Kitle örgütleriyle kurulan ilişkinin faydacılık temelinde ve dar çıkarlar temelinde olması Türkiye sosyalist hareketinin, sadece bugün kitle örgütlerinde etkili olan gruplarının değil, genelinin eğilimini yansıtıyor. Bu düşünce de, havadan değil yine ülkemizin pratiğinden kaynaklanıyor ancak örneklerine burada girmeyeceğim. Yine de, kitle örgütlerine yaklaşım konusundaki tartışmayı önemli buluyorum.


5 Mayıs 2022’de İleri Haber sitesinde Sinan Dervişoğlu imzasıyla “Türkiye’de kitle örgütleri ve sosyalistler” başlıklı bir yazı yayımlandı. O tarihte yazıyı okudum ve “tartışılmaya değer” bir yazı olarak değerlendirdim. Ancak, o dönemde sürmekte olan kitap çalışmasına yoğunlaştığımdan dolayı dikkatimi dağıtmamak için cevap yazısını erteledim, araya giren diğer nedenlerle cevap yazısı çok gecikti. Bu arada İleri Haber yayınını durdurdu, ancak yazıya siteden hâlâ ulaşılabiliyor. Söz konusu yazı ayrıca yaziportal.org sitesinde de yayımlandı.

Okumakta olduğunuz yazı, Türkiye’deki kitle örgütleri ve meslek örgütlerinin bugünkü sorunlarının önemli bir kısmını Devrimci Yol’a bağlayan yanlış hareket noktasına cevap olarak yazılmıştır.

Yazıya başlarken bütün samimiyetimle, bu yazıda eleştirdiğim sosyalist grupları (TİP’in her 3 dönemi, TKP vd.) bütün eksik, zaaf ve yanlışlarına rağmen mücadelede dost olarak kabul ettiğimi; faşizme, emperyalizme ve kapitalizme karşı birlikte mücadele etmek gerektiğini savunduğumu belirtmekte yarar var.

“Türkiye’de kitle örgütleri ve sosyalistler” yazısının kapsamı

Öncelikle şunu belirtmek gerekli: Dervişoğlu, yazısında sosyalistlerin kitle örgütlerine ilişkin yaklaşımındaki hataları genel olarak doğru şekilde sıralıyor. Ancak yazının kurgusunda sorunun kaynağına ilişkin olarak “partisiz” Devrimci Yol ile kurulan illiyet bağlantısı yanlış.

Yazar, 2022 1 Mayıs’ından hareketle sosyalist siyasi örgütlerin kitleselliğine karşın yüz binlerce üyeli kitle ve mesleki örgütlerin zayıflığının eleştirisiyle tartışmaya başlıyor. Sonrasında sosyalist teori tartışmaları ve değişik ülkelerdeki mücadelenin tarihinden örneklerle kitle örgütlenmelerine yaklaşımlar hakkındaki sorunlar üzerinde duruyor. Ardından Türkiye’de 1960’lar sonrasında sosyalistlerin kitle örgütleriyle ilişkilerindeki zaaflar üstünde duruyor ve bugünkü zayıflığın nedenlerine geliyor:

… kitle örgütlerinin bu noktaya gelmesi … 2 yönlü bir birikimin, 12 Eylül ve sonrası faşizan uygulamaların ve bunun üstüne binen sol siyasetteki zaafların sonucudur. 12 Eylül faşizmi ve sonrası sağ iktidarlar, kitle örgütlerinin sol siyasete kattığı gücü göz önüne alarak bunları işlevsizleştirmek, yetkilerini daraltmak, bunların gözünü korkutmak ve yozlaştırmak için her türlü çabayı sonuna kadar kullandı ve önemli adımlar attı. Sol ise, yeni oluşan durumu, ayağımızın altından kayan zemini fark etmeden geçmişten devraldığı (hatalı) refleksleri aynen sürdürdü ve bu örgütler giderek daraldı. Şimdi bunu inceleyelim: (Dervişoğlu, agy)

Yazar, bu incelemeyi “İki büyük devrimci geleneğin süregelen tortuları” başlıklı bölümde yapmaya çalışıyor. Öncelikle, sözünü ettiği TKP ve Devrimci Yol geleneklerinin Türkiye’deki devrimci mücadeleye kattığı değerlerin altını çizip peşinden bu geleneklerden kaynaklandığını belirttiği sorunlara geçiyor. Yazar sonuçta bugünkü sorunları sözünü ettiği iki geleneğin “tortuları” ile bağlantılı olarak değerlendiriyor. TKP geleneğinin etkilerine ilişkin tartışmayı kısmen bu yazı içinde ben de yapacağım ama esas olarak Devrimci Yol’dan kaynaklandığı belirtilen sorunlara odaklanacağım, kitle örgütlerine ilişkin önermelere de bu kapsamda değineceğim.

Yazıyı, bir anlamda Devrimci Yol hakkındaki bazı ezber ve klişeleri yansıttığı için eleştiri ve değerlendirme konusu olarak seçtim. Önümüzdeki dönemde Ergun Aydınoğlu’nun kitabına ve başka çalışmalara dönük olarak da değerlendirmeler yaparak hem Devrimci Yol hem de Türkiye sosyalist hareketinin bazı tartışma başlıkları açısından tartışmayı geliştirmeye çalışacağım.

Kitle örgütleriyle kurulan ilişkinin faydacılık temelinde ve dar çıkarlar temelinde olması Türkiye sosyalist hareketinin, sadece bugün kitle örgütlerinde etkili olan gruplarının değil, genelinin eğilimini yansıtıyor. Yani “Eğer bugün A odasında sosyalist X grubundan kişiler değil de sosyalist Y grubundan kişiler etkili olsaydı A odası daha demokratik olurdu” diyemeyiz. Bugün bu tür kurumların yönetimlerinde olmayıp bu kurumlara “demokratik” eleştiriler yapan sosyalist grupların önemli kısmının muhtemel pratiğinin çok daha anti-demokratik ve grupçu olacağı, bu kurumları daha da küçülteceği düşüncesindeyim. Bu düşünce de, havadan değil yine ülkemizin pratiğinden kaynaklanıyor ancak örneklerine burada girmeyeceğim. Yine de, kitle örgütlerine yaklaşım konusundaki tartışmayı önemli buluyorum.

Şimdi gelelim cevaplara…

Devrimci Yol’a ilişkin tartışma başlıkları

Devrimci Yol, 1973-80 arasında azgınlaşan sivil faşist teröre karşı halkın bir silahlı direniş hareketi, bir tür “anti-faşist Kuvayi Milliye” olmuştur. Bu konudaki cesaretleri ve başarıları ile bulundukları her yerde faşist yuvaları dağıtmış, çok sayıda kayıp verme pahasına sivil faşistlere hayatı zindan etmiş, sadece sıradan vatandaşların değil, diğer sol unsurların da nefes almasını sağlamış, böylece kazandıkları etkinlik, bu hareketin genç yöneticilerinin dahi beklentilerini aşan devasa biri güç yaratmış, o dönemin en güçlü ve köklü siyasi partisi olan CHP’nin bile yapamayacağı işi, aynı anda 20 merkezde yığınsal mitingler yapma başarısını Devrimci Yol göstermiştir. İtalyan komünistlerinin tarihsel lideri Togliatti, oldukça önemli olan “Faşizm Üzerine Dersler” adlı eserinde, İtalya’daki faşist teröre karşı kendiliğinden kurulan bir devrimci öz savunma örgütünden, “Arditi Del Popolo” (Halkın Yiğitleri) örgütünden bahseder ve kendi partisinin bu örgüte karşı sekter davrandığını söyleyerek özeleştiri yapar. Açık olan şudur ki, tüm ideolojik-politik zaaflarına rağmen, pratikte 1973-80 arasında Devrimci Yol (ve Devrimci Sol ve Kurtuluş) bizim “Arditi Del Popolo’muz”, Türkiye’nin “Halkın Yiğitleri” olmuştur. (Dervişoğlu, agy)

Dervişoğlu’nun Devrimci Yol’a ilişkin güzel ve bir yanıyla olumlu değerlendirmeleri… Tabii ki sosyalist solda kendi dışımızdaki grupların olumlu bulduğumuz yanlarını -komplekse girmeden- yazabilelim. Güzel bir örnek. Ama yine de önemli bir yanlış var. Devrimci Yol “kendiliğinden kurulan bir devrimci öz savunma örgütü” olan bizim “Arditi Del Popolo’muz” değildir. Halkın faşist teröre karşı kendiliğinden savunma eğilimlerini örgütleyen bir siyasi örgüttür. Devrimci Yol’un önder kadroları mahkemelerde biraz muğlak şekilde “örgüt olamadıklarını” söyleseler de, söyledikleri doğru değildir, Devrimci Yol bir örgüttür. Bu örgütün hem 12 Eylül darbesi öncesindeki hem de sonrasındaki niteliğini ve sıkıntılarını da tartışmaya çalışıyoruz ve tartışmaya devam edeceğiz.

Yazar, çok sayıda eski Devrimci Yolcunun artık TİP’li olduğunu belirtiyor:

Bugün TİP-TKP çizgisinin olumlu değerlerine sahip çıkan TİP’e, Devrimci Yol geleneğinden çok sayıda militanın artık “partili devrimciliği” seçerek katılması gurur vericidir, TİP’in tarihimizin devrimci damarlarıyla buluşmayı başarma yönünde ciddi adım attığını göstermektedir.

Devrimci Yolcuların bugün içinde bulunduğu dağınık, ideolojik ve politik olarak savruk vaziyette, eski Devrimci Yolcuların bir kısmının mücadeleyi tamamıyla bir yana bırakmak yerine başka sosyalist gruplarda yer alması bence de olumlu bir durumdur. Ama buradaki “partili devrimciliği seçme” meselesi yine de doğruyu yansıtmıyor. Tabii ki bu arkadaşlarımız bir “parti”nin, TİP’in saflarına katılmışlardır ama söz konusu olan “partili” olmaksa önemli kısmı Devrimci Yolculardan oluşan “ÖDP/Sol Parti” zaten vardır ama TİP’e katılan eski ÖDP’li ve eski “Devrimciler”/ “Halkın Devrimci Yolu” çevresinden (veya daha fazla bilinen ama benim katılmadığım tanımlamayla eski “Halkevci”) arkadaşlar bu partiyi değil, mevcut koşullarda başarı ihtimali gördükleri TİP’i tercih etmişlerdir. Aradaki fark “parti” olmak değil, yazının yazıldığı 2022’de belirgin bir sıçrama yapan bir örgüte katılmaktır.

Ancak bu devrimci değerler, zaafları görmemizi engellememelidir. Devrimci Yol’un en büyük politik zaafı malumdur: Parti olamamak!  Devrimci Yol’un bir programı ve tüzüğü yoktu (1978’de yayımladıkları “Bildirge” kafa karışıklığıyla dolu eklektik bir belgeydi)

Evet, kritik bir noktaya geldik… Öncelikle “program” meselesi üzerine duralım:

Örgütü, örgüt yapan, onu kitlelere tanıtan, programlar veya yaldızlı laflar değil, devrimci eylemdir. (Mahir Çayan, 1972)

Bazen hayat bizim kafamızdaki ideallere göre gelişmez. Yapmak istediklerimiz ile yapabildiklerimiz arasında bir açı her zaman bulunur, bazen de ya nesnel koşullardan dolayı ya da bizim eksiklerimizin de etkisiyle bu açı normalden çok daha fazla olur.  Devrimci eylem elbette ki devrimci teoriden kaynaklanır ama bunun formel ifadesi her zaman aynı olmayabilir. Devrimci bir hareketin, örgütün, partinin üyeler tarafından tartışılarak benimsenmiş yazılı bir programının olması, bu programın ülke ve dünya deneyimlerine dayalı olarak somut gerçekliğe ve önermelere dayanması, örgütlenmenin önceliklerinin belirlenmiş olması önemlidir.

Devrimci Yol, THKP-C’ye göre daha geniş bir zaman diliminde var olmuş olmakla birlikte soluk soluğa sürecin gereklerine yetişmeye çalışan bir örgütlenme olmuştur. Devrimci Yol dergisinde yayımlanan “Devrimciler Ne İstiyor?” yazısı ve 1980 Ağustos ayında yayımlanan aynı adlı ve genişletilmiş broşür bir “Demokratik Halk Devrimi” programı nitelikleri taşımaktadır. Devrimci Yol, partileşme sürecini bir program ve tüzük oluşturma aşamasına ulaştıramamıştır ve bu önemli bir eksikliktir. Ancak yine de Mahir’in Kesintisiz Devrim 2-3’ü bitirirken yazdıklarını göz önünde tutmakta ve şabloncu davranmamakta yarar vardır. Devrimci Yol’u da kitlelere tanıtan, geniş bir destek bulmasını sağlayan olgu, onun THKP-C’den aldığı teorik-politik mirasa yaptığı katkılar ve yürüttüğü devrimci eylemidir. Ortalığın programdan geçilmediği 1990 sonrası sosyalist hareketin durumu da ortadadır. Bu nedenle bu konu da fetişleştirilmeden ele alınmalıdır.

Devrimci Yol’un yazılı bir tüzüğü de yoktur. Devrimci Gençlik ve Devrimci Yol dergilerinde kadrolara dönük yayımlanan yazılar önemli yer tutmaktadır. Bu yazıların yanında, 1979 yılında bir iç yayın olarak yayımlanan ve “Pembe Broşür” olarak bilinen “Örgütsel Sorunlar ve Çalışma Tarzımızdaki Bazı Hatalı Eğilimler Üzerine” broşürü kadrolar arası ilişkileri düzenlemeye çalışan, çalışma ilişkilerini yazılı hale getirmeye yönelen bir dokümandır. Ancak tekrar belirtmek gerekir ki, Devrimci Yol bu açılardan kendi gelişiminin gerektirdiklerinin oldukça gerisinde kalmıştır.

“Devrimci Yol’un en büyük politik zaafı” “parti olamamak!”. Evet tespit doğru, eski Devrimci Yolcuların ve halen Devrimci Yolcu olmaya devam edenlerin önemli kısmının da paylaşacağı bir lafız. Ama “lafız” geçilip içeriğe gelince işler değişir. Devrimci Yolcuların “parti” ile kast ettikleri yapı, kendisine parti diyen ve kurulları olan herhangi bir örgüt değil düzen dışı, devrimci, gelişmiş bir örgüttür. Özellikle Devrimci Yol’un klasik dönemi (1975-81) ele alındığında Devrimci Yol, söz konusu dönemde kendine “parti” diyen TİP, TKP, TSİP, TDKP gibi grupların çoğundan daha fazla örgüttür. Bu örgüt yapısı çok fazla zaaflıdır ama eleştirirken, ressamın ayakkabıcıya söylediği iddia edilen sözdeki gibi, “çizmeyi aşmamak”ta yarar vardır. Devrimci Yolcular; SBKP’nin ve Demokratik Almanya’nın görevlendirdiği memurların politikayı ve yönetimleri belirleyici olduğu, kendi tüzüklerini bin bir hile ile dolanan ya da ÇKP ve AEP’deki siyasal dalgalanmalara göre politika değiştiren türden bir parti olmayı, tabii ki, istemezlerdi. SSCB’nin Türkiye’deki 12 Eylül cuntasıyla iyi geçinme çabası nedeniyle cuntacılara “faşist” diyemeyip lafı dolandıran bir parti olmak niye istensin ki? Devrimci Yol’un “parti” olamadan darbeye karşı yüzlerce insanı ülkenin dört bir yanında dağa çıkarabilen örgüt yapısı tabii ki kâğıt üstündeki ve başka yerlerden icazet almadan politika oluşturamayan partilerden daha işlevlidir.

“1978’de yayımladıkları “Bildirge” kafa karışıklığıyla dolu eklektik bir belgeydi” ifadesi de kof bir kendine güveni yansıtıyor. Dervişoğlu, Bildirge’yi neden “kafa karışıklığıyla dolu eklektik bir belge” olarak değerlendirdiğini açmadığı için bu konuyu tartışamıyorum. Ancak benzer değerlendirmeler Haluk Yurtsever, Ergun Aydınoğlu vb. tarafından da yazıldığı için bu konuya başka yazılarda tekrar dönmenin gerektiğini düşünüyorum. Geçelim…

Dolayısıyla “Devrimci Yol üyesi” gibi bir olgu asla olmamış, amorf bir “kitle-kadro” ayrımıyla devam edilmiş; kimin “kadro” olacağını üstteki şefler seçmiş, onları kimin “seçtiği” ise meçhul olmuş, zira bu hareket doğal olarak BSP deneyine kadar bir kongre yapmamıştır.

Dervişoğlu “kongre” meselesinde de hatları karıştırıyor, çünkü abartılı bir özgüvenle yazıyor ve özenli davranma gereği duymuyor. Ben “1921 yılında Şefik Hüsnü önderliğinde Moskova’da kurulan TKP” yazsam ancak Dervişoğlu’nun yazdığına benzer yanlışlar yapmış olurum. Devrimci Yolcuların “BSP deneyine kadar bir kongre yapmamış” olması nasıl bir cümledir? Biraz önceki alıntıda 1977 Nisan ayında yayımlanan Bildirge’yi 1978’e taşımıştı bu cümlede ise Devrimci Yolcuları BSP’ye üye yapıyor. Oysa Devrimci Yolcular BSP’de yer almamıştır. Devrimci Yolcuların önemli bir çoğunluğu BSP ile Geleceği Birlikte Kuralım (GBK) Parti Girişimi’nin birleşmesiyle kurulan ÖDP’de yer almışlardır. Üstelik söz konusu çoğunluk 2,5 yıl süren ve bir tür kongre özellikleri taşıyan, adına Tartışma Süreci denilen süreçte “yasal parti kurulması” yönünde karar alanlardan oluşuyordu. Tartışma Süreci, 3 kişilik bir divan heyeti ve 8-10 kişilik yürütme kurulu tarafından yürütülen, çalışma alanları düzeyinde onlarca birimdeki “kolektif”ler üzerinden sürdürülen, ve bu kolektiflerin temsilcilerinin bir araya gelmesiyle 100 kişi civarındaki sayılarla toplanan Türkiye İstişaresi gerçekleştirdi. 1994 yaz aylarında toplanan 3. Türkiye İstişaresi’ndeki çoğunluk “yasal parti kurulması” yönünde karar aldı. Tabii ki bu süreçte çok sayıda sorun vardı. Baştan itibaren sürece katılmayanlar, sürecin bir bölümünden sonra ayrılanlar, ayak oyunlarıyla ayrılmak zorunda bırakılanlar, işlevsizleştirilen ve dağıtılan örgütlenmeler, sistemli öneriler olmaması gibi birçok sorun… Ben, süreçte yer alan çoğunluktan farklı düşündüğüm için, 3. İstişare’den sonra süreçten ayrıldım ama yine de bu sürecin diğer sosyalist “parti”lerin “kongre”lerinden daha az demokratik olduğunu düşünmüyorum.

“Devrimci Yol üyesi” gibi bir olgu gerçekten de olmamıştır ve bir belirsizlik unsurudur ama “amorf bir ‘kitle-kadro’ ayrımıyla devam” edilmemiştir. Devrimci Yol’un oluşum süreci, kendiliğinden kitle hareketinin yükseldiği ve Devrimci Yol’un önceli olan THKP-C’ye kitlesel düzeyde sempatinin olduğu bir dönemde, sosyalist solun geneliyle karşılaştırıldığında, gecikmeli bir şekilde yaşanmıştır. Dolayısıyla Devrimci Yol oluşurken ülkenin değişik yerlerinde, kendi mevcut örgütlülük düzeyini aşan, bir sempatizan kuşağıyla ve kendiliğinden oluşmuş yerel örgütlerle karşılaşmıştır. Bu da örgütlenmenin özellikle ilk dönemlerinde kendiliğinden yanın kuvvetli olmasını sağlamıştır. Ama Devrimci Yol federatif veya şekilsiz bir örgütlenme olmamıştır. Özellikle, Devrimci Gençlik (dergi, DGDF, Dev-Genç) aşamasından Devrimci Yol aşamasına geçildiği 1977 yılı itibariyle merkezi yönün epey güçlenmiş olduğu anlaşılmaktadır. “Merkez” hiçbir zaman örgütlenmenin kitleselliğine denk düşen bir gelişkinlikte olmamış olmakla birlikte, unutulmamalı ki, bu “merkez” Devrimci Yol’u ülkenin o dönemdeki en yaygın ve kitlesel sosyalist hareketi haline getiren politikaları oluşturmuş, kadro gelişimini sağlamış, atamaları yapmış, organize etmiş, özelleşmiş birimler (Devrimci Savaş Birlikleri (DSB), Devrimci İstihbarat Teşkilatı (DİT) vb.) kurmuştur. Devrimci Yol’un örgütlenmesindeki eksikler elbette ki eleştirilip, tartışılıp, bugün için de dersler çıkarılmalıdır ama bu çıkarımlar, DY’den çok daha işlevsiz yapıları idealize ederek olmaz.

Şefleri ve kadroları kimin “seçtiğine” gelelim. Arkadaşlar; yönetici kadrolara hangi durumda “şef” hangi durumda “önder” denileceğini hangi kriterlere göre belirliyoruz acaba? Mesela, 1925 yılında Akaretler’de bir evde toplanan 21 delege “TKP’nin 2. Kongresi” olarak kararlar almıştır. Peki bu delegeler gerçeklikte ne kadar bir örgütlülüğü temsil etmektedirler, “şef” midirler, “kadro” mu, yoksa “önder” mi? 1970 Aralık ayında Ankara’da bir evde 10 kişinin yaptığı toplantıda kendisine “Genel Komite” diyen ve içlerinden 3 kişiyi “Merkez Komite” olarak seçen, sonradan THKP-C adını alan oluşumu kuran devrimciler “şef” midir? 1979 yılında Kızılcahamam’da toplanan 25 civarındaki Devrimci Yol “kadro”su ise 3-4 yıldır ülkede “faşizme karşı mücadele” ekseninde süren sınıflar mücadelesinde önemli görevler yerine getirmelerine ve o dönemde onlarca ilde on binlerce insanın mücadelesini yönlendiren bir konumda olmalarına karşın toplantılarına kongre adını vermemiş olduğu için “amorf” mu olmuştur? Dervişoğlu “eğer bir kongre seçmemişse şefler onları seçmiştir” şeklindeki bürokrat mantığıyla düşünüyor. Oysa, sıcak pratiğin seçiciliği, bazı zaaflar barındırsa da, oldukça isabetli bir seçiciliktir. Her gün saldırı altındaki insanların can güvenliği için önlemler alabilen, her ay birkaç arkadaşları öldürülürken faaliyetin sürekliliğini sağlayabilen, saldırılara karşı aktif direnişi örgütleyen, birçok yerde Direniş Komiteleri/Halk Komiteleri kuran insanların öne çıkması sadece “şef”lerin inisiyatifi değildir. Bu şekilde öne çıkan kadrolarda da zaaf gösterenler, zamanla geri çekilenler, bir görevde başarılı olurken başka görevde başarısız olanlar olur tabii ki… Ama yine de aşağıda Aydın Meriç’ten (TKP’deki parti adı Hasan Erdal) aktardığım görüşmeye göre işleyen bir örgüt yapısından daha sağlam olduğu tartışmasızdır:

Bu ilk görüşmemizde İ. Bilen bana Türkiye’de yeniden inşa edilecek komünist partisinin 1 no’lu üyesi, 1 no’lu yöneticisi olduğumu, beni komünist yapanların komünist sayılmaması gerektiğini söyledi.

İkinci sohbetimizde, İ. Bilen, yaptığımız görüşmenin Politbüro toplantısı olduğunu söyledi. Ben de böylece Politbüro üyesi oldum!

Böylece 1973’te, hayatımda ilk kez karşılaştığım, kim olduklarını, nereden geldiklerini bilmediğim, Türkiye’de herhangi bir düzeyde politika yapıp yapmadıklarını bile bilmediğim insanlarla bir parti kurmaya giriştik.” (H. Erdal, 1983, TKP’mizi Yükseltelim)[1]

“Şef”leri kimin seçtiği sorusuna gelince, onları da bir yandan pratik öbür yandan ise genç kadro adayları seçmiştir. Örneğin THKP-C’nin alt düzey kadrolarından olan, yaşayan kadrolar içinde SBF’de İlhami Aras ve Kemal Kaçaroğlu’ndan ve ODTÜ’deki Mahir Sayın’dan epey sonra gelen Nasuh Mitap 1974 yılı başında cezaevinden tahliye olduğunda gençlik hareketinin içine girmiş, eylemleri yönlendirmiş, ADYÖD yönetiminin demokratikleştirilmesine ön ayak olarak genç kadroların güvenini kazanmıştır. Hem bu güven hem de Mahir’in teorik ve pratik gücünün sonucundadır ki, 1975 yaz aylarında Şeh-Der’de yapılan yol ayrımı toplantısında Ankara’daki Cepheci gençlik kadrolarının önemli bölümü “Kesintisizler’i tümüyle savunuyorum” diyen Nasuh Mitap’la beraber kalmışlardır. Önceki yapıda (Dev-Genç ve THKP-C) Nasuh Mitap’tan daha yukarıda olan Sayın-Aras-Kaçaroğlu-İba ile değil de Mitap ile hareket eden kadrolar sonraki dönemin büyük militan ve kitlesel hareketine öncülük eden kadrolar olmuşlardır. Benzer süreçleri, 12 Mart öncesi Dev-Genç ve THKP-C örgütlenmelerinde bir düzeyde içinde yer almış olup 1980’de DY’nin MK konumunda olan Oğuzhan Müftüoğlu, Ali Başpınar, Ali Alfatlı, Akın Dirik de yaşamıştır. MK üyesi olarak adı geçen Melih Pekdemir ve Mehmet Ali Yılmaz ise 12 Mart sonrası süreçte gençlik hareketine katılıp 1975’e geldiğinde ise öğrenci hareketinin önde gelen kadroları arasında yer almaktadırlar; o tarihte onları atayacak ne bir örgüt, ne de “şef”ler vardır. Dervişoğlu’nun Nasuh Mitap’ı ve diğer Devrimci Yol önde gelenlerini “önder” değil de “şef” olarak tanımlamasının tek nedeni onların, kerameti kendinden menkul bir kurul tarafından atanmamış olması gibi görünüyor.

Merkezdeki komite yapılanması dışında, komiteler ve birimler/hücreler bazında çalışmak yerine “sorumlu”larla, şeflik sistemi ile çalışma tercih edilmiş, ete kemiğe bürünmüş bir örgütsel omurga ve halkın karşısında örgütü temsil edecek somut bir yüz oluşmamıştır. (Dervişoğlu, agy)

Dervişoğlu lütfederek “merkez”de bir “komite yapılanması” olduğunu kabul etmiş ama ancak o kadar. Yine, kendinde ezberden yargı dağıtma hakkını görerek “komiteler ve birimler/hücreler bazında çalışmak yerine “sorumlu”larla, şeflik sistemi ile çalışma tercih edilmiş” olduğunu ifade etmiş. Peki 1975’ten mi söz ediyoruz, 1977’den mi yoksa 1980’den mi? 1977’de sayıları az ise de 1980’e gelindiğinde birçok alanda ve bölgede birimler ve komiteler olduğu bilinmektedir.

Yukarıda yazdıklarımız, Devrimci Yol’un örgüt yapısını idealize ettiğim anlamına gelmemektedir. O dönemin Devrimci Yol yöneticilerine göre de, bugünkü bana göre de, darbenin gösterdiği üzere pratik mücadelenin mihenk taşına göre de, darbe sonrasında Devrimci Yol saflarında sivil toplumcu ve liberal ideolojinin oldukça etkili olmuş olmasına göre de bu örgüt yapısının çok fazla sorunu vardır. Ancak, bu eksikli ve sorunlu örgüt yapısını kafadaki yanlış kurgularla değil dönemin koşullarıyla, tarihsel süreci gözeterek ve gerçek durum üzerinden eleştirmek gerekir. Belirli bir tarihsel döneme yüzlerce deneyimli kadroyla yaygın örgüt kalıntılarıyla başlayan bir örgüt yapısından beklenebilecek olanları, çok daha zayıf bir temelde işe başlayan örgüt yapısından beklemek sağlıklı bir değerlendirmeyi imkânsız hale getirir. Öte yandan, söz konusu olan eleştirilecek örgüt yapısından çok daha zaaflı yapıları “model” kabul ederek eleştirmenin de mücadeleye bir yararı olmaz.

Devam edelim… Yine aynı cümlenin devamında “ete kemiğe bürünmüş bir örgütsel omurga ve halkın karşısında örgütü temsil edecek somut bir yüz oluşmamıştır.” yazılmış. Yasal parti olmayan bir örgüt halkın karşısında örgütü temsil edecek somut bir yüzü acaba nasıl ve ne kadar oluşturabilirdi? Dervişoğlu, Devrimci Yol dergisini de, 1979’un son günlerinde yayına başlayan Demokrat gazetesini de bu açıdan beğenmiyor sanırım. Ülke çapında yasal olarak kurulmuş olan Dev-Genç (DGDF) ve yerellerde Halkevleri şubeleri ve DİKG-DER türünden örgütlenmeler de anlaşıldığı kadarıyla bu işlevde kabul etmiyor. Fatsa’da Fikri Sönmez, Yeraltı Maden-İş’te Çetin Uygur, Artvin’de devrimci öğretmen Enver Karagöz gibi bölge halkının bilip tanıdığı devrimciler de “örgütü temsil edecek somut bir yüz” olarak kabul edilmiyor anlaşıldığı kadarıyla… Ancak, bilindiği gibi, düzenle cepheden mücadeleyi hedefleyen bir örgütte, önde gelen kadroların bilinmesi bazen gereklidir ama risklidir. Çünkü devrimci mücadele Nevski Bulvarı’nda akşam gezintisi yapmaya pek benzemez. Örneğin Devrimci Yol’un Rize Pazar sorumlularından ve bölgenin tanınan devrimcilerinden olup 1981 Ocak ayında çatışma sonucunda arkadaşlarıyla birlikte yakalanan Ahmet Uzun işkencede öldürülür. Şavşat sorumlularından olan ve çokça tanınan devrimcilerinden Ensar Karahan da darbeden 9 ay sonra, Şavşat kırsalındaki silahlı direniş birliğinin bazı üyeleriyle birlikte, ele geçirildiğinde işkencede öldürülür. Bu durumda Dervişoğlu’nun, düzen dışı olmayı temel alan bir örgütlenmeden “somut bir yüz” beklenmesi üzerinde biraz daha düşünmesinde yarar var.

Şimdi geliyoruz yazarın, yazısının konusu olduğunu belirttiği “kitle örgütleri” konusuna:

Bunların yazımızın konusu olan “kitle örgütleri” olgusuyla ne ilgisi vardır? Bu ilgi son derece açıktır: Böylesi amorf bir siyasi yapının kitleyi yönetmesi ve ona mesaj iletebilmesinin ana (neredeyse tek) yolu kitle örgütleri olmakta, meslek örgütleri bu siyasi çizgiyi ete kemiğe büründürmenin TEK yolu haline gelmektedir. (Dervişoğlu, agy)

Yazarın kafası gerçekten çok karışık. Aynı dönemin aynı siyasal grubundan mı söz ediyoruz acaba?

1975-80 dönemi sosyalistlerin, devrimcilerin hem değişik şekillerdeki yasal yayınlarının, yasal ve açık örgütlenmelerinin olduğu ve açık eylemler yaptığı hem de gizli örgütlenmelerinin olduğu ve değişik düzeylerde yasa dışı ve düzen dışı eylemler yaptığı bir dönemdir. Dönem hiç kimse için, hatta TİP ve TKP için bile, TEK yolun kitle örgütleri ve meslek örgütleri olmadığı bir dönemdir. Daha kuruluşundan itibaren alamet-i farikalarından birisi faşist saldırılara karşı kitleyi harekete geçirip yüzlerce insanı işgal altındaki okullara silahlı korumalarla götürüp getirmek ve faşist saldırılara karşı aktif mücadele çizgisi yürütmek olan bir grup hakkında “meslek örgütleri bu siyasi çizgiyi ete kemiğe büründürmenin TEK yolu haline” geldiği iddiası yazarın kendisine de garip gelmiyor mu acaba? Necdet Erdoğan Bozkurt’un öldürüldüğü karakolu acaba hangi meslek örgütü bastı? Fatsa’ya düzenlenen Nokta Operasyonu sonrasında, daha 12 Eylül darbesi olmadan önce, Ordu bölgesinde 30 kadar Devrimci Yolcu ve solcu insan ile 30 kadar sağcı/faşist, muhbir ve resmi görevlinin ölümüne neden olan çatışma ve eylemlerde hangi meslek örgütü var acaba? Yazar 1970’li yıllarda, bazılarına yüzlerce kişinin katıldığı silahlı korumalı korsan gösterilerden de haberdar değil mi yoksa onları meslek örgütlerinin yaptığını mı sanıyor? Tariş direnişi sırasında Gültepe ve Çimentepe barikatları da mı TEK yol olan meslek örgütleri tarafından kurulmuş? Belki de yazar bu eylemleri “kitleyi yönetmek ve ona mesaj iletebilmek” olarak kabul etmiyor olabilir… Yazarın, epey bürokratik görünen bakış açısından böyle görünüyor olabilir. Ama devrimci bir bakış açısından bakıldığında Tariş fabrikalarındaki, Gültepe ve Çimentepe gecekondu mahallelerindeki barikatlar tam da kitlenin bir kısmıyla birlikte ülkedeki kitlelere mesaj iletmenin, siyasi çizgiyi ete kemiğe büründürmenin ve onları TEK YOL olan DEVRİM’e kazanmaya çalışmanın önemli bir yöntemidir.

Eğer yazar “ben bu paragrafı 1975-80 dönemindeki Devrimci Yol için değil, 1996 sonrasındaki ÖDP’de yer alan Devrimci Yol kesimlerini kast ederek yazdım” diyorsa kendisine “yazı yazıyorsanız anlaşılır şekilde yazacaksınız, yoksa ortaya böyle saçma bir şey çıkar” demek zorunda kalırız.

Yazar 1990 sonrasından söz ediyorsa, söz konusu dönemde Devrimci Yolcuların önemli bir kısmı, bir parti olan, ÖDP’nin içindedir. Devrimci Yolcuların diğer bir etkili kesimi olan ve yerel açık alan çalışmalarında Halkevleri’ni temel alan grup ise 2010 civarına kadar DİSK, KESK, TMMOB, TTB’de merkezi düzeyde temsil edilecek kadar güçlü/kitlesel değildir.

Başka sol ve ilerici unsurlarla, ya da sıradan emekçilerle kurulan bir örgütü “ele geçirip” onu kendi siyasi birimi gibi kullanma alışkanlığı (ÖDP’de dahi olan budur) Devrimci Yol’un ve benzeri partisiz geleneklerin ana kamburu ve sola verdikleri zararın temel unsurudur. (Dervişoğlu, agy)

Yalan yanlış ön kabullere dayalı değerlendirmeler! Adım adım gidelim…

Örgütleri ele geçirip onu kendi siyasi birimi gibi kullanma alışkanlığı, solda eleştirilmesi gereken bir tavırdır ama “Devrimci Yol’un ve benzeri partisiz geleneklerin ana kamburu ve sola verdikleri zararın temel unsurudur” deyince mesele çarpıtılmış olur.

1970’lerde değişik düzeylerde kitle örgütlenmeleri vardır. Bu düzeylerden birisi her grubun kendisinin kurduğu ve açık kitle çalışması yürüttüğü türden derneklerdir. İGD, DEV-GENÇ, YDGD ve değişik sosyalist grupların kurduğu/yönetimini ele geçirdiği bağımsız sendikaların önemli kısmı vb. bu şekildeki örgütlerdendir. Bir diğer örgütlenme ise solun değişik kesimlerinin birlikte yer aldığı TÖB-DER, TÜM-DER, TÜS-DER, POL-DER, TÜTED, Halkevleri gibi örgütlerdir. DİSK ise bu gruba yakın olmakla birlikte daha özgün bir yerde durmaktadır. DİSK’e bağlı sendikalarda da güçlü olan grupların diğer gruplara pek demokratik davranmadığı ortada olmakla birlikte yine de az çok demokratik seçimler yapılarak yönetimler değiştirilebilmektedir. Daha alt düzeyde örgütler olarak öğrenci derneklerinin de önemli kısmı benzer şekilde sosyalistlerin farklı kesimlerinin ve CHP’lilerin yer aldığı, çok listeyle seçime gidilen derneklerdir. Bir başka düzey ise, meslek grubundakilerin üyeliğinin yasal zorunluluk olduğu meslek örgütleridir ve başlıcaları TMMOB, TTB, TBB’dir. Meslek örgütlerinde ise hem sağ hem de sol, birlikte yer almakta ve yönetimleri kazanmak için yarışmaktadır. Devrimci Yol da, diğer partili ve partisiz gruplar gibi, bazı düzeylerde kendi siyasal grubunu eksene alan açık kitle çalışmaları için örgütler kurup, bazı düzeylerde ise solun farklı kesimlerinin birlikte faaliyet yürüttüğü kitle örgütlerinin yönetimlerini kazanmaya çalışmıştır. Bu örgütlerin bazılarının yönetimini kazanmış, bazılarında ise azınlıkta ve muhalefette kalmıştır. Dönemin sol içi sekterliklerinden Devrimci Yol da tümden azade değildir ama yine de iç rahatlığıyla, Devrimci Yol’un o dönemdeki hatalarının SBKP-ÇKP yanlıları arasındaki gerilimler kadar bu kurumlara ve kitle örgütlenmelerine zarar verecek bir kapsamda olmadığını, Devrimci Yol’un kitle örgütlenmesi tarzının solun genelinden daha kapsayıcı olduğunu söyleyebiliriz.

1977 yılında Kemal Türkler’in Ulusal Demokratik Cephe konusundaki açıklamalarından sonra DİSK’teki TKP’li uzmanları görevden almaya çalışan DİSK Yürütme Kurulu üyelerini DİSK binasında rehin alıp tartaklayanlar “partisiz gelenekler” değildir. Dervişoğlu’nun yazının ilerleyen bölümlerinde TKP eleştirisi yaparken değindiği “TİP üyesi işçilere yapılan etik dışı uygulamalar” yanında başka sol akımlara karşı da benzer etik dışı uygulamalar yapılmıştır. Örneğin, 1975 yılında kurulan ve hemen kuruluşunun ertesinde DİSK’e üyelik başvurusu yapan, Yeraltı Maden-İş sendikasının başvurusu (DİSK’teki Kemal Türkler Genel Başkanlığı ve TKP etkinliği dönemi boyunca) 1978 yılına kadar kabul edilmemiştir. Kaldı ki Yeraltı Maden-İş kurulduğunda bırakın Devrimci Yol’u, henüz Devrimci Gençlik grubu ve dergisi bile yoktur, yani Yeraltı Maden-İş bu örgütlenme tarafından kurulmamıştır. Ama DİSK yönetimine hakim olan TKP’liler, kendilerinin kontrolünde olmayan bu mücadeleci örgütü DİSK’e kabul etmeyerek işçi sınıfının mücadelesine ve “sola zarar” vermişlerdir.

1985 sonrası süreçte de kitle örgütlenmelerinde, kendi genel sorunlarının yanında, sosyalistlerin hatalarından kaynaklı çok sayıda sorun yaşanmıştır. Örneğin öğrenci derneklerinin kuruluşuna öncülük eden Yarın çevresi (TİP’liler) ile ona karşı gelişen muhalefet hareketi arasındaki mücadelede her iki tarafın da hataları olmakla birlikte Yarın çevresi başlangıçtaki güçlü durumunun verdiği avantajla tepeden inme dergi dayatması gibi yollara başvurmuştur. Söz konusu sürecin önemli bölümünde (1985-1989) merkezi bir örgütlenmeden mahrum olan Devrimci Yolcular ise, yine yaptıkları hatalar olmasına rağmen, süreci esas olarak demokratik kitle örgütlenmesi mantığıyla yürütmeye en fazla eğilimli kesim olmuştur. 1980’lerin sonlarına doğru gelişen kamu çalışanları sendikalaşma hareketinde ilk oldu bittiyi yaparak hareketi daha baştan bölenler, Eğit-Der sürecinde o zamana kadar olan kararları tanımayarak Eğitim-İş’i kuranlar, TBKP’lilerin öncülüğündeki bir gruptur. Söz konusu dönemde kamu çalışanları sendikal hareketinin kitle inisiyatifiyle fiili, meşru mücadele temelinde ve solun değişik kesimlerini içeren bir şekilde gelişmesinde ise Devrimci Yolcuların önemli katkısı söz konusudur.  ÖDP’nin kuruluş sürecinde ve sonrasında parti/siyasal örgüt ile kitle örgütü/sendika arasındaki ilişkilerde sorunlar olmakla birlikte, KESK’teki Devrimci Yolcuların çoğunluğunun bulunduğu DSD’nin, diğer potansiyel öncü grup adaylarından çok daha demokratik tarza sahip olduğunu söylemek mümkündür. Gerek KESK’te, gerekse de TMMOB gibi örgütlerde yaşanan sorunun ana kaynağı buralarda Devrimci Yolcuların etkin olması değil, sosyalist hareketin, yıllardır sürmekte olan gerilemeyi durduracak politikalar geliştirememiş olmasıdır. Bu konudaki bir turnusol kağıdı, KESK’te DSD’nin yönetimlerin dışında kaldığı, Kürt yurtsever hareketinin ve ittifaklarının belirleyici olduğu, son dönemlerin bu örgütlerde daha demokratik işleyiş ve daha ileri bir mücadele hattı ortaya çıkaramamış olmasıdır. TMMOB’de de, her ne kadar üst örgüt olarak TMMOB bilinse de, esas örgütlü gücü oluşturanlar odalardır. Oda düzeylerinde değişik sosyalist grupların ve sosyal demokratların ağırlıkta olduğu yönetimler oluşmakta ama sürecin gidişini değiştirecek adımlar atılamamaktadır. Bütün bu örneklerden görüleceği üzere Sinan Dervişoğlu, birçok sorunu doğru olarak dile getirse de, nesnel durumu çarpıtmakta, konuya fazlasıyla öznel yaklaşmakta ve yanlış sonuçlara varmaktadır.

Geçmişte bu çarpıklığı tolere edilebilir kılan devrimci yiğitlik, bugün yerini CHP eksenli ve Kürt düşmanlığına dayalı bir politikaya bıraktığı için, mevcut resim bu gelenek açısından daha da hazin ve vahim hale gelmektedir. (Dervişoğlu, agy)

Evet, bir kez daha geldik klişe bir ön yargıya: “Kürt düşmanlığına dayalı bir politika” iddiası… Yazarın bunu ÖDP/Sol Parti’deki Devrimci Yolcuları mı, Halkevleri olarak bilinen çevredeki Devrimci Yolcuları mı, diğer Devrimci Yolcu çevre ve gruplardan birisini mi yoksa tamamını mı kast ederek yazdığı çok belirgin değilse de ama yazının genelinden, esas meselesinin ÖDP/Sol Parti’deki Devrimci Yolcular olduğu anlaşılmaktadır. Dervişoğlu’nun 2015 yılında 7 Haziran seçimlerine giderken “Türkiye solunda Kürt düşmanlığının kökleri” başlıklı yazısı da benzer bir içeriktedir. Söz konusu yazıda, HDP’ye mesafeli duran grupları, başta Birleşik Haziran Hareketi’ndeki Devrimci Yolcular olmak üzere “Kürt düşmanlığı” ile suçlamaktadır. Yazarın yaklaşımının, Kürt yurtsever hareketinden farklı politika önerilerine sahip olanları “Kürt düşmanlığı” ile suçlamak olduğu anlaşılıyor. TİP’e katıldığında da bu konudaki yaklaşımının pek değişmediği ele aldığımız yazıdaki kullandığı “Kürt düşmanlığı” ifadesinden anlaşılmaktadır. ÖDP/Sol Partili arkadaşların Kürt sorunundaki hatlarına katılmasam da, onların Kürt halkının haklarını savunan ama Kürt yurtsever hareketinden bağımsız bir hat oluşturma çabalarını “Kürt düşmanlığı” olarak değerlendirmenin aşırı öznel olan ve dostça olmayan bir yaklaşım olduğu açıktır.

Bu yazının son sözü

Sosyalist hareket içinde eleştirilerin, tartışmaların, polemiklerin olması doğal ve yararlıdır ancak bunları yaparken gerçeklerden hareket etmek gerekir. Nesnel olguları yok sayarak tümüyle kafada oluşturulan yanlış kurgulardan hareketle eleştirinin kimseye yararı yoktur.

Devrimci Yolcular bugün ideolojik ve politik olarak dağınık, etkisiz ve savruk bir durumdadır. Bu durum tek başına 12 Eylül yenilgisine bağlanamaz. 12 Eylül 1980’in üstünden 44 yıl ve birkaç kuşak geçti. Dünyada ve Türkiye’deki mücadele bu dönem boyunca inişler, çıkışlar yaşadı. Sosyalist harekette farklı mücadele yol ve yöntemleri denendi, ilerleyen ve gerileyen siyasal gelenekler oldu. Devrimci Yol geleneğinden gelen gruplar Türkiye’deki sosyalizm mücadelesine bu dönemde de katkılar yaptılar. Ancak uzun dönemde giderek etkisizleşen, yaşlanan, devrimci refleksleri zayıflayan, ideolojik/politik üretimleri zayıf yapılar haline geldiler. Bu durum, THKP-C geleneğinden gelen, sosyalizm ve devrim mücadelesini Türkiye şartlarında örgütlemeye çalışan, önemli bir mücadele birikimini ve deneyimini oluşturan bir gelenek açısından üzücü bir durum olmakla kalmıyor. Türkiye sosyalist hareketinin genel durumu da düşünüldüğünde, Devrimci Yol’un zayıflamasının Türkiye’deki mücadelenin önünü açtığı söylenemez.

Bu zayıflama ortamında, bazı yanlış klişeler tekrarlanarak yanlış bilgilerin yerleşmesine neden oluyor. Bu yazı söz konusu yanlış bilgi ve değerlendirmelere karşı verilmesi gereken ideolojik mücadelenin bir parçası olarak yazılmıştır. Yolumuzu açabilmek ve Türkiye sosyalist hareketindeki devrimci damarın canlanmasına katkı sunabilmek açısından bu tartışmaları yapmaya devam etmek gerekli görünüyor.

Devrimci Yol’u ve devamcılarını ideolojik-politik hat, örgüt anlayışı gibi konularda değerlendirmeye, savunmaya, eleştirmeye, önerilerimizi sunmaya devam edeceğiz.

Hem Sinan Dervişoğlu hem de diğer sosyalist arkadaşlar, daha etkili, güçlü, demokratik kitle örgütleri, sendikalar ve meslek odaları istiyorlarsa, sorunun kökünü doğru yerde aramalıdırlar. Yanlış teşhislerle doğru tedavi uygulanmaz. (ERTUĞRUL BİLİR - SENDİKA.ORG)

Dipnot:

[1] Aydın Meriç’in bu yazıyı yazdığı dönem, kendisinin TKP’den ayrılıp TKP/İşçinin Sesi grubuna katıldığı bir dönemdir, bu nedenle de öznel abartıların olması ihtimali bulunmaktadır. Ancak Naciye Babalık’ın “Türkiye Komünist Partisi’nin Sönümlenmesi” (İmge Kitabevi, 2003) adlı çalışmasında bile, bu iddiaya itiraz edilmemiştir.

Daha yeni Daha eski