştu:
“Ayasofya açılacak… Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün manalar, zincire vurulmuş kan revan içinde masumlar gibi, ağlaya ağlaya, üstünü başını yırta yırta onun açılan kapılarından dışarıya vuracak!... Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik etmiş sanılan kötülerle, kötülük etmiş sanılan iyilerin gizli dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek…”
Kuşkusuz ne Said Nursi’ye ne de Necip Fazıl’a göklerden Ayasofya’nın açılacağı müjdesi verilmişti; ikisi de İslamcı kitleleri bir araya getirmek ve onlara bir gelecek hedefi göstermek için Ayasofya’yı sembol olarak seçmişlerdi ve bunu hakkıyla yerine getirmişlerdi.
Ayasofya’nın ibadete açılması uzun yıllar boyunca Türkiye İslamcılığının “Kızıl Elma”sını sembolize etti adeta; günün birinde Ayasofya’da namaz kılınacağına duyulan inanç İslamcı kitlelerin en büyük motivasyon kaynaklarından biriydi. Bunun gerisinde ise Cumhuriyet’e ve Atatürk’e duyulan kin vardı. Atatürk’ün son derece bilinçli bir şekilde müzeye çevirdiği Ayasofya’nın tekrar cami yapılması, Türkiye modernleşme süreciyle, laiklik politikalarıyla, Cumhuriyet’in kurucu felsefesiyle ve Atatürk’le hesaplaşmanın, 1923 paradigmasını ortadan kaldırıp yeni bir rejim inşa etmenin sembolü olarak seçilmişti.
Türkiye İslamcılığı sembolleri kullanmada ve kitleleri bunun üzerinden seferber etmede hep başarılı oldu. Örneğin ’90’lı yıllarda İslamcılığın yükselişinin ve sonrasında AKP’nin iktidara yürüyüşünün gerisindeki en önemli faktörlerden biri türban/başörtüsü meselesiydi. İslamcılık geleneksel örtünme biçiminin dışında yeni bir örtünme biçimi icat ederek bunu politik bir sembol haline getirmiş, kadınları bunun üzerinden mobilize etmiş, bunun üzerinden yaratılan mağduriyet ise İslamcılığın yükselişinde ciddi bir rol oynamıştı. Dahası, normalde erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün bir sembolü olarak görülmesi gereken başörtüsü, siyasal İslam’la gerçek anlamda bir mücadeleyi hiçbir zaman tercih etmeyen devletin yasakçı politikaları sayesinde ve bir kısım solcunun, demokratın safça denilebilecek katkısıyla bir “özgürlük sembolü”ne dönüşmüş, İslamcılığın karanlık yüzünün görülmesini engellemişti.
Bulunan can simidi: Seccade
AKP, 20 yıllık iktidarı boyunca İslamcılığın tarihsel sembollerinin hepsini kendi siyasal stratejisi doğrultusunda son derece başarılı bir şekilde kullanmayı başardı. Yaratılan ikilikler, kutuplaşmalar, saflaşmalar bu sembollerin üzerinden gerçekleştirildi, bu semboller etkili birer araç olarak kullanıldı. Öyle ki örneğin ne başörtüsü yasağının kaldırılmasında ne de Ayasofya’nın ibadete açılması karşısında güçlü bir muhalefet görmedi, bu konular ciddi bir şekilde hiç tartışılmadı. Başörtüsünün de Ayasofya’nın da meşruiyeti ve sorgulanamazlığı çoktan tesis edilmişti çünkü.
Seçimlere çok az bir süre kalmışken ve 20 yılın sonunda AKP ilk kez bu kadar zor durumdayken bulunan yeni sembol ise Kılıçdaroğlu’nun üzerine bastığı “seccade” oldu. Üzerine basılan şey gerçekten seccade miydi, seccadenin herhangi bir kutsallığı var mıydı, Kılıçdaroğlu bastığı şeyin ne olduğunu görmemiş olabilir miydi, bu soruların hiçbir önemi yoktu. İktidar ve medyası hadisenin üzerine adeta “mal bulmuş mağribi” gibi atladı.
Aslında iktidarın Yeniden Refah Partisi’ni ve Hizbullah’ın legal kanadı Hüda Par’ı Cumhur İttifakı’na kattıktan sonra çok daha dinsel bir söylem ve bunun üzerine kurulu bir strateji izlemesi beklenirdi ama AKP uzun süredir oyun kurma yeteneğinin zayıfladığına dair işaretler veriyordu ve özellikle deprem gündemi böyle bir söylem ve stratejinin kurulmasının önünde ciddi bir engel teşkil ediyordu.
İşte aranan kan, aranan can simidi “seccade” ile bulunmuş oldu. Kılıçdaroğlu için daha önce söylediği “biliyorsunuz kendisi Alevi” söyleminin bugün bir zemini ve karşılığı olmadığını gören Erdoğan ve iktidar çevreleri, bunu doğrudan söyleyemeseler de ima edecek bir şekilde aslında Kılıçdaroğlu’nun takiye yaptığını, dini bilmediğini, ayetleri, hadisleri birbirine karıştırdığını söylemeye başladılar ve bunun üzerinden bir propaganda mekanizmasını devreye soktular. İktidarın seçime kadar daha dinsel bir söylem ve strateji izleyip muhalefete buradan yüklenmesinin de zemini oluştu böylece.
Ne yapmalı?
Peki, bunun karşısında yapılacak şey nedir? Uzun uzadıya açıklamalar yapıp, alttan alır bir tonla defalarca özür dilemek mi? “Biz sizden daha dindarız, daha Müslümanız” edebiyatı yapmak mı? Dincilerle dincilik, sağcılarla sağcılık yarıştırmak mı? Elbette ki hayır.
Özel olarak İslamcılık, genel olarak sağcılık bir manipülasyon/çarpıtma ideolojisidir. Siyasal alanın esas uzlaşmaz çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisini görünmez kılmak için sahte, yapay ikilikler üretir. Çelişkiyi kültürel alana, kimliklere, inançlara tahvil etmeye çalışır. Örneğin Türkiye’de bu, elitler-halk, merkez-çevre, vesayetçiler-mütedeyyin kitleler gibi ikilikler üzerinden yapılır. Amaç kapitalizmin yoksullaştırdığı, işsiz bıraktığı, sömürdüğü milyonların içinde bulundukları sefaletin failini görmelerini engellemek, kitlelerin öfkesini başka yerlere manipüle etmektir. Namaz kılan patron değil de Cumhuriyet gazetesi okuyan emekli öğretmen “elit”tir örneğin ya da başörtülü patronla başörtülü emekçinin çıkarları ortaktır ve kitlelerin öfkesinin şirketlere, holdinglere, bankalara yönelmemesi için öfkenin rotasının “patron”a değil “öğretmen”e yöneltilmesi gerekmektedir.
Tam da bu nedenle İslamcı-sağcı manipülasyona karşı yapılması gereken şey esas çelişkiyi, siyasal ve toplumsal olanın asıl hakikatini, yani emek-sermaye çelişkisini, yani bir sömürü düzeninde yaşadığımızı görünür hale getirmek, onu siyasetin merkezine taşımaktır.
“Ekmeği nasıl bölüşeceğiz?” sorusunun siyasetin asıl sorusu haline gelmesi, “nimet”in kutsallığından dem vurup onu adil bir şekilde bölüşmememiz için her türlü manipülasyona başvuran sağcı ideolojinin panzehridir. Sağcılığın bütün meseleleri kültürel alana tahvil etmesine mukabil bizim yapmamız gereken bütün meseleleri ekonomi-politik alana taşımaktır. Bu da adıyla sanıyla bir sınıf siyaseti izlemek, sınıf mücadelesini siyasetin asli unsuru haline getirmek demektir. Bunu düzen muhalefetinin hiçbir unsurunun yapamayacağını bildiğimize göre özne yine sosyalistlerdir. İslamcı-sağcı manipülasyon ancak emeğin siyasetin asli kurucu unsuru haline gelmesiyle ve sınıf mücadelesiyle engellenebilir. Öncelikli görev bu iktidarın gönderilmesi olmakla birlikte seçimi de sandığı da aşan esas meselemiz budur. (FATİH YAŞLI - BİRGÜN)