Vergi meselesini sıkça konuştuğumuz şu günlerde, gazetelerde ve haber sitelerinde konuya dair ilginç ve dikkat çekici bir haber yayınlandı. Buna göre bir vatandaş gittiği dönercinin kendisine yiyecek değil içecek fişi kestiğini, böylece yüzde 10 değil yüzde 1 KDV ödediğini tespit ettiğini sosyal medya hesabından duyurmuş ve boykot çağrısı yapmıştı. Bakan Mehmet Şimşek ise bu paylaşımı alıntılayıp teşekkür etmiş ve şöyle demişti: “Hassasiyetiniz için teşekkür ederim. Bu ve benzeri hususları Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın ilgili birimleri takip edecektir.”
Eğer “normal” bir ülkede yaşıyor olsa idik hem vatandaşın hem bakanın hassasiyetine teşekkür edebilirdik ama değiliz. Türkiye’de vergi yükünün zenginin, patronun, çok kazananın değil, işçinin, memurun, köylünün sırtında olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Toplanan vergilerin içerisinde dolaylı vergilerin payının dolaysız vergilerden katbekat fazla olduğunu özellikle son KDV ve ÖTV zamlarıyla birlikte yaşayarak öğrendik. Şirketler her türlü muafiyet ve istisnadan yararlanırken, farklı şekillerde vergiden kaçınırken ya da vergi kaçırırken emekçilerin vergisi bordroda kesiliyor, sermaye kesimi neredeyse hiç vergi ödemezken bütün yükü emek kesimi taşıyor. Hal böyleyken ve durum ortadayken esnaf kurnazlığının gündeme taşınarak buradan ahlakçı pozlar kesilmesi ise bir müsamereden öteye gitmiyor.
Meseleyi güncele ve somuta bağlamak için bir örnek verelim. Biliyorsunuz beşli çetenin iki üyesi Limak ve İC şu aralar maden çalışmaları için Akbelen’deki ormanları talan etmekle meşgul. Bu iki üyenin kurmuş olduğu konsorsiyumun adı YK Enerji. İşte bu YK Enerji’ye 2018-2023 yılları arasında devletten verilen vergi teşvikinin miktarı tam 1 milyar 14 milyon 331 bin lira ve üstelik dolara endeksli. Peki şirketlere dövizle teşvik verenler şirketlerin ödeyecekleri borç söz konusu olduğunda ne yapıyorlar? Yaptıkları şey tam tersi bir şekilde borçları TL’ye çevirmek. CHP milletvekili Deniz Yavuzyılmaz’ın belgeleriyle ortaya koyduğu üzere, İC İçtaş ve Limak’a ait Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerindeki özelleştirme borçları dolardan TL’ye çevirmiş ve böylece bu iki şirketin devlete ödeyeceği borç yüzde 21. 21 oranında azalmış, bunun kamuya toplam zararı ise tam 566 milyon dolar olmuş.
Türkiye sermaye sınıfı bitimsiz bir “ilkel birikim” döneminin içerisinde doğayı, denizi, ormanı, her türlü kamusal alanı gasp ediyor, sermaye birikimi bir talan ve yağma süreci şeklinde ilerliyor ama bu da yetmiyor. Bir yandan kamudan sermayeye çılgınca bir servet aktarımı yapılırken diğer yandan da sermayenin borçları affediliyor, türlü dalavere, türlü hile ile aşağıya çekiliyor. Yani memlekette “her şey sermaye için” yapılıyor. Sonra da bu soygun düzeni devam etsin diye önümüze vergi kaçıran dönercinin, hassas vatandaşın ve vatandaşa teşekkür eden bakanın başrolünde olduğu berbat bir senaryo atılıyor, bu müsamereden keyif almamız isteniyor.
Peki sadece bu mu? Hayır, şu aralar oyuncusu daha fazla, izleyicisi ve alkışçısı daha çok olan “liyakat” adlı başka bir müsamere daha izliyoruz. Ekonominin sorumluluğunun Mehmet Şimşek’e verilmesiyle ve Gaye Erkan’ın Merkez Bankası başkanlığına atanmasıyla başlayan bu müsamere, şimdilerde Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’na “liyakat sahibi” üyelerin atanmasıyla devam ediyor.
Baş şakşakçıları sözde muhalif özde sermaye iktisatçıları olan ve kimi alık muhaliflerin de ayıla bayıla iştirak ettiği bu müsamerede, iyi okullardan mezun olup önemli kurumlarda görev yapmış kişilerin halk yararına işler yaparak ülkeyi içerisinde bulunduğu ekonomik krizden çıkaracağına inanmamız isteniyor bizden. Liyakat denilen şey siyasetten bağımsız mıdır, sınıflar üstü müdür, bu iktidarın halk çıkarına herhangi bir şey yapması mümkün müdür gibi soruları sormayalım, dünyaya ve ülkeye bütünlüklü bir çerçeveden bakmayalım, Akbelen’deki ağaç katliamına ağlayıp Merkez Bankası atamalarına sevinelim, KDV ve ÖTV üzerinden yapılan soygunu, sırtımıza yüklenen vergileri vs. görmeyelim ama liyakat adı altında iktidarın arkasında hizalanalım… Evet, bizden tam olarak bu isteniyor.
Peki Şimşek’in, Erkan’ın ve yeni atanan liyakat sahiplerinin sahip oldukları liyakati kullanarak yaptıkları şey ne? Ne olduğunu biliyoruz: Enflasyonla mücadele adı altında halka acı ilacı içirmek, ona daha fazla kemer sıktırmak. Bu köşede bu politikaların adını “yoksullaştıran küçülme” olarak koymuştuk. Şimdi bunu liyakatle yapıyorlar, yani liyakatli bir şekilde yoksullaştırılıyoruz. İşte KDV ve ÖTV zamları ortada, işte bu zamların sonucu olarak her şeyin fiyatındaki artış ortada. Her şeyin fiyatı artacak ki halkın alım gücü düşecek, halkın alım gücü düşecek ki talep düşecek, talep düşecek ki enflasyon düşecek. Sermayenin mantığı tam olarak böyle işliyor, “ekonomiyi düzeltmek” için milyonların yoksullaşması gerekiyor.
Halkı daha da yoksullaştırmak için sadece bunlar mı yapılıyor peki? Hayır elbette. Teknik adı “parasal sıkıştırma” olan bir yöntemle, halkın elindeki son çare olan “borçlanarak yaşamak” da daha maliyetli hale getiriliyor, daha zorlaştırılıyor. Milyonlarca kişi kredi kartıyla, tüketici kredisiyle, nakit avansla vs. ayakta kalmaya çalışırken 25 Temmuz’da alınan kararla kredi kartı nakit kullanımı ve kredi mevduat hesaplarına uygulanan aylık faiz 2.89’a, kredi kartı gecikme faizi ise 2.13’e yükseltilmiş durumda. Ancak “sıkılaşma” bununla sınırlı değil; BDDK’nın son aldığı kararlarla birlikte bankalardan bireysel kredi kartı ve tüketici kredisi verirken risk ağırlıklarını artırmaları, dolayısıyla dar gelirlilere kredi kartı ve kredi vermenin zorlaştırılması isteniyor.
Yani bir yandan yapılan zamlarla öte yandan borçlanmanın maliyetinin artırılmasıyla halkın kemeri ya da boynu, adına her ne derseniz, daha sert bir şekilde sıkılıyor, talebin düşürülmesi adına milyonların alım gücü hızla aşağıya çekiliyor, geniş kitleler bilinçli ve elbette ki liyakatli bir şekilde yoksullaştırılıyor. O esnada şirketlerden, holdinglerden bankalardan doğru dürüst vergi alınmıyor, borçları hafifletilirken verilen teşvikler artırılıyor.
Sermayenin “ilkel birikim” de dâhil olmak üzere halka karşı tepeden bir sınıf saldırısı yürüttüğü böylesi bir konjonktürde, bu saldırının herhangi bir engelle, herhangi bir tepkiyle karşılaşmamasının, memlekette yaprak kıpırdamamasının nedeni ne peki?
Bu sorunun yanıtını Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verileri çok net bir şekilde veriyor. Bu verilere göre Türkiye’deki 16.4 milyon kayıtlı işçinin sadece 2.4 milyonu sendikalı ve bu da yüzde 14.76’ya tekabül ediyor. Ancak Aziz Çelik’in de belirttiği üzere bu işçilerin yüzde 30-35’i Toplu İş Sözleşmeleri’nden yararlanamıyor, hal böyle olunca TİS kapsamındaki gerçek sendikalı işçi sayısı yüzde 8-9’a düşüyor. Kayıt dışı çalışanlar ise zaten sendikalı değil ve tüm bunlar üst üste konulduğunda ortaya felaket derecesinde bir tablo çıkıyor.
Türkiye’de bir yandan korkunç bir bölüşüm şoku yaşanır ve emeğin üretilen zenginlikten aldığı pay giderek azalırken, öte yandan ise uzun ve güvencesiz çalışma saatlerinin damgasını vurduğu korkunç bir emek rejimi inşa edilirken buna direnebilecek bir örgütlü işçi sınıfı bulunmuyor. Bu ise yağma ve talanın saltanatından, yani içinde yaşadığımız cehennemden neden bir türlü çıkamadığımızı gösteriyor.
Örgütlü bir işçi sınıfının, yan yana durup hesap soramayan, greve gidemeyen, miting yapamayan, üretimden gelen gücünü kullanamayan emekçi kitlelerin yokluğunda demokrasinin de ücretlerin de gelir dağılımının da vergi yükünün de hali ortada.
Eşitlik, adalet, özgürlük… Eğer işçi sınıfı varsa bunlar da var ve eğer işçi sınıfı yoksa hiçbiri yok. Ya sınıfın damgasını vurduğu bir siyaset sahneye çıkacak ya da bu cehennemden çıkmak asla mümkün olmayacak. (FATİH YAŞLI - SOL.ORG)