Resmi tarih, bir ülkenin başına gerçekte ne gelirse gelsin her şeyi "kazanım" olarak kayda geçirir. Hataları, bu hataların sonuçlarını, sorunlu tercihleri, bu tercihlerin bedellerini, gerçekleri, bu gerçeklerin ağırlığını yok sayar. O yüzden biz ona güvenmeyiz. Tarihi mağdurların açısından tekrar tekrar okuyup, kaydı tutulmayanlar üzerinden gayriresmi ve tarafsız bir tarih yazmanın peşine düşeriz.
Ve tabii ki bunu beceremeyiz. Çünkü aradığımız gerçek, resmi tarihle gayriresmi tarih arasındaki kara deliktedir. O kara deliği resmi tarih tek başına oluşturmaz. Gayriresmi tarihle birlikte inşa eder. Ve insanlığın çıkmazı bu kaçınılmaz birlikteliğin girdabında sonsuz derinliklere iner.
Gezi hareketi tam 11 yıl önce bugünlerde İstanbul'un göbeğinde küçücük bir parkta güçlü bir "Hayır"la başladı. Ve kısa sürede devleşerek etkisi hızla tüm ülkeye yayıldı. Ama nihayetinde ülkeyi karanlığa doğru sürükleyen iktidarın aydın ve çağdaş insana karşı düşmanlık argümanlarını güçlendirmek için kullandığı bir silaha dönüştü. O yüzden, bu barışçıl, güçlü ama sonucu umulandan çok farklı olan eylemin öyküsünü ısrarla bir "başarı ve umut öyküsü" olarak anmak ne kadar doğrudur diye sormak gerekir.
Evet Gezi'deki ağaçlar bu eylem sayesinde hâlâ yerli yerinde duruyor. Ama Gezi öncesi sorunlu da olsa henüz kısmen var olan bir sürü hak ve hukukun yerinde kapkara bir boşluk var…
2013 yılının mayısında, şehrin göbeğindeki küçücük bir parkta ağaçlara sarılan ve varlığını onların canını kurtarmaya adayan bir avuç genç insanın "Hayır"larıyla başlayıp birkaç günde dünyanın her yerinden duyulan dev bir itiraz çığlığına dönüşen Gezi direnişinin gerçeğe en yakın analizini sonuçlarından okumak ve tutulabilecek en dürüst kaydı tutmak direnişe ve umuda bir adım daha yaklaşma fırsatıdır.
Gezi'de ne olduğunu, iktidar ne derse desin, biz biliyoruz. Ama Gezi'den sonra neler olduğunu da biliyoruz.
İktidar Gezi'ye katılanları hızla düşman ilan etti ve "Gezi ile birlikte eski Türkiye özlemleri canlandırıldı ve terör örgütleri siyaseti dizayn etmeye çalıştı" denildi.
2015 seçimlerinde halkın iradesiyle tek başına hükümet kuramayacağını anlayan iktidar barış sürecinin ardından hızla yeniden savaş sürecine dönülmesiyle el güçlendirdi.
Yıllardır ortağı olan cemaatle yollarını net bir şekilde ayırdı ve kimin elinin kimin cebinde olduğu anlaşılamayan bir hesaplaşma sürecine girildi.
Yeryüzünün en tuhaf darbe girişimi yaşandı.
Gezi'de direnen gençlerin ailelerinin şarkılar söyleyerek geçtikleri Boğaziçi Köprüsü kana bulandı ve adı 15 Temmuz Şehitler Köprüsü oldu.
Üniversitelerin içi boşaltıldı.
Öğrenci şenlikleri, 8 Mart yürüyüşleri, Gay Pride'lar yasaklandı.
Hukukun terazisi hurdaya atıldı.
En kötüsü de… İktidarını kaybetmesi beklenen başbakan sınırsız yetkilerle bu ülkeye Cumhurbaşkanı oldu.
Ve o günden itibaren muhalefet de seçmen de, iktidarı alaşağı etmenin tek yolunun iktidarın dilini kullanmak olduğuna ikna oldu.
11 yıl önce Gezi'de "Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" cümlesini biz kurduk ama bir daha hiçbir şeyin eskisi olamayacağı düzeni iktidar inşa etti.
Eğer biz Gezi'yi ısrarla bir başarı hikâyesi olarak okumakta ısrar eder ve Gezi romantizminin zehrini birbirimize şerbet gibi sunmayı sürdürürsek… Hiçbir şey "bizim istediğimiz gibi" asla olamayacak ve her şey şu anda olduğu gibi "onların" istediği gibi olmaya devam edecek.
Gezi hareketi sırasında ölenler boşuna ölmüş olmasın diye, Lobna Allami onca acıyı boşuna yaşamış olmasın diye, Kavala'nın yedi yıldır süren esaretinin hesabı sorulabilsin, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Can Atalay ve Mine Özerden'in hayatlarından daha fazla gün çalınamasın diye kendimize cevabını dürüstçe verene kadar tekrar ve tekrar sormamız gereken çok önemli bir soru var:
Bundan tam 11 yıl önce hepimiz Gezi'deydik. Peki, sonrasında olanlar olurken ve en önemlisi bugün "hepimiz" neredeyiz?
Bu sorunun cevabını samimiyetle vermeye cesaret eden, kaleye mum diksin. (MİNE SÖĞÜT - T24)