Otuz yıllık mahpusluğun ardından "dışarı"da olmak nasıldır, hangi sorular sökün eder, cevaplar nereye bakar? 1992’de, henüz 19 yaş...
Otuz yıllık mahpusluğun ardından "dışarı"da olmak nasıldır, hangi sorular sökün eder, cevaplar nereye bakar? 1992’de, henüz 19 yaşındayken dönemin DGM’lerinde yargılanıp “örgüt üyeliği” iddiasıyla tutuklanan, Bingöl’den Gebze’ye, birçok yerde cezaevlerinde kalan, otuz yıllık mahpusluğu geçen yıl 10 Ağustos’ta sona eren Mizgîn Aydın'ın kaleminden...
***
Eylülken, Musa Anter tam da bu ay vurulmuşken, ama hâlâ ve belki de tam da bu yüzden onurla ve minnetsiz sözlerle konuşmaya devam ederken ve çıkalı bir yıl, bir buçuk ay olmuşken, yıllar evvel “en yabancı dilim” dediğim bu yabancı dilimle yazayım dedim. Zira, an gelir yabancı diliniz de sızlanır, hiç yok muyum diye, malûm öğrenme sebebinden dolayı hep böyle cezalandırılacak mıyım diye.
Öncelikle, son iki yıllık, biraz “rutinleşmiş”, ama aslında dünya ve zaman titreten kısacık, yağmur yağası haberleri hatırlayalım: “Otuz yıl sonra tahliye oldu.” “Yirmi yaşında girdiği zindandan elli yaşında çıktı.” “On sekiz yaşında girdiği cezaevinden (siz yine zindan olarak okuyun) kırk sekiz yaşında çıktı.” “Şöyle dedi, böyle karşılandı.” Ya sonra? Sonrası sessizlik, görünmezlik…
Neden ve nasıl dayandılar?
Peki, ya daha sonra? Daha sonra paramparça olurken, o otuz yıllık zaman ve zamandışılık kapsülünün havaya savrularak çizdiği göçmen kuş izleri. Sonrası ve daha sonrası yok!
Peki, kim bu insanlar? Neden ve nasıl, tüm tarafların ve şahsi olarak kendilerinin de hiç öngörmediği bir hal ve zamanda, onca süre diri diri gömüldükleri o mezarlara dayandılar? Ölümlerden geçip hiçlik ve yok oluşun dansından, kapsüllenmiş zamanın hayaletlerini bile kıskandırırcasına çıkıp geldiler? Üstelik gülüyor, oynuyor, hâlâ yılmaz şarkılar okuyorlar.
Sahi ya, kim bunlar? Yedi bin gün ve yedi bin gece (kaç yıl eder?) her dakika, “Kimseye eğecek başımız yok!” (Yılmaz Güney) diyerek cehennemlerde volta atan, acınası duvarlara öfke, keder ve varoluşun çentiklerini çizen bu kadın ve erkekler aslında kim ve neyimiz olurlar?
Tarihin “ölümcül kimliklerinin” (Amin Maalouf), isyan ve nisyanın, hem yârdan hem serden geçişin, hayat treninden atılmış olmanın inadına, vahşi bir atın yelelerine tutunarak ta bugüne gelen bu Kürtler, ille de ve yalnızca bu Kürtler hangi homoerectus, homohabilis, homosapiens’e tekabül ederler?
“Ebedi yabancı” mı?
Şimdi onlara ne demeli? Sayısız düşünü kurmuş olmalarına rağmen, şanslarına ve bahtlarına yıkılmış bir Bastille’in o muhteşem sureti düşmemiş bu solgun müebbet mahpuslara ne demeli şimdi? İnsanlık değerleri adına utanılası olan o esaret süresinden sağ çıkmak suretiyle (sağ çıkamamış olanlara en ebedi selamlar!) Kürdün makûs talihinden bir bu eksikmişçesine, kesilmiş sonsuz cezayı, “ebed”den gelen müebbeti devirmiş olan bu insan ve Kürt türüne ne demeli?
Fırlatıldıkları, ama tam anlamıyla ait olmadıkları bu zaman ve mekân realitesinde yaşadıkları şaşkınlıklar, adapte olmaya değer bir dünya varmış gibi dayatılan adaptasyon rotalarına uymayıp kendileri gibi kalmak istemeleri, onları bu zaman boyutundaki ilk makalem “Gün batımındaki ebedi yabancı”da parmak bastığım üzere, “ebedi yabancı” kılar mı?
Yanıt “evet” ise, bir müebbetten öbürüne savrulmuş olmayacaklar mı? Ki üstelik, müebbet mahpus olmalarının onurunu da, bedelini de kapsül dışı zamanlarındaki zaruri filme adapte olmamalarına, çocuk yaşta bile bir reddiyeye sahip olmalarına borçluyken, onlardan sıradan bir adaptasyon beklemek akıl kârı mıdır? Onları iyi niyetle de olsa “mutlu olmaya, sitem, şikâyet ve analiz etmemeye” yönlendirmeye çalışmak, hâlâ oralarda olan arkadaşlarını unutmaya ve “mış gibi” sahte mutluluğa dalmaya çağırmak değil midir?
Özgürlük nedir?
Lâkin, Apê Mûsa’yı ta o zindanlardan, ayağında Amed’in eylül sıcağını def eden sandaletiyle uzanmış yatarken görenler ve o sandaletleri akıllarından hiç çıkarmayanlardır bu insanlar. Keza peşinden tam otuz yıl, otuz 20 Eylül, otuz pusu yürümüş bu misafirleri, bu bedelin ve direnişin ev sahiplerini şurada burada karşımıza çıkarken görüyoruz.
Hatta onları hiçbir bakış ve buluşmanın bitiremeyeceği (çünkü bakarken, hâlâ oralarda olan arkadaşlarının yerine de bakıyorlardır) özlem yüklü gözlerle toprağa, suya, göğe, tarihe ve güncele bakarken görünce şaşıranlarımız, başka tür bir müebbetin değil de özgür ve mutlu bir hayatın şanlı özneleri olarak yaşamış, yaşıyormuşuz gibi halden habersiz, “yazık” diyen görme biçimleri teşebbüsünde bulunanlarımız bile vardır belki de.
Ama etmeyelim, eylemeyelim, esaretleri onları fiziken (belki kısmen ruhen de –onlara sormalı) esir kıldı, evet, ama bizleri ruhen ve fiziken özgür kılmadı, kılamaz!
Özgürlükle, artık muktedirin yapımı olan “zindan ve dışarısı-özgürlük” ikileminden azade olarak ilişkilenelim. Zira özgürlük, esasta kendimiz, evren, hayat, zaman ve toplumla kurulan ilişkiden başka bir şey değil. Ne bir ilanla gelir, ne bir etikete gönül indirir, ne de bir yanılsamaya teslim olur. Çünkü özgürlüğümüz ya varoluşumuzun anlam ve özneleşme düzeyiyle hayat bulur ya da küflü bir hayal olur.
Ellerinin elleri
yüzüğümün gülüşünden düşmüş hatıra
parlıyor yerde masmavi
taşı, mürekkeptendendir yüzüğümün
suskun, lâl…
yalnız ellerin kalmış yaranın başucunda
sağdaki lâl, soldaki ümitvâr
sadece ellerin kalmış ellerinde
biri şiir yazar, öteki bulutları toplar
ellerin hep seninle kaldı
hiç kurtulamadın gitti onlardan[i]
Ama işte çıkıp geliyor bu Kürt ve insan türü, nereye koyacağımızı, nerede ağırlayacağımızı ya da nereye saklayacağımızı bilemesek de. Zindancıyı da çok şaşırtıp epeyce ezber bozmuş bu Kürtlük, dudaklarının kıyısında hangi çapraz ateşten kaldığı bilinmeyen bir son kurşun izi, olmayan köprülerden bile geçmişliğin getirdiği bir vakarla geçiyor önümüzden.
Kendi kendine ve sevdiklerine gardiyan olmuş hallere şaşırıyorlar belki de en çok, “Bu da zor mu?” diyorlar, kim bilir, “zor” bellenen kolay hallere.
Ve ellerinde, solacak olan çiçeklerle geçip gidiyorlar önümüzden; hiçbiri beraat etmemiş, altı yıllık, her an bozulabilecek “şartla salıverilme” ibareleriyle.
Otuz yıllık bir tabutta geçmiş gençlikleri bizleri halimize şükretmek suretiyle mutlu edecekse, olalım! Belki yalancı mutluluk da bir gün gerçek olur! Esir geçmişleri, geçmişimizi (her nerede ne yapmış ve yapmaktaysak) püripak, aydınlık ve bahtiyar kılacaksa, derin bir oh çekerek bir bardak çay içelim üzerine.
Ama bin yıllık Cengizhan geleneğinin otuz yıl boyunca bile ıslah edemediği bu Kürtlerin, post ve ultramodern kapitalizmin ıslah ve manipülasyonlarıyla takatsiz kalmış bir hayata asla tenezzül etmeyeceklerini bilelim.
Derken, gardiyanizmin yasak deyip size vermeyeceği muhtemel mektubumu burada noktalıyorum. (MİZGİN AYDIN - birartıbir.org)
[1] Şiiri, zindanda yazdığım, Aram Yayınları’ndan çıkan Kirasê Heyvê (Ayın Eteği) adlı kitabımdan çevirdim.
Hiç yorum yok