Dünya 1960’lı yıllara adeta “solundan kalkarak” girmişti. Farklı coğrafyalardaki sömürgecilik karşıtı mücadelelerin ardı ardına başarılar elde ettiği, Ortadoğu’da Nasır’ın emperyalizme kafa tuttuğu, Küba devriminin gerçekleştiği, az gelişmiş ülkelerin kapitalist olmayan yoldan hızla kalkınabileceğine yönelik inancın geniş bir kabul gördüğü, refah devleti, sosyal adalet, planlı ekonomi gibi kavramların en parlak zamanlarını yaşadığı bir dönemdi bu.
Türkiye de elbette ki bu tablonun dışında değildi. 27 Mayıs’ın ardından 1961 yılında Türkiye tarihinin en demokratik ve özgürlükçü anayasası yapılmış, aynı anayasada toplu sözleşme ve grev hakkı da dahil olmak üzere sosyal haklara da yer verilmişti. Ancak mesele sadece tepeden verilen haklar değildi; 1950’lerin sonlarına gelindiğinde Türkiye’de artık modern anlamda bir işçi sınıfı şekillenmeye başlamış, kırdan kente göç hızlanmış, kentleşme yoğunlaşmış, üniversitede okuyan öğrencilerin sayısı artmış durumdaydı.
Tüm bunlar bütün bir 60’lı yıllar boyunca yaşanacak toplumsal hareketliliğin ve solun ilk kez toplumsal bir güç olarak sahneye çıkışının zeminini oluşturacak, işçi, köylü ve öğrenci eylemlerinin damgasını vurduğu, TİP şahsında sosyalistlerin Meclis’e girdiği, gençliğin fikir kulüplerinden şehir gerillacılığına doğru yol aldığı, DİSK’in kurulduğu ve solun karşısına bir sokak gücü olarak radikal sağın çıkarıldığı uzun bir on yıl yaşanacaktı.
Avcıoğlu’nun 'yön'ü ve 'devrim'i
İşte Doğan Avcıoğlu ve başını çektiği Yön-Devrim hareketi böyle bir dönemin, Yalçın Küçük’ün deyimiyle “ağaçların bile sola doğru eğildiği” yılların ürünüydü; Avcıoğlu Türkiye’nin bu uzun on yılında hep iktidarı aradı, iktidarı bir an önce almak ve radikal reformlar aracılığıyla Türkiye’yi hızlı bir şekilde kalkındırıp sonra da sosyalizme geçmek onun arayışının özetiydi.
Burada 60’lar Türkiye’sinin sol tartışmalarına, toplumu okuma biçimlerine, farklı stratejilerine uzun uzadıya girmeyeceğim ama Avcıoğlu’nun iktidar arayışını anlamak için onun fikirlerini ve dönemin Türkiye’sine nasıl baktığını bilmemiz, anlamamız gerekiyor.
“Avcıoğlu sosyalist miydi” sorusuyla başlayalım öncelikle. Elbette ki sosyalistti, tarihe ve topluma bakışı net bir şekilde Marksizmin ürünüydü, politik hedefi ise sosyalist bir Türkiye’ydi. Ancak dönemin Türkiye’sine baktığında yeterince gelişkin ve örgütlü bir işçi sınıfı görmüyor ve bu nedenle de işçi sınıfının devrim yapabilecek bir güçte olduğuna inanmıyordu.
Öte yandan hem 1965 hem de 1969 seçimlerinin gösterdiği üzere, ona göre sandıktan da bir şey beklememek gerekiyordu; çünkü halk “tutucu güçler”in kontrolü altındaydı ve bu nedenle de seçimlerde sağ partileri destekliyordu, o yıllarda sağın yeni yıldızı ise Demirel’di ve Demirel’in Adalet Partisi her iki seçimden de tek başına iktidar olarak çıkmayı başarmıştı.
İşte mesele “tutucu güçler”in karşısına kimin, hangi öznenin çıkacağı ve bu öznenin iktidarı nasıl alacağıydı. Bu öznenin adı ise Avcıoğlu’nun terminolojisinde “zinde güçler”di. O 60’lar Türkiye’sinde temel kutuplaşmayı emekle sermaye arasında değil, zinde güçlerle tutucu güçler arasında görüyor; tutucu güçleri komprador burjuvazi, işbirlikçi bürokrasi ve feodal toprak ağaları şeklinde sıralarken, zinde güçlere aydınları, öğrencileri, milli burjuvaziyi ve elbette ki orduyu, ordu içerisinde de genç subayları dahil ediyordu.
Avcıoğlu’na göre sosyalizme Türkiye’de ancak aşamalı bir şekilde geçilebilirdi; öncelikle emperyalizmle ve feodalizmle mücadele edilmeli, zinde güçler iktidarı almalı, ardından kapitalist olmayan kalkınma modeliyle, yani halkı ve emeği önceleyen yeni bir devletçilik modeliyle ülke hızlı bir şekilde sanayileşip kalkınmalı, bunun sonucu olarak güçlenecek işçi sınıfı ise ikinci aşamada devreye girip sosyalizmi inşa etmeliydi.
Avcıoğlu özellikle 60’ların sonuna doğru bu fikre çok güçlü bir şekilde sarıldı ve ordu içerisindeki çeşitli ekiplerle ilişkiler kurdu; darbenin gelmekte olduğunu görüyor ama buna müdahale edilebileceğini düşünüyor ve Amerikancı bir darbenin yerine sol bir darbenin yapılabileceğine inanıyordu.
Ancak başaramadı; MİT zaten çoktan aralarına bir ajan sızdırmış durumdaydı ve attıkları her adımı takip ediyordu, ordunun üst kademeleri ise mutlak anlamda Amerikancı ve NATO’cuydu. Bu nedenle de 9 Mart daha baştan ölü doğmaya mahkumdu ve bir tür siyasi intihar eylemiydi; o intihardan üç gün sonra, yani 12 Mart’ta ise Amerikancılar darbe yapacak ve sola karşı büyük bir imha harekatına girişeceklerdi.
Avcıoğlu: Neden bugün?
Peki bugün Avcıoğlu ve Yön-Devrim hareketi bize ne ifade ediyor, nasıl bakmalıyız Türkiye siyasi tarihinin bu en önemli figürlerinden ve hareketlerinden birine?
Ama önce başka bir soruya, bugün Avcıoğlu’nun neden yeniden gündem olduğu sorusuna bir yanıt vermemiz gerekiyor, çünkü bugün bizi Avcıoğlu üzerine yeniden düşünmeye sevk eden şey akademik ya da entelektüel bir uğraş değil, bunun gerisinde doğrudan birtakım politik nedenler bulunuyor.
Bu sorunun ise basit bir yanıtı var: Türkiye toplumu çoklu bir kriz konjonktüründen geçiyor ve bu konjonktür politikayla ilgilenen halk kesimlerinde, özellikle gençlik arasında bir arayışı beraberinde getiriyor. Bu arayış tarihe yöneldiğinde ise tutunabileceği politik figürler ve hareketler arıyor. İşte bugün Avcıoğlu’nun yeniden keşfi de bu arayışa denk düşüyor.
CHP ve DEM Parti’nin gölgesinde kalmayan, bağımsız, ilerici, anti emperyalist, aydınlanmacı, laik, Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet’in gerisine düşmeyecek bir siyasi hat arayışında olan, mevcut sosyalist sol öznelerde örgütlenmeye ise şu an için sıcak bakmayan kalabalık ve genç bir toplam söz konusu ve onlar şimdilerde Avcıoğlu okuyor, onun üzerinden aradıkları hatta ulaşmaya ya da belki onu inşa etmeye çalışıyorlar.
Peki bunun dışında kendi seküler milliyetçiliklerine sol bir sosa ihtiyaç duyan, Kürt sorununu görmezden gelen, sığınmacı-göçmen meselesinde Batıdaki ırkçı muadillerinden hiç de farklı olmayan ve sosyal medyada “kanzi” diye tabir edilen genç bir toplam da Avcıoğlu’ndan kendine bir şeyler yontmaya çalışıyor mu?
Bu sorunun da yanıtı evet; dolayısıyla Avcıoğlu ve fikirleri bugün için bir hegemonya mücadelesinin de parçası, taraflar Avcıoğlu örneğinde görüldüğü üzere kitleselleşebilmek ve toplumsallaşabilmek için tarihsel figürleri araçsallaştırıyor, onları bugünün gündeminin bir parçası yapacak bir okumaya ve değerlendirmeye tabi tutuyorlar.
Avcıoğlu’nun mirası ve 'ne yapmalı' sorusu
Şimdi tekrar esas sorumuza, yani bugün Avcıoğlu’nun bizim için ne ifade ettiği, 2024 Türkiye’sinde ona nasıl bakmamız gerektiği sorusuna yanıt vermeye çalışalım.
Birincisi, Avcıoğlu’nun bütün düşünsel ve politik mesaisinin iktidar odaklı olduğunu, taktik ve stratejik adımlarının hepsini buna göre attığını unutmamak gerekiyor. Türkiye solunun büyük bir bölümünün iktidar hedefli bir siyaset izlemediği günümüzde, Avcıoğlu’nun perspektifine sarılmak, sosyalist iktidarı istemek bir zorunluluk.
İkincisi, Avcıoğlu’nun iktidar perspektifine sarılmanın, sosyalist iktidarın ancak işçi sınıfı ile mümkün olabileceği gerçeğini hiçbir şekilde unutturmaması gerekiyor. 9 Martçılık, cuntacılık, tepeden inmecilik vs. bunların hepsi bizden uzak olsun. Ancak şunu da unutmamak lazım: Toplumun geniş katmanlarının etrafında birleşmediği bir işçi sınıfı mücadelesinin başarıya ulaşma ihtimali bulunmuyor.
Üçüncüsü, sosyalizm adına verilecek ideolojik mücadelenin toplumun kalkınma, refah, güvenlik, sosyal adalet gibi arayış içerisinde olduğu kavramlarla desteklenip pekiştirilmesi ve tıpkı 60’larda Avcıoğlu ve arkadaşlarının başardığı gibi sosyalizmin popüler bir fikir, güncel bir akım haline gelmesi öncelikli meselemiz olmalı.
Dördüncüsü, sınıf mücadelesinin dolayımlanarak geliştiği kabulünden hareketle, bu mücadelenin sadece emek mücadelesi olmanın ötesine geçip laiklik ve aydınlanma mücadelesi ile birleşmesi, sınıfsal sömürünün üzerine örtülen din istismarı örtüsünün kaldırılmasının öncelikli gündem haline getirilmesi gerekiyor.
Beşincisi, Jön Türkler’den İttihatçılara ve oradan da Cumhuriyet’in ilanına uzanan siyasi hattın içerisindeki ilerici damarı orayı aşmaya yönelik bir iradeyle birlikte sahiplenmek ve başta Mustafa Kemal olmak üzere o damara mensup figürleri bugünün ideolojik mücadelesine etkili bir şekilde dahil etmek son derece önemli.
Altıncı ve sonuncusu, tıpkı Yön’ün yaptığı gibi solun entelektüel kadrolarının siyasete müdahale ettiği, toplumun “sol bu konuda ne diyor” sorusunu sorduğu, politik gündemi solun belirlemesine yardımcı olacak, yani hegemonya mücadelesinde avantaj sağlayacak iletişim ve propaganda araçlarının/yöntemlerinin neler olabileceği üzerine, teknolojideki hızlı değişimi de göz önüne alarak ciddi bir şekilde kafa yormak durumundayız.
Bu maddeler daha da çoğaltılabilir ve ayrıntılandırılabilir elbette ama Avcıoğlu’nun politik ve düşünsel mirasını günümüze taşıyacak ve ondan bugünün mücadeleleri için faydalanacaksak ilk akla gelenler bunlar olmalı. Devamında ise iş daha ayrıntılı tartışmalara, kolektif akıl yürütmelere düşüyor. (FATİH YAŞLI - SOL.ORG)