Nahel’in annesi Mounia “Polis öldürür! Nahel için adalet” pankartıyla
NAHEL NEDEN ÖLDÜ
Nahel öldü, çünkü bir polis memuru onun ergen saçmalıklarının yolun ortasında ve yargılanmadan hükme bağlanması gerektiğine karar verdi. Başka gençler, mesela eski bir cumhurbaşkanının, eski bir cumhurbaşkanı adayının veya eski bakanların oğulları arabaları ya da scooter’larıyla çizgileri aştığında, gençlik hatalarını mazur görebildik. “Bilirsiniz, böyle böyle öğrenecekler.” Her genç gibi Nahel’in de öğrenmeye, hata yapmaya hakkı vardı. Ama bu hak onun elinden alındı. Onun tek hakkı hata yapmamaktı, cezası da, en ağır ceza. Ailesine düşense, bir tabut ve gözyaşı.
Nahel öldü, çünkü kimse içten içe bir sesin zihinlerimizde “bu insanların kaderi bu”, “çok üzücü”, “ne yaparsın, böyle işte” diye fısıldadığını kendine itiraf etmiyor. Silahı tutan el bir polis memurunun eliyse de, tetik üzerindeki parmak kolektif bilinçaltımızdı, tetiği çekense aşırı sağ oldu. Nahel’in kalbine saplanan kurşun tembelliğimizin, uyarılara, Malik’e, Steve’e, Theo’ya, Zyed’e, Bouna’ya, diğerlerine, şehitler listesine kulak vermememizin yüküdür.
Nahel öldü, çünkü aslında polis teşkilatı iflas etti. Polislere verilen eğitimin azaltıldığını duyuyorum, neden insanları bacaklarından ya da arabalarını lastiklerinden vurmadıklarını, neden bellerinde şok tabancası gibi, öldürücü olmayan ikinci bir silah taşımadıklarını merak ediyorum. Trafik suçu işleyenlere neden silah doğrultulduğunu merak ediyorum. Dur işaretini kaçırırsam ben de ölebilir miyim?
Sanırım genç polis memurları okula Tenten, Süpermen ya da Batman olma arzusuyla giriyor, ancak daha sonra, kâbus gibi çalışma saatleri, berbat maaşlar, çürümüş polisler ve aşırı sağcı zihniyetle karşılaşıyorlar. Yavaş yavaş içe kapanıyor ve kötüleşiyorlar. Bir işi yüzlerine gözlerine bulaştırdıklarında yalana başvuruyorlar ve adaletin, dolayısıyla hakikatin muhafızları olmaları gerekirken yalan söyledikleri için artık onlardan hoşlanmıyoruz. Bu yüzden, kameralarını çıkarıp gerçeğin ifade edilmesini sağlamak halka düşüyor. Ne kadar absürd!
Bütün polisler yalan söylemiyorsa, doğru dürüst olanları çenesini kapamak zorundadır, aksi takdirde, şefleri yalanı hoş gördüğü için, onların da canı yanacaktır. “Bizimkileri koruyalım, hepimiz aynı bokun içindeyiz.” Şimdi, devriye arabalarının içindeki sessiz korkuyu tahayyül edebiliyorum: “Acaba ben de bir başkasının hayatını alarak kendimi öldürecek miyim?” Yargı kararı ne olursa olsun, suçlu ya da masum, o memur için her şey bok yoluna gitti, bir hayaletle yaşayacak. Umarım bunu iyice düşünecektir, umarım polis şiddetini durdurmak için harekete geçer, tıpkı arkadaşım Adama Camara’nın, bir suçtan mahkûm olduktan sonra, banliyölerdeki hırgürü durdurmak için yaptığı gibi.
Nahel öldü, çünkü banliyöleri ve insanlarını sevmiyoruz. Oysa bu insanlar bu koşullarda yaşamayı kendileri istemedi. Yola çıkarken vaat bu değildi. Kimse 60 yıl önce, 180 yıl önce ya da 500 yıl önce Nahel’in Nanterre’de bir yaz sabahının serinliğinde öleceğine karar vermedi. Ama bu trajedinin gerçekleşmesi için her şey ve her yanlış yapıldı.
Nahel öldü, çünkü anne ve babası, belki de büyükanne ve büyükbabası, hatta büyük büyükanne ve büyük büyükbabası Fransa’da kendilerine mutlu bir kader çizmek için, modernlik, para ve arabalar uğruna topraklarından, geleneklerinden ve hayvanlarından vazgeçebileceklerine inandırılmışlardı. Bir sabah, ellerindeki tırmığı bıraktılar, öğleyin uçağa bindiler, akşamleyin ilk defa asansör gördüler, 150 yıllık tarihsel zamanı kapatmak, kırsal yaşamdan kentsel yaşama bir çırpıda uyum sağlamak zorundaydılar, çünkü “yerli”nin zamanı yok, onların hemen kendisi gibi olmalarını, her şeyi unutup yeniden doğmalarını istiyor. Ve bunu yapabilmeleri için onlara çok şey veriyor.
Geldikten birkaç ay sonra onlara uzatılan havucun ne olduğunu anladılar, yutmak için o kadar sertti ki, kimse ağzını açıp tek kelime edemedi. Dahası, sağduyudan yoksun kamu politikalarıyla tasarlanmış beton kafeslerde yeni komşular, yeni ahlâk kuralları ve kısa süre sonra da işsizlikle tanışarak kendilerine bir gelecek kurmak zorunda kaldılar.
Nahel ve diğer milyonlarcası işte böyle benim gibi oldular, köklerinden koparılmış, kendilerine bir kültür icat eden insanlar. Ne buralı ne de oralı, eksik omurları yüzünden yalpalayarak yürüyen insanlar. Eşofmanlar ve kasketlerle bir “bıçkın” kültürü icat ettik, kendine özgü kuralları ve azizleriyle bir din yarattık, rap, ve böylece küçük kabadayılar, kabına sığamayan yeniyetmeler, ağızlarından küstahlık, tavırlarından umursamazlık akan genç adamlar haline gelerek kendimize bir yer açtık.
Ana babalarımıza verilen sözün tutulmamasına itirazımızı dile getirme biçimimizdi bu. Muhatabımız ise polis oldu. Çoğu zaman bizi dövdüler, bazen de öldürdüler. On beş yaşındayken, bana nah çeken bir rakip takım taraftarına pizza fırlattığım için polis tarafından kovalandım. Tek yaptığım, “mavilerin” galibiyetinden sonra, bir arkadaşın evinin önünde durmuş, Portekizli komşularla çene çalmaktı. Sonuçta, kendimi bir ilkokulun kapısına yapıştırılmış vaziyette, üzerime doğrultulmuş bir silahın namlusunun ucunda buldum. Neyse ki, gülümsemeye hazır bir yapım var. Yukarıda da yazdığım gibi, bu “hata yapmama” uyarısıydı. Eğer paçayı kurtardıysam, beni ayağa kaldıran korku değil, sonsuza dek hınçla dağlanan kalbimdir. (MAHİR GÜVEN - 1+1 DERGİ)