İslamcılığı incelerken yöntemsel açıdan en yanıltıcı şey, İslamcılığı İslamiyet’in hâkim olduğu bir toplumun doğal sonucu olarak görmektir. Elbette İslamcı bir hareket İslamiyet’i referans aldığı için gerek “cami cemaati” gibi kendiliğinden oluşan bir topluluk ile, gerekse değişik dinsel cemaatler ile organik temasa girebiliyor. Ama İslamcı kadrolar asla basitçe camiye ve cemaatlere dayanmakla yetinmediler. Gecekondu mahallelerini ev ev dolaştılar; dolaştıkları yerlerde sadece un ve şeker dağıtmadılar, insanlarla konuştular ve onları ikna ettiler. İşte bu nokta İslamcılığın karakterini anlamak bakımından çok önemli.
İslamcılığın doğuşu
Belki de bundan önce modern bir ideolojik-siyasal akım olarak İslamcılığın nasıl doğduğunu ve modern dünyada nasıl bir yer tuttuğunu kavramalıyız. İslamcılık elbette İslamiyet’i temel bir referans olarak alır; ama buna bakarak İslamcılığın “nedeninin” İslamiyet olduğu yargısına varmak yanıltıcı olabilir. İslamiyet bir dindir. İslamcılık ise 19. yüzyılın ikinci yarısında İslamiyet’in hâkim ve yaygın din olduğu toplumların emperyal ve kolonyal Batı modernliği ile karşılaşması sonucunda doğmuş modern bir siyasal ideolojidir.
İslamcılığın doğuşunun ayrıntılı bir çözümlemesini burada yapamayız ama en temel özelliklerinden birinin modern “halk” kavramını sadece bir din değil, otantik bir kültür ve varoluş tarzı olarak kavranan İslami referans ile birleştirmesi olduğunu söyleyebiliriz.
İslamcılıkta İslamiyet’in, halkın “otantik”, sahici, doğal varoluş tarzı olarak kurulduğunu vurgulamalıyız. Bu kurgu modernlik öncesi İslamiyet’te asla var olmayan, tamamen modern bir kavrayış ve bilinç tarzıdır. İslamcı perspektiften tüm modernleşme ve Batılılaşma çabaları kopyacılık ve yabancılaşma olarak görülür. Ama burada dikkat etmemiz gereken, İslamcılığın modern Avrupa bilimi ve Aydınlanma aklını kabul etmesidir. İslamcılık, modern akıl ve bilimin Avrupa kültüründen izole edilerek İslami inanç ve yaşam tarzıyla birleştirilebileceğini, yani İslamiyet’in özünün (otantik, sahici İslam’ın) zaten modern bilim ve akla uygun olduğunu ileri sürer. Mısırlı ünlü İslamcı Muhammed Abduh’tan Cemaleddin Afganî’ye, onlardan Osmanlı tarihinde Namık Kemal’e ve Sait Halim Paşa’ya herkesin argümanı bu olmuştur. Aslında, elbette laiklik noktası hariç, bu temel argüman ulusçuluk ile tamamen aynıdır. Ulusçuluk otantik yerli ulusal kültürü laik bir bağlamda icat etmek durumundayken, İslamcılık ilk, erken İslamiyet’in akıl ve bilimle tamamen uyum halindeyken tarih içinde bozulduğunu ve bilimin terk edildiğini ileri sürerek bu temele, öze dönmenin aklı ve bilimi eklemleme için şart olduğunu söyler.
İslamcılığın dönüm noktası: Neoliberalizm, kitleselleşme ve yeni tarihsel blok
İslamcı öğe ve “İslam” referansı, 20. yüzyıl boyunca İslam’ın egemen din olduğu modern coğrafyada çok uzun bir süre merkez sağ siyasal partilerin içinde popüler bir öğe olarak yer aldı. Ne zaman ki bir yandan ulusal kalkınmacılık (hem liberal hem devletçi versiyonlarıyla), diğer yandan sosyalizm krize girdi ve bu çifte kriz, kapitalizmin 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başındaki büyük neoliberal dönüşümüyle çakıştı, işte o zaman İslamcılık gerçek bir hegemonik fırsat yakaladı. Neoliberalizmin yükselişi aynı zamanda küreselleşme denilen mali sermayenin tüm yeryüzüne hâkim olması ve ekonomilerin baştan aşağı mâlileştirilmesi sürecidir (Cüzdanımızdaki banka kartlarından borsaların ve bankaların ekonomik diktatörlüğüne kadar).
Bu sürecin bizi ilgilendiren kısmı ise şu: Yeni uluslararası iş bölümü bir yandan büyük sanayileri kapitalist dünyanın çevresine yaydı, diğer yandan çevre ülkelerde, Dünya Bankası terminolojisiyle konuşursak, “küçük ve orta büyüklükteki işletmeler” (KOBİ’ler) denilen yepyeni bir sermaye oluşum ve birikim süreci başlattı. Bu süreçler Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesinin kitleselleşmiş sosyalist hareketi korkunç bir baskıyla durdurması ve neoliberal reformlara girişmesiyle birleşti. Cuntacılar bir önceki 1971 darbesinde yaptıkları hatayı yapmadılar ve ideolojiye el atarak Kemalizm’i özenle ve dikkatle sağa çektiler. Tüm devlet kurumlarında, özellikle eğitim ve kültür alanlarında “Türk-İslam sentezi” argümanıyla girilen yeni ittifak İslamcılığın kurumsal ve kültürel gücüne eşsiz bir katkı oldu. Öte yandan neoliberal reformların gerçek etkisi ve özellikle KOBİ’lere verilen kurumsal, eğitsel ve mali destek, sosyalist toplumsal muhalefetin tamamen etkisizleştirildiği bir ortamda, Anadolu’nun pek çok kentinde yeni girişimci bir öznelliğin ve yeni bir sermaye gurubunun doğuşuna tanık oldu. İslamcılık bu yeni sermaye gurubunun, yani Anadolu Kaplanları’nın aynı kentleri dolduran yeni göçmen emekçi sınıfları kendi neoliberal hegemonyalarına ikna etmeleri ve birlikte oluşturdukları tarihsel blokun siyasal ideolojisidir.
İslamcılık buna en uygun siyasal-ideolojik oluşumdu. Çünkü bir kere, yeni sermaye gurubunun bu ucuz emek gücüne hem ihtiyacı vardı hem de 1980 sonrasında sosyalizmin içinde tamamen etkisizleştiği, her türlü “zararlı” etkiden muaf bu yeni emek gücü alanıyla kültürel bir bağ kurma fırsatı vardı. Ama dikkat edelim, bu yeni sermayedar grubu, egemen İstanbullu sanayicilerden farklı yerel bir oluşum olarak kendini yeni emek gücüne kabul ettirebilmek ve onları yanına çekebilmek için sadece verili kültürel, dinsel veya yerel bağlara dayanamazdı. Bunları yeni bir yorum içinde sunmak, yeni bir temsil oluşturmak ve yeni bir sahne kurmak zorundaydı. İşte bu nedenle İslamcılığın otantik (sahici, yerlici) siyasal söylemi biçilmiş kaftandı. Ama bu yeni ideolojik kıyafetin veya sahnenin emekçi sınıflar tarafından sorunsuz kabul edildiğini asla varsaymayalım. Tam tersine, çağdaş İslamcılık, yani AKP’de ifadesini bulan özgün sentez, emekçilerin acımasız çalışma ve sömürü koşuluna duydukları antipatinin ve gizli öfkenin İslam dini ile emilmesi ve yeniden yönlendirilmesidir. Emekçilerin haksızlığa, ezilmeye, dışlanmaya ve yoksulluğa duyduğu infial, İslamcı söylem içinde yerinden oynatılır: İslamcılık, antagonist uç olarak kapitalizmin yerine modernliğin ve Batı’nın geçirilmesiyle, ekonominin yerini kültürün almasıyla karakterize olmuş bir söylemdir.[1]
“Biz-Onlar” ayrımı, antagonizmayı sınıfsal olmaktan çıkararak kültürel hale getirir. Sınıfsal çağrışımı tabii ki hâlâ korur ama bunu kültürel terimlere kaydırır. Yabancı, dışlayıcı bir dünyaya karşı sahiciliğin, inancın ve ahlakın dünyasını kuran bu dönüşümü asla bir manipülasyon gibi fesat terimleri içinde anlayamayız. Bu dönüşüm, sosyalizm gibi anti-kapitalist bir söylemin tamamen silindiği yeni bir güçler dağılımı alanında oluşmuş yapısal bir etkidir; güçler alanındaki dönüşümlere ve kaymalara bağlı olarak sınıfsal antagonizmanın veya karşıtlığın yerinden oynayarak kültürel-dinsel bir hüviyet, kimlik kazanmasıdır. Anadolu Kaplanları’nın bu söylemsel kayma sayesinde emekçi sınıfla kurduğu ve ideolojik sıvası “İslam” olan ittifak, Antonio Gramsci’nin “tarihsel blok” diyeceği şeyin klasik bir örneğidir. İslam’ın burada sadece bir dinsel inanç değil, aynı zamanda ahlakın (iyinin, kötünün, vicdanın, hakikatin) bir dinsel söylem ve ritüeller sistemi tarafından, onun içinde tanımlanması olduğunu ve böylece kimlikleştirildiğini akılda tutalım.
Emekçiler
Bu tarihsel bloğun oluşumunda emekçi sınıfların tamamen pasif bir rolü olduğunu sanmak aldatıcı olurdu. Emekçilerin büyük çoğunluğu elbette eğitimsizdir, suiistimale ve manipülasyona açıktır ama hiçbir toplumsal grup sonuna kadar mutlak biçimde yönetilemeyeceği gibi, kendi istek ve arzuları mutlaka siyasal söylemlerde değişmiş biçimlerde tezahür eder. Eğer böyle bir tarihsel blok oluştuysa yeni emekçi grupların özgün yapısına dikkat etmek gerekir. İdeolojileri incelerken en aldatıcı şeylerden biri bilinç biçimleri düzeyinde kalmak, herhangi bir bilinç biçimi veya söylem içeriğini oluşturan toplumsal koşullara ve bilinçdışı öğelere dikkat etmemektir. O halde, 1980 sonrasında hem eski metropollerde hem de yeni oluşan Anadolu’nun büyük kentlerinde ortaya çıkan bu yeni emekçilerin temel özellikleri nelerdir?
Bir kere bu yeni işçiler göçmendir, köyden çıkarak büyüyen ve gelişen kente gelmiştir. Modern kapitalist toplumların özgül dinamiği sınıflar arası geçişliliğe yol açar. Sınıfsal ayrımlar elbette yerinde kalır ama bu tür toplumda her zaman hem aşağı doğru hem de yukarı doğru hareketlilik vardır. Emekçiler için yukarı doğru hareketliliğin (halk arasındaki tabiriyle “sınıf atlama”nın) iki yolu vardır: Göç ve eğitim.
Köyden kente göç eden her emekçinin hayali (taksi şoförünün size hemen söyleyeceği gibi) “kendi işini kurmak” ve “çocuğunu okutmak”tır. Emekçi sınıf bireylerinin yukarı çıkma arzusu, kapitalizmin en önemli dinamiklerinden biridir. Göçmen, “taşı toprağı altın” olan yere gider, yani sınıf atlamaya. Kırsal alanda hiçbir şansı kalmamış, yoksulluğa mahkûm göçmeni bunun için kimse suçlayamaz. Demek ki öncelikle bu yeni emekçilerin kendilerini içinde buldukları 1980 askeri darbesi ve neoliberal reform sonrası tarihsel koşulun, artık Cem Karaca’nın ünlü şarkısında dile getirdiği sınıf bilincine çağrı (“işçisin sen işçi kal”) olmadığını ve yeni bir öznellik modelinin de ufukta belirdiğini hatırlamalıyız.
Ama aynı anda, tüm 1980’ler ve 1990’lar boyunca, ideolojik rakibinden kurtulmuş kapitalizmin Türkiye’de nasıl muazzam bir şiddetle ve tüm eski ilişkileri silip süpüren bir hızla geliştiğini unutmamalıyız; üstelik, özel televizyonlardan alışveriş merkezlerine yükselen yeni bir tüketim toplumu, yepyeni fırsatlar ve özlemlerle. Söz konusu dönem, cuntanın seçim yenilgisi ve ANAP hükümetlerinden sonra kaçınılmaz biçimde istikrarsızlık ve siyasal kriz yılları olmuştu. Bu hızlı ve istikrarsız kapitalist gelişmenin ağır toplumsal yükünü yeni göçmen emekçi sınıf üstlendi. En çarpıcı dönüm noktalarından biri hiç kuşkusuz, bugünkü CHP’nin öncülü SHP döneminde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde ortaya çıkan İSKİ rüşvet skandalıydı. Bunun emekçilerde yarattığı ahlaki ve siyasi infial aslında önemli bir işaretti.
Kısacası, krizi emekçiler yüklenirken aynı anda oluşan yeni vahşi ve parıltılı dünya emekçilerin özlemlerini yükseltti, öfkelerini de biriktirdi. Bunun Anadolu’da yükselen yeni sermayedar grup için nasıl bir fırsat yarattığını, küreselleşmenin lideri Dünya Bankası’nın incisi KOBİ’lerin öz evladı Anadolu Kaplanları’nın, yani genç İslamcıların yeni partisi AKP’nin 2002’deki seçim zaferiyle gördük. AKP’nin ortaya çıkışı popüler-demokratik bir itki yarattı, ama daha önemlisi toplumsal ve siyasal ilişkileri yeni bir ittifaklar kompozisyonu içinde bir süre için stabilize etmeyi başardı. (Bu macera içinde Kürt sorununun oynadığı rolü bir başka yazıya bırakalım.)
“Uzun adam”
Demek ki, günümüz İslamcılığının homojen, tek bir sebebi veya kökeni olmadığını, onu oluşturan sebeplerin ve kökenlerin çoğulluğunu ve (İslamiyet’ten) başkalığını vurgulamalıyız. Ama bunu bir fesat teorisi içinde değil, yapısal bir açıklamayla yapabilmeliyiz.
İslamiyet’i temel referans alan bir söylem bu tarihsel koşullar için biçilmiş kaftan olabilir ama hiç kuşkusuz tek elbise değildir. Bu dünyaya ilişkin laik bir referans yoksa, dinsel söylem kendi başına hiçbir işe yaramaz. Peki bu dünyaya ilişkin referans nedir? İslami referans söz konusu olduğu sürece elimizde bir yabancılaşma (Batılaşma, Batı’ya teslim olma) ve ahlak (yerli hakikat ve öz) anlatısı var. Bu anlatıya göre, “kendi” hakikatimize, “kendi” inancımıza ve onun garanti ettiği bir ahlaka dönmeliyiz elbette, ama bu nasıl olacak? Bir yol ve yöntem, yani başka bir anlatı bunu tamamlamadığı ve örneklemediği sürece böyle bir söylem soyut bir ahlaki-dinsel eleştiri olarak kalır. Popülist söylemlerin “kurban” anlatısına dayandığı sık söylenmiştir. Ama popülist bir söylem, siyasal bir ortamda asıl temas ve kavrama noktasını, kurbanın kim olduğunu göstermesi kadar bu kurbanın ne yönde ve nasıl davranırsa kurbanlıktan çıkabileceğini gösterdiği ölçüde kazanır. Bu temas ve kavrama noktası, popülizmin asıl yatırım yaptığı yerdir. Asıl dikkat edilmesi gereken İslamcılıkta söz konusu temas ve kavrama noktasının, sanıldığı gibi sadece dinsel değil, ekonomik ve sınıfsal bir boyutu, güçlü bir toplumsal çağrışımı olmasıdır.
Bu sınıfsal çağrışım yeni bir öznellik modelinin ortaya çıkması ve çekim noktası haline gelmesini gerektirir ve bu hiç kuşkusuz Recep Tayyip Erdoğan’da vücut bulan toplumsal imgedir. Kimdir Recep Tayyip Erdoğan? Elbette toplumsal bir portreyi kastediyoruz. Erdoğan’ın toplumsal portresi düz biçimde anlatılması gerekmeyen ama duruş, poz, ses ve jest ile, kısacası Erdoğan’ın hareket halindeki medyatik-popüler imgesi ile uyandırılan bir anlatı, bir hikayedir. Halkın ona verdiği adla “uzun adam”ın hikayesi, yoksul gecekondu mahallelerinden, yani kurban statüsü içinden gelmiş ama kendisini kurban yapan koşulları becerisi ve cesaretiyle aşmış, kurban olmaktan çıkmış birinin hikayesidir, kısacası bir kurban-kahraman hikayesi (tam da bu nedenle, Erdoğan’ın geçmişi ile bugününü karşılaştıran eleştiri tamamen etkisiz ve boştur). Bu imgenin İslami, yani yerli hakikilik ile birleşmesini sağlayan Erdoğan’ın aslını, hakikatini unutmayan bir kurban-kahraman olmasıdır. İçinde birbirinden değişik, güçlü arzular ve hayallerle dolu bu yoğun imge, yeni sermayedar grubun ahlâki meşruiyetini kurmakla kalmaz, aynı zamanda bu grubu yoksul emekçilerin içinden gelmek hasebiyle onu tanıyan ve onunla konuşabilen, onu anlayabilen ve koruyabilen bir önder haline getirir. Burada kimse ne yanlış bilinç kavramına ne de yüzeysel manipülasyon ve suiistimal teorilerine başvurmasın. Eğer Erdoğan siyasal lider olarak böyle bir rol oynadıysa bunu gerçekten öyle birisi, yani koşulları değiştiren ve kurban konumundan güçlü konumuna gelebilen biri olduğu için oynayabilmiştir. Yani toplumsal hayat içinde hepimiz kendi bireysel tarihimizin bize verdiği toplumsal rolü nasıl oynuyorsak öyle oynamıştır ve herhangi bir siyasetçi ne kadar rol yapıyorsa o kadar rol yapmıştır.
Başka türlü söylersek, bu imge özgül ekonomik-politik ve toplumsal koşulların ürettiği bir figürdür. Eğer günün sonunda AKP lideri, kendini muhafazakâr demokrat olarak gören ve dünyadaki eşdeğerlerinden gerçekten de pek farkı olmayan Abdullah Gül değil, Recep Tayyip Erdoğan olduysa bunun nedeni Erdoğan’ın söz konusu toplumsal ittifakı ve önderliği cisimleştiren, ona vücut veren, onu bir hikâyeye ve hayale dönüştüren güçlü imgesidir. Bu imge hem yeni sermayedar gruba meşruiyet verir hem de göçmen işçinin sınıf atlama özlemi olduğu kadar korunma ihtiyacına yanıt verir.
Düşüşün genel sebebi
AKP’nin özgün sentezi işte budur: Küreselleşmenin imkânlarıyla beslenen ve İslamcı bir referans ile temellendirilen bir toplumsal dönüşüm arzusunun yönetilmesi. Kurulan anlatı elbette baştan aşağı çelişkilerle doludur ama hayal sürdüğü sürece çelişkiler engel değil, motor olur. Örneğin, AKP’nin İslamcı siyasal ideolojisi sayesinde kapitalizmi silerek yerine “modernlik-Batı” yazması Erdoğan’ın ve çevresinin ekonomik gücüyle bir tezat oluşturmuyor mu? İşler iyi gittiği sürece, yani 17-25 Aralık 2013 krizinde net biçimde tecrübe ettiğimiz ve yakın zamana kadar olduğu gibi dengeler ve hayal sürdürülebildiği sürece bu hiçbir çelişki teşkil etmez.
Dolayısıyla bugün AKP’nin zayıflaması ve seçim kaybeder hale gelmesinin nedenleri, AKP’nin uzun vadede kendisinden umulan dönüşümü gerçekleştirememiş olması ve teklemeye başlamasıyla ilgili. Doğrusu, uzun iktidar dönemi boyunca AKP aslında ciddi bir bağ kurmuş olduğu yoksul emekçi kesimleri belirli bir düzeyde kollayan ve toplumsal boyutu boşlamayan bir ekonomi politikası izledi. Sağlık politikalarından belediyelerin düzenlediği ramazan ve bayram yardımlarına, hafta sonu tatil gezilerine ve yoksullara yardımlara kadar, yeni sermayedarın belediyeye yaptığı bağışların halka döndürülmesi biçimini alan başarılı bir ekonomi-politik devre veya siyasal bilimin terimiyle “kitlesel himayecilik” (mass clientelism) sistemi kurdu. Ama yapısal olarak dayandığı ve kendisine kazandıran ideolojik antagonizma (Batı’ya karşı İslam, laikliğe karşı din) aynı zamanda onun ayağına takıldı: Yeni sermaye birikim sürecini belirli bir gruba sermaye aktarımına döndüren bir eş-dost kapitalizmi biçimini alma eğilimi gösterdi. Aynı zamanda AKP, Şevket Pamuk gibi iktisatçılardan TÜSİAD’a kadar değişik kesimlerin yıllardır tavsiye ettiği teknolojik yatırımlara yönelme konusunda, uğraşsa da istenen performansı gösteremedi. İnşaat sektörü hem kârlılığı yüksek bir sektör olduğu hem de servet aktarımı ve zenginleşmeyi sağladığı için öncelik kazandı. Bilinen nedenlerle (bunları ayrı bir yazıda incelemek gerekli) sert milliyetçilikle girdiği yeni siyasal ittifak ise demokratik hukuk devletine zarar verdi, uluslararası prestij kaybına yol açtı ve kendi dokusunu olumsuz etkiledi. 2023 genel seçimi öncesi hükümet döneminde sanki oluşmuş bir milli burjuvazi var gibi (veya bunu oluşturabilirmiş gibi) “neomerkantilist” yola sapması, zaten krize giren ekonomiyi iyice zora soktu ve emekçi kitleyle bağına ciddi zarar verdi.
AKP nereye?
AKP’nin oyları son 10 yıldır tedrici bir düşme eğilimi gösteriyor ve son seçimde net bir yenilgiye uğradılar. Ancak yine de bu partinin geleceği hakkında asla acele karar vermemek gerekir. Çünkü AKP’nin kurduğu İslamcı söylem, yapısal nedenlerin sonucunda oluşmuş ve Türkiye’nin son 20 yılını belirleyen Anadolu sermayesi ve emekçiler arasında toplumsal ittifaka dayanan bir tarihsel bloğun hegemonyasını ifade eder.
AKP’nin seçim sonuçlarına ilk yanıtı “hatalarımızı düzelteceğiz” sözü oldu. Son yıllardaki bölünmeler ve ayrılmalarla ciddi bir kadro kaybına uğramasına rağmen AKP’nin hala bu durumu ayrıntılı biçimde değerlendirecek ve politikalarını yenileyebilecek, hiç küçümsemeyecek sosyal bilimcileri de içeren profesyonel bir kadrosu olduğunu kimse unutmasın. Tabii ki toplumsal ve ekonomik ilişkilerin ve güç dengelerinin gelişimi hala İslamcılığın kendisini toparlayamamasına ve düşüşün önümüzdeki dört yılda giderek hızlanmasına yol açabilir. Onun yerine geçebilecek yeni bir İslamcı siyasal partinin varlığından konuşmak için henüz erken ama eğer gelişmeler bizatihi İslamcılığın hegemonyasının parçalanmasına yol açarsa bilelim ki bu yeni bir toplumsal ittifakın oluşması ve yeni bir hegemonyanın kurulması anlamına gelecektir. (PROF. DR. MAHMUT MUTMAN - BİANET)
Dipnot:
[1] Ne yazık ki sağ ve sol liberal kesimler (Cem Boyner’den Ahmet Altan’a) bunu hiç anlamadılar. İslamiyet’i halkın kendiliğinden inancı olarak gördükleri için İslamcılığın nedenini, tıpkı İslamcılar gibi, İslamiyet’e, onun yaygın dinsel inanç oluşuna bağladılar. Bu “organik” yaklaşım aynı zamanda modernleşme kuramından alınmış tamamen yüzeysel (ve küresel kapitalizmin ekonomi politiğini hiç hesaba katmayan) merkez-çevre metaforuyla desteklendi. Bir toplumda İslamiyet egemense İslamcılığın “doğal sonuç” olduğunu varsaymak, yani İslamiyet’i ve İslamcılığı ayırt edememek, ister demokratik-popülist bir hevesle isterse İslamofobik biçimde olsun, liberal paradigmanın tanımlayıcı özelliğidir. Gerçekten laik bir söylem önce İslamiyet ve İslamcılığı ayırt edebilmelidir, bu ikisi pratikte ayırt etmesi çok güç hale gelmiş olsa bile.