Belki de ilk o gece döküldü Tarık Akan’ın ağzından ilk defa sonraları sıklıkla kullanacağı “Yılmaz abi hepimizden daha kırmızı idi” cümlesi.. 32 yıl ara ile yine hüzünlü bir eylül ayında yitirdik onları. Eylül, üzüm ayı demekmiş Süryanicede. Bir salkımda buluşan iki üzüm tanesi miydi acaba ikisi de?


Bana kendi dilinden bir şarkı söyle

Kimin adına olursa olsun

Yeter ki çığlığın senin olsun

Sesine dökülsün isyanın

Sesin sel olsun bağırsın

Bana bir şeyler söyle

Ama kendi dilinden olsun

Belki anlamam dediğini

Ama senin dilinden olsun

Yılmaz Güney

Tarık Akan, 1970 yılında “Ses” dergisinin düzenlemiş olduğu bir yarışmada birinci olup Yeşilçam’ın kapısını aralarken, Yılmaz Güney çoktan Türkiye’nin en popüler, en meşhur, en aranır aktörlerinden biri olmuştu bile. Gerçi o güne kadar canlandırdığı karakterler konusunda çok seçici olduğu, filmlerinin devrimci ya da demokratik içerikli olduğu söylenemezdi ama hemen hepsi de halkın acılarını, duygularını, umutlarını, umutsuzluklarını yansıtan filmlerdi. Zaten gözünü esas olarak kamera arkasına dikmişti o, adını biraz duyurup belli bir birikim yaptıktan sonra kamera arkasına geçmekti esas hedefi.

1968’de “Seyit Han” ile erişir bu hedefine. Başrolünü Nebahat Çehre ile paylaştığı bu filmde öyle güzel anlatır, öyle güzel canlandırır ki Seyit Han ile komşu köyün güzeller güzeli kızı Keje’si arasındaki hazin aşk hikayesini, daha ilk filmiyle alır ertesi yıl düzenlenecek olan Birinci Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Üçüncü Film ödülünü.

Ödül aldığı dönemde askerdedir Yılmaz Güney. Sinemanın pratik sorunlarından uzakta, sistemli bir şekilde durmadan okumaktadır, o  şartlarda eline ne geçerse artık; Marx, Lenin, Mao…

Bir yandan okuyup araştırarak siyasi safını belirlemeye çalışırken bir yandan da hikayeler yazmaktadır kendince, oyunlar kurmakta, çeşit çeşit senaryolar üretmektedir beyaz perdeye aktarılacağı hayaliyle.

Bütün dünyanın bir gençlik, bir başkaldırı hareketiyle sarsıldığı günlerdi o günler. Çin Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ayak sesleri ile sarsıldığı, Che Guevera, Ho Chi Minh adlarının  kıtaları aştığı, Avrupa’nın Kızıl Dany, Kızıl Rudy fırtınaları ile kasılıp kavrulduğu günler.

Ülkemiz de dünyadaki bu büyük alt üst oluştan payına düşeni alıyordu elbette.

İşçiler, öğrenciler gerici yasalara ve emperyalizmin boyunduruğuna karşı topyekûn ayakta, birer direniş odağı idiler. Ve o sıralar henüz siyasi arayış içinde olan Yılmaz Güney, hepsi ile ilişkili, hepsi ile dayanışma içinde idi.

Kısa adı “Dev-Genç” olarak bilinen Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu kurulmuştu o günlerde; kuruluş amacı emperyalizme ve feodal kalıntılara karşı verilen halkımızın devrim mücadelesinde sosyalist gençliğin düşünce ve eyleminin geliştirilmesi olarak net bir şekilde belirtiliyordu tüzüğünün ikinci maddesinde.

Tüzüğü okuyup okumadığı bilinmez ama bu tüzüğün sanatla yoğrulmuş bir kopyası olacaktı adeta ondan sonraki tüm filmleri; o anti feodal anti emperyalist  filmleri ile dolaşacaktı bütün ülkeyi baştan başa; uğramadığı köy, girmediği ev, dokunmadığı yürek kalmamacasına. Bütün ülkem doğusuyla, batısıyla, güneyiyle kuzeyiyle öyle bir bir basmıştır ki bağrına Çirkin Kıral’ını, bundan böyle imkanı yok koparılıp alınamazdı.

1970’de askerliği biter bitmez başlar “Umut” filminin çekimlerine. Umutla umutsuzluğun, hurafelerle gerçeğin,  açlıkla tokluğun iç içe geçtiği bu filmde Arabacı Cabbar şahsında, gelişen kapitalizmin küçük üretimi nasıl yok ettiğini ve bu yok edişin nasıl bir zorunluluk olduğunu anlatır dev banka reklamlarının gölgesi altında muhteşem bir şekilde.

Sonuç; aynı yıl düzenlenen İkinci Altın Koza Film Festivali’nde beş tane “En İyi”nin sahibi olduğu gibi (En iyi film, en iyi erkek oyuncu, en iyi senaryo, en iyi film müziği ve en iyi stüdyo) “politik” filmlerin ilk köşe taşlarından biri olarak geçecektir ülkemiz sinema tarihine.

Ondan sonraki her her yıl, bir sarraf titizliği ile ek yapmaya devam edecektir bu köşe taşlarına.

İşte tam da bu sene başlamıştır Tarık Akan’ın sinema yaşamı da.

Uzun boyu, yakışıklı fiziği ile salon filmlerinin aranan jönlerinden biridir artık o da.

Ama Yılmaz Güney filmleri ile yetişmiş biridir o da dönemin gençliği gibi ve yakından takip etmektedir idolünün tüm filmlerini.

Böylesi bir dönemde gelir 12 Mart Muhtırası.

Balyoz Harekâtı, muhbir vatandaşlara çağrı, asılsız ihbarlar, binlerce kişinin gözaltına alınması, baskı, zulüm işkence günleri.

Muhtıradan iki ay sonra, Mayıs 1971’de gözaltına alınır Yılmaz Güney de,  Dev- Genç’e para yardımında bulunduğu gerekçesiyle.

Gerekçe bulunmuştur ama bir de delillendirmek gerekmez mi cezaevine atmak için ?

Delil yok ama, ne yapalım o zaman, bari boşa gitmesin bu bir haftalık gözaltı süresi, cezaevi olmasa da Nevşehir ilinde iki aylık sürgün cezası.

Onlar ceza için göndermişler ama o sürgün yerine gidip de görünce yörenin coğrafi yapısını kafasında çoktan çekmeye başlamıştır bile bir kaçakçı çetesinin reisi olan Çobanoğlu ve üç arkadaşının hikayesini anlattığı “Ağıt” filmini. Doğanın eşsiz gücü, beyaz donlular, er geç cezasını çekecek olan “muhbir” vatandaşlar ve bu kadar mı  yakışır bir filme 12 Mart’ın en karanlık günlerinde hem de Zahit Bizi Tan Eyleme türküsü.

Tam dört filmiyle katılır o yılın Altın Koza yarışmasına, devrimci sinemanın kurucusu: Ağıt, Acı, Umutsuzlar ve Yarın Son Gündür.

Sonuç bingo, kimseye bırakmaz, ilk üçü sırasıyla alır, birincilik, ikincilik ve üçüncülük ödülünü.

Bir yıl önce, Umut’un Cannes Film Festivali’nde gösterilmesinden yıldönümünde Venedik Film Festivali’nde ilk ona giriyordu Ağıt filmi de. Bir yönetmen, bir senaryo yazarı, bir baş rol oyuncusu için az şey miydi bu? Ünü ülke sınırlarını aşıp dünya sinemasının kapılarını zorlamasının vakti gelmişti Çirkin Kral’ımızın.

Söylediği her şey olay oluyor, attığı her adım yakından takip ediliyordu artık gazetelerce. Böyle bir gazete haberinden öğrenir Tarık Akan da onun yeni bir film çekiminde olduğunu, Ataköy sahillerinde hem de.

Bir solukta varır çocukluktan beri hayranı olduğu, sevip saydığı Yılmaz abisinin yanına.

Bir ağaca sırtını vermiş, şapkasını gözlerine çekmiş, uyur halde bulur onu. Koluna dokunur hafifçe, “Ben geldim Yılmaz abi” der heyecanla, “Tarık Akan benim adım, ben de artist oldum..” Şapkasını hafiften kaldırıp şöyle bir bakar ardından “Bana ne lan” deyip kaldığı yerden devam eder uykusuna.

Üzülür Tarık Akan, şaşırır, bir şey demez, diyemez, gerisin geri döner evine.*

Birkaç ay sonra, 1972 Mart’ında yeni bir gözaltı, ellerinde deliller de vardır bu sefer, tutuklanma, yargılanma ve “Mahir Çayan ve arkadaşlarını saklamaktan” ağır hapis cezası.

Cezaevinde iken “Baba” filmiyle katılır yine Altın Koza Film Festivali’ne.

Sonuç şaşmaz, hem “En İyi Film”, hem de “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü alır jürinin ilk oylamasında.

Ama o da ne? Dönemin Adana Belediye Başkanı itiraz etmektedir sonuca.

Sadece itiraz etse iyi, havaalanından tek tek toparlayıp getirmektedir bütün jüri üyelerini, ne yapıp ne edip yeni bir oylama yaptırarak verilen ödülü geri aldırmaktır hedefi.

Ulaşır da hedefine; o anlı şanlı jüri üyeleri, yalayarak daha önce tükürdüklerini, sansür kurulundan geçmiş, sinemalarda yoğun bir ilgiyle izlenmekte olan Baba filminden alıp birincilik ödülünü, Yılmaz Duru’nun Kara Doğan filmine verirler bir çırpıda hiç utanmadan tam da dönemin ruhuna uygun olarak. En İyi Erkek Oyuncu ödülü de Yılmaz Güney’den alıp ilk oylamada ikinci sırayı verdikleri Cüneyt Arkın’a tabii ki.

Onlar rahmet okuturken “Koyun gibisin kardeşim, gocuklu celep devamca sopasını sürüye katılıverirsin hemen ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye” dizelerini yazan büyük ustaya, bir itiraz yükselir Cüneyt Arkın’dan adalet adına: “Ödül benim değil Yılmaz’ın hakkıdır. Onun hakkının böyle yenilmesi, her filmde haksızlığa karşı duran bizlere yakışmaz, ayıptır.”

1972 yılındaki bu ilk cezaevi yaşamı hayatının dönüm noktalarından biri olacaktır Yılmaz Güney’in. Askerlikten sonra yeniden sistemli okuma olanağı bulmuş olmasının yanı sıra, okuduklarını, çevresindeki onlarca devrimci ile özgürce tartışma olanağı da bulmaktadır. Marksizmi, Leninizmi öğrenir, Sovyetler Birliği’ni, revizyonizmi. Henüz sosyal emperyalist demese de Sovyetler’e, sosyalist bir ülke olmadığının bilincinde, birtakım maceracı gruplarla, gerçek sosyalist hareketlerin ayırdında, en önemlisi de işçi sınıfının öncü rolünü kavramıştır artık.

1974 affıyla cezaevinden çıkarken geçmiş hatalarından çıkardığı derslerle, yepyeni, devrimci bir yaşamın kapısındadır artık.

Çıkar çıkmaz da daha sonraları bir söyleşisinde “Bu film bizim dünyaya bakışımızı, olaylara yaklaşımımızı, insan ilişkilerini ele alışımızı tam olarak anlatmasa bile sezdirtecektir. Bu film tutukluluk günlerinin ürünüdür ve orada oluşturduğumuz düşüncenin yansımalarını içerir” diyeceği “Arkadaş” filminin çekimlerine başlar.

Arkadaş’ın ardından “Endişe” gelir; Adana’nın pamuğuna bağladığı umudunu, tarlaya giren makinaların yerle bir ettiği Cevher’in, törelerin pençesinde kabusa dönen dramatik yaşamının anlatıldığı Endişe filmi. Ancak filmin başında, çekimlerin yapıldığı Yumurtalık ilçesinde, tartıştığı savcıyı öldürdüğü iddiası ile birkaç ay önce çıktığı  cezaevinin yolu görünür kendisine.

Bir sonraki yıl Altın Koza’ya da cezaevinden katılır. Yine sırasıyla Endişe, Arkadaş ve Zavallılar filmleri paylaşır ilk üç En İyi Film ödülünü.

Bu dönem, Tarık Akan’ın da ününün gittikçe arttığı bir dönemdir, genç kızların sevgilisi olarak oynadığı filmleri gişe rekorları kırmakta, her filmi ününe ün katmaktadır. Diğer yandan durumundan hoşnut değildir Tarık Akan, bir kendisine bakar, yetişme şartlarına, ideallerine, bir de oynadığı rollere; kendisiyle hesaplaşma dönemi başlar.

Tam da bu dönemde çalar kapısını Yavuz Özkan, elinde “Maden” filminin senaryosuyla.

Cüneyt Arkın’la birlikte çekerler “Yaşasın grev” sözüyle biten maden işçilerinin direnişinin anlatıldığı filmi.

Film biter bitmez atlar arabasına, bagajında filmin negatifleri, doğru Ankara’ya, sansür kuruluna, filmin gösterime girmesi için kuruldan izin almaya.

Tam İzmit’ten geçerken gelir aklına Yılmaz abisinin buradaki cezaevinde yatmakta olduğu.

Bir merhaba demek için arabanın yönünü çevirir hemen cezaevine.

Büyük bir coşkuyla karşılar Yılmaz Güney onu. Saatlerce sohbetten sonra “Filmi bana bırak, yarın gel al ” der Tarık Akan’a.

Cezaevi şartlarında filmi izlemesinin mümkün olmadığını düşünse de kıramaz, filmleri bırakır kendisine.

Ertesi gün, filmleri almak üzere yeniden cezaevine gittiğinde şaşkına döner daha kapıdan girer girmez başlayan alkış yağmuruyla, bütün mahkumlar, “Yaşa, bravo” sesleri arasında ayakta alkışlamaktadır var güçleriyle kendisini.

Tabii ki ne kulaklarına ne gözlerine inanır. Mümkün müdür ya bunca insanın bu şartlarda izleyebilmesi bu filmi? Olabilir mi böyle absürt bir şey?

Olmuş ama, çünkü onun adı Yılmaz Güney’mis; adı gibi yılmaz, olanaksızlık nedir bilmez birisiymiş.

Gece saat 12’den sonra bir sinemadan film makinasını söktüren de o imiş, makinayı cezaevine kurduran da o, çarşaflardan perde yapıp gecenin o saatinde, bütün mahkumlar ve cezaevi personeliyle birlikte büyük bir zevkle film izleyen de hep o.

Böyle başlamış Yılmaz Güney ile olan yakın ilişkileri.

O günden sonra da filmlerinden fırsat buldukça ziyaretine gidip gelmeye devam etmiş. Kimi zaman sırf sohbet için, kimi zaman onun istediği bazı şeyleri götürmek için. Öyle ki bir dönem cezaevi ve İstanbul arasında kurye gibi görür olmuş kendisini.

O kadar yakınmış yakın olmasına artık Yılmaz Güney ile ama yine de yönetmen Zeki Ökten’den öğrenmiş “Sürü” filminin çekileceği haberini; bir film çekimi için Kıbrıs’a giderken, havaalanında, onun eline tutuşturuverdiği senaryodan.

Okur okumaz sevinçten taklalar atmaya başlamış, bu ne muhteşem senaryodur böyle, dağlarda hayvancılıkla uğraşıp oldukça zor şartlarda göçebe yaşayan, bir feodal aşiretin, kapitalizmle birlikte gelişen makinalaşmaya uyum sağlayamayıp çöküş ve dağılma sürecini anlatan senaryo.

Kıbrıs’taki çekimleri tamamlamış tamamlamasına ama onun aklı hep eline tutuşturuluverilen senaryoda ve oynayacağı yörenin dediği dedik Hamo ağasının oğlu Şiwan rolünde imiş.

Kıbrıs’tan döner dönmez bütün ekip yola çıkmış çekimlerin yapılacağı Siirt’in Pervari ilçesi Cemikarı Yaylası’na doğru.

Tam bir imece usulüyle yapılmış film, yönetmeninden oyuncularına, set işçisinden müziğini yapan Zülfü Livaneli’ye kadar herkes gönüllü bir şekilde yüreğini koymuş bu işe.

O zor koşullarda, yarı aç yarı tok bir şekilde, çobanların ölen koyunlarını yiyerek tamamlamışlar filmin çekimini.

Filmin sonunda Kurtalan Ekspresiyle, Pervari-Kurtalan-Batman-Diyarbakır üzerinden, satmak üzere yanlarında götürdükleri küçük baş hayvan sürüsüyle birlikte Ankara Garı’na girdiklerinde ceplerinde beş kuruşları yokmuş ama ellerinde Siirt’ten, Ankara’ya kadar geniş bir Türkiye panoramasını ortaya koyan, bütün umutların başkent Ankara’ya gömüldüğü, içinde tek bir Kürtçe kelime geçmeden çekilmek zorunda olan bir Kürt filmi vardır.

Hem de bir başyapıt, bir mihenk taşı olan bir Kürt filmi.

Ekip memnun, yönetmen memnun, en önemlisi senaryoyu yazıp arkasında duran memnun.

Yoksul bir Kürt köylüsünün oğludur o ve çocukluğundan beri içinde yaşadığı dünyaya dikkatleri çekmektir amacı.

Başarır da. Ama bu başarı ile yetinecek biri değildir o.

Hemen ardından bir başka başarının ardına düşüp “Düşman” filminin çekimlerine geçmek ister Güney, yine Zeki Ökten ve Tarık Akan ile birlikte.

Bu sefer yaşamın bambaşka girdapları üzerine gezindirmektir amacı.Yerinden yurdundan edilip büyük şehirlerin gecekondularına sığınmış, işsizliğin, yoksulluğun, çaresizliğin pençesinde çırpınan insanlar, bu şehirlerde kurulan hamal pazarları, hayvan katliamları, sıla özlemleri, Çanakkale Şehitliği’nde yapılan horoz dövüşleri ve bütün bunların içinde işsiz güçsüz İsmail ile hayal dünyasında yaşayan karısı Naciye’nin evlilik dramı.

Ancak, her Türk’ün asker doğduğu, askerlik hizmetinin zorunlu olduğu ülkemizde çoktan aranmaya başlamıştır bile Tarık Akan “asker kaçağı” olduğu gerekçesiyle.

Apar topar gider 2 yıl boyunca kapanacağı asker ocağına, oynayacağı İsmail rolünü Aytaç Arman’a emanet ederek.

Askerliğinin bitimine yakın olur 12 Eylül darbesi.

O karanlık günlerde alır Erden Kıral’dan Yılmaz Güney’in yeni bir film hazırlığında olduğu müjdeli haberini.

“Bayram” dır filmin adı, yarı açık cezaevinden izinli çıkan 11 mahkumun, 11 ayrı şehirde, 11 ayrı hikayesinin anlatılacağı bir film.

1981’in ilk günleride, sıkıyönetim şartlarında başlanır filme.

İlk çekimler Cunda adasında yapılıp ardından İç Anadolu ve Kürt ellerine yapılacak yolculuk gelecektir.

Ancak Erden Kıral ile anlaşamaz Yılmaz Güney, onun istediği çekimler değildir onun çektiği sahneler.

Gözünü kırpmadan ayırır yollarını yönetmenle, çekimleri durdurup onca negatifi heba eder istediği filmi yapma uğruna.

Heba eder etmesine ama kimi bulacaktır filmlerini istediği gibi çekecek yönetmeni? Zeki Ökten yoğun, bir başka filmin çekiminde. Bir zamanlar yardımcılığını yapmış olan Şerif Gören desen cezaevinde.

Şöyle mi olur böyle mi olur derken tahliye haberini yazmasın mı gazeteler Şerif Gören’in o en umutsuz günlerde.

Cezaevinden salıverildiği ilk gece oturup okur filmin senaryosunu baştan sona.

“Çekerim çekmesine ama 11 kişiyi çekmem ben” der, “Çok uzun olur film ve  benim vaktim yok o kadar çekim yapmaya.”

Sonunda ikna olur Yılmaz Güney de çekimleri başlanır filmin.

Her şeyin sıkıyönetim komutanlarının iki dudağı arasında olduğu, 12 Eylül’ün en karanlık dönemleridir. Ve ellerinde Cunda Adası’nda başlayıp, Bingöl Karlıova, Sancak, Diyarbakır, Kurtalan Garı, Suruç’un sınır köyleri gibi ülkenin dört bir yanından çekilecek sahnelerle tamamlamaları gereken bir senaryo vardır. Öyle sahneler ki, mahkumların gözünden dışarının da içeriden hiçbir farkı olmadığını, zulmün her yerde kol gezdiğini, bütün ülkenin baştan başa bir cezaevine çevrildiğini yansıtabilsin.

Hangi sıkıyönetim komutanlığı verir, kendi il sınırları içinde olup bitenleri dünyaya duyuracak olan böyle bir filmin çekim izinlerini? Bazı komutanlıkların bırakın çekim izinlerini, konaklama izinleri dahi vermediği şartlarda hem de. Gel de yap o çekimleri o şartlarda yapabilirsen.

Yaparlar ama, içine yerleştirdikleri kamera ile, minibüsün geçtiği bütün caddeleri, sokakları, meydanları gizliden gizliye çekerler bütün o dehşet içinde izlediğimiz, hepsi orijinal, hepsi gerçek olan o korkunç sahneleri.

O kadarla da kalmazlar. Komutanlığın kendilerine “koruma” olarak verdiği jandarmayı da gizlice çekip filme montajlayarak kotarırlar jandarma ile ilgili sahneleri.

Ellerinde ne jandarma kıyafeti vardır, ne de bu kıyafetleri alabilecek paraları. Doğru  Sıkıyönetim Komutanlığı’nın yolunu tutar Tarık Akan, o günlerde adı çokça duyulan “Geceyarısı Ekspresi” filminin ülkemize atmış olduğu “iftiralara” karşı bir cezaevi filmi çekmek istediklerini, bu cezaevinde mahkumların bayram nedeniyle izinli bile çıkabildiklerini anlatmak istediklerini ancak halkın ilgisi nedeniyle çekim yapamadıklarını, kendilerine birkaç jandarma verebilirlerse rahat rahat çekimlerini tamamlayabileceklerini bir bir anlatır.

Sözü mü olur efendim böyle bir amaç için istenen birkaç jandarmanın; anında gelmiş sete tam iki cemse dolusu jandarma, işkencenin kol gezdiği cezaevlerimizi şirin göstereceğine inandıkları bir cezaevi filminin çekimlerine “koruma” niyetine.

Kameranın önünde görülen Tarık Akan’dır ama esas çekilen arka plandaki “korumalar”dır birkaç gün boyunca.

Eee, şaşırmamak lazım ne de olsa Yılmaz Güney’in öğrencisidir o da.

Kimin, ne zaman, hangi gerekçeyle suçlanarak gözaltına alınacağının bilinmediği günlerde, bir avuç sanatçının, aydının, her türlü baskıya rağmen, her şeyi göze alarak gerçekleştirdiği çekimlerdir bunlar.

Filmin bir özelliği de her gün, çekilen bölümlerin negatiflerinin İstanbul üzerinden İsviçre’ye gönderilmesiymiş.

Film seti basılıp hepsi gözaltına alınsa bile hiç bir negatife el koymaları mümkün değilmiş.

Kendisiyle ilgili bölümlerin çekimi bitince doğru cezaevine, Yılmaz Güney’in ziyaretine gider Tarık Akan çekimler konusunda detaylı bilgi vermek amacıyla.

En sona saklar onu sinirlendirecek haberi.

“Abi” der, “filmin sonuna bir sahne eklettim ben Şerif’e.”

Hangisi diye sıçrar yerinden Yılmaz abisi. Belli hiç hazırlıklı değildir böylesi bir müdahaleye.

“Hani der, son sahnede, tren hızla giderken, senaryoda yoktu ama Seyit’i ağlattım ben, ama öyle aykırı bir şekilde, hüngür hüngür değil, içten içe, sade, utangaç  bir şekilde….”

“Ne diyorsun sen ya” diyerek keser sözünü, “Benim yazdığım Seyit ağlamaz, sonunda ağlattıysan eğer onu, baştan sona yanlış oynadın demektir karakteri, yazık ettin filme!”

“Niye yazdın o zaman senaryoya” diyerek karşı çıkar Tarık Akan ustasına, “Biz çekmedik o bölümü ama hani duvarda asılı bir saz vardı ve Seyit eve girer girmez o sazla karısına çaldığı parçayı hatırlıyordu, niye yazdın o zaman o duygusal sahneyi Seyit içten içe ağlayamazsa eğer? Beğenmezsen keser atarsın ya, montajı yapacak olan sen değil misin nasıl olsa?”

Filmin en güzel sahnelerinden biri olarak kalır akıllarda o Tarık Akan’ın son sürat giden trenin içinde, hem içten içe ağladığı, hem parmağındaki alyans ile uzun süre oynadıktan sonra yeniden yerine taktiği sahne.

Bu dönemde Yılmaz Güney’in, kendi adını taşıyan “Güney” dergisinde yayımlanan yazıları nedeniyle peş peşe davalar açılmakta, onlarca yıla varan cezalar istenmekteydi hakkında.

Yarı açık cezaevinden alınıp, kapalı askeri cezaevlerine konulacağı söylentileri de dolaşmaya başlamıştı ortalıkta.

Böyle bir söylentiyi düşünmek bile zulüm geliyordu kendisine.

Yarı açık cezaevi hayat demekti onun için. Uzaktan bile olsa filmlerini çekebilmek, senaryolarının vücut bulduğunu görebilmek, halkla iç içe olabilmek. Askeri bir cezaevi öyle miydi ya?

Hem içeride hem de dışarıda yoldaşları, dostları vardır birlikte bu durumdan çıkmak için kafa yorduğu.

Tam o günlerde, biletini almış görüşe gidecektir Tarık Akan.

Yola çıkmadan önce tesadüfen karşılaştığı bir arkadaşından gelir uyarı.

“Sakın gitme şu bir kaç gün içinde Yılmaz abinin yanına!” der hiçbir gerekçe göstermeden.

Anlam veremez ama o gece cezaevine gitmekten vazgeçer.

Birkaç gün sonra, gazetelerden alır Yılmaz Güney’in kaçtığı haberini.

9 Ekim 1981 günü izinli olarak çıktığı Isparta Cezaevi’ne izin bittiği halde bir daha dönmemişti.

“’Hep istediğim zaman kaçarım, sadece zamanını bekliyorum’ dedim, zamanı geldi, kaçtım!” diyecekti Fransa’da çektiği Duvar filminin çekimleri sırasında.

Ha yanış anlaşılmasın der gibi de eklemişti:

“Hapisten kaçtım ben, Türkiye’den değil!”

Çok değil altı ay sonra, Cannes Film Festivali’nde görecekti bütün dünya onu, kendisini dünya çapında üne kavuşturan “Yol” filmine verilen Altın Palmiye ödül törenlerinde.

O ödülü kaldırırken havaya, Cannes’dan çok uzaklarda, İstanbul’da, Beyoğlu’nun arka sokaklarında beş tane daha kol kalkıyordu havaya. Yurt dışı yasakları olduğu için Cannes’a gidemeyen Tarık Akan ve Şerif Gören, yanlarında   Atıf Yılmaz, Zeki Ökten ve Ali Özgentürk olduğu halde kendilerince kaldırdıkları kadehlerle katılıyorlardı bu sevince.

Belki de ilk o gece döküldü Tarık Akan’ın ağzından ilk defa sonraları sıklıkla kullanacağı “Yılmaz abi hepimizden daha kırmızı idi” cümlesi..

32 yıl ara ile yine hüzünlü bir eylül ayında yitirdik onları.

Eylül, üzüm ayı demekmiş Süryanicede.

Bir salkımda buluşan iki üzüm tanesi miydi acaba ikisi de?

Selam olsun kendi dillerinde şarkı söylemekte ısrar edip, o dili hiç anlamayanlara bile dinletenlere!

Dipnot:

*Güney Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisinin yapmış Tarak Akan ile yapmış olduğu söyleşiden. (ALGÜL UMUTLU - SENDİKA.ORG)

Daha yeni Daha eski