Barikatın hep bu tarafında kalmış, yalpalamamış, faşizmi hedef almakla yetinmeyerek eleştiri oklarını ihanet edenlere, döneklere, konformistlere, kavga alanını terk edenlere, liberalleşenlere de yöneltmiş, her birini şiirsel bir dille mahkûm etmiştir. O sosyalistlerin tümünün değil, radikal olanların, gerçek ihtilalcilerin şairidir.


Yenilgiden güç almasını bilen şair Adnan Yücel

24 Temmuz 2024; henüz 49 yaşındayken kaybettiğimiz, Eylül darbesiyle önü alınan atılım yıllarının ve onu izleyen çöküş döneminin devrimci harekete armağanı Adnan Yücel’in 22. ölüm yıldönümü. Sağlığında değerini bilemediğimiz, yalnız başına ölüme terk ettikten sonra arkasından gözyaşı döktüğümüz şair.

**

“12 Eylülzede” diye andıkları devrimcilerin bu dönemde direniş adına anlatacakları bir şeyleri olmadığını, bu nedenle romanlarının ve şiirlerinin yazılamayacağını savunan liberal solcular türemişti. Bunu, nice ünlü yazar ve şairin kabuklarına çekilerek suspus olmalarına bakarak söylüyor, anlatacak direniş bulamadıklarından değil, hele bu dönemi bir atlatalım havasında fırtınanın geçmesini beklediklerinden yaptıklarını görmezden geliyorlardı.  

Gerçekten de faşist darbenin üzerinden daha bir yıl geçmeden kitle hareketi ezilip susturulmuş, devrimci örgütler çökertilmiş durumdaydı. Adnan Yücel 1982’de Soframda Kaval Sesi’ni böylesine kasvetli bir dönemde yazmıştı. Yıllar sonra bundan, “Kavganın yenilgiyle ezildiği, kentlerin, sokakların yenilginin sarı rengiyle solduğu 12 Eylül karanlığında yazdığım Soframda Kaval Sesi’ndeki karamsarlık, umutsuzluk, acı bile bir öfke patlaması ve yeniden doğacak olanı mavi ve kızıl özlemle aralar” diye söz etmiştir. Bir kavalın inleyen nağmelerindeki gibi “yaralar erken sarılmalı”, “Bir an önce sulanmalı bu çatlayan toprak” diye dileklerde bulunmaktan başka elinden bir şey gelmiyordu. 

Neyse ki “Nerdesiniz ey güzel umutlar/çiçek umutlar gelecek umutlar” çağrısına yanıt fazla gecikmez, hareketimizden kopmuş eski bir yoldaşımız olup, ileride Yurt-Kitap Yayın’ı kurarak Adressiz Sorgular’ı ve Yargılayan Savunma’yı da yayımlayacak Ünsal Öztürk’le tanışır. Önceden yurtsever devrimci öğretmen grubuna sempati duyan biridir. Umut bağladıklarının doğru dürüst direnmeden kısa sürede sapır sapır dökülmeleri karşısında hayal kırıklığına uğrar. Bu karşılaşması sırasında, 12 Eylül öncesi ve sonrasında devrimci hareketin genel bir eleştirisi olan Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’in 6. bölümüne kadar gelmiştir. Faşist sansür direnenleri görünmez kılıp, bolca “her şey bitti diyenler”i reklam ettiğinden, yeraltında, sorguda, cezaevinde üstün direnişler sergileyenlerden haberi yoktur henüz. Tam Fatih’i ölüm orucunda kaybettiğimiz aydır. Ünsal ona sorguda, zindanlarda direnenleri, Fatih’i, Osman’ı, Aysel’i ve diğer yoldaşları anlatıp, hareketimizle tanışmasını sağlar. Sonra yakın tanığımız, avukatımız Hüsnü Öndül, baştan sona Fatih’in ölünceye kadarki direnişini anlatır ayrıntılarıyla. Dışarıda yazdığımız broşür, dergi, gazete ve bildirilerden haberdardır. Yeraltında, içeride yaptıklarımızı, işkencede direnişimizi öğrenir. 1986’da yayımlanacak Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek ve onu tamamlayan şiirleri bu süreçte mayalanır ve 1986’da bir volkan gibi patlar. 

**

Ne kadar dibe vurursa vursun her dönemin direnenleri ve onları sanat diline çevirecek yazar ve sanatçıları vardır. Darağacından Notlar, Fırtına Çocukları, Haydari Kampı neyi anlatır? Sınıf kavgası önünde sonunda, ya o güne kadar sesi fazla duyulmamışların, ya da bizzat direnlerinin içinden kendi sanatçılarını çıkarır. Karanlığın ortasında suskunluğu bir mitralyöz ateşi gibi yırtan Adnan Yücel bunların öncüsüdür.  

1980’lerin ortasına gelindiğinde Adnan Yücel yoldaşımızdır artık. Yeraltında olduğumuzdan yollarımız kesişmediyse de, paralel yollardan ilerleyen, aynı davanın bayrağını taşırken düşenlerin ortak sevdalılarıydık. Ne yazık ki kendisiyle selam alma/gönderme dışında yüz yüze görüşebilme şansım olmadı. Mart 1985’te yakalanmadan önce aynı sorunlar, aynı temalar, aynı kişiler üzerine ben küçük yeraltı basınımızda çok az kişiye hitap edebilen çalakalem düz yazılar yazıyordum, o ise karanlığı maytap gibi aydınlatacak siyasi şiirleri üzerinde çalışıyordu. Hasımlarımız, itirazlarımız, acılarımız aynıydı: Kan dökücüler, mağlubiyeti içselleştirmiş yenilgiciler, “her şey bitti diyenler” diye tarif ettiği tasfiyeciler, sorgu odaları, zindanlar, gözaltında kayıplar, idamlar, mülteciler, inkarcılar, tövbekârlar. Ve en çok da bunu göğüsleyerek zor imtihanları başaranlar. Adnan Yücel’in 12 Eylül’ü izleyen dönemde yazdığı şiirler, bizden olsun başkalarından olsun, cuntaya ilk kurşunu sıkanlardan Osman Yaşar Yoldaşcanların, Selimiye/Hasdal gibi askeri cezaevlerinde bütün yaptırımlara uyulurken cellatlarına tek başına meydan okuyup bir adım gerilemeyen (“Ki kuşun yarasına kalem sokmak cinsinden hani” diye mısralaştırdıği) Fatih Öktülmüşlerin izdüşümü olarak ortaya çıktı. Osman’ı destanlaştırdığı Gelenek Tohumu, “Hiroşima’da tüm bitkilerden önce yeşeren bir açelya”ya benzettiği Aysel Zehir’i anlatan Direnç Çiçeği de öyle.

Şairin hası devrimci hareket yükselirken değil, asıl dibe vurduğunda belli olur. Devrim yükselirken bütün enstrümanların kullanıldığı koroyla aynı tempoyu tutturmak kolaydır; zor olan sular çekilmişken, bir avuç veya tek başına kalmışken akordu bozmadan düzgün ses çıkarabilmektir. Eylül zorbaları devrimci örgütleri ve kitle hareketini ezdikten sonra, sosyalistlerimizin çoğunun girdikleri imtihanlarda çakmaları, sanat ve edebiyat dünyasına onların karesi olarak yansıdı. Sadece mangalda kül bırakmayan devrimcilerimiz değil, ünlü yazar ve şairlerimiz de seslerini kısarak fırtınanın dinmesini beklediler. Birçoğu dönemin yükselmekte olan liberal solcu ve ulusal solcu akımlarının, hatta bazıları büyük sermayenin yayınlarında “devrimci sanat” icra etmeye başladılar. Adnan Yücel’in şiddet yüklü kara bulutlar arasından sızan güneş ışınları gibi yeryüzünü aydınlatan şiirleri böyle bir zamanda ortaya çıktı. Sayıca az olsalar da onun mayasında başka sanatçılar da vardı, ama en ön siperde haykıran oydu. 

“Sol” sanat dünyasında iki kamp türemişti: Bir yanda sahte solcu yayınevlerinin üst üste baskısını yaptığı Ahmet Altan, Latife Tekin gibi döneklere ait “küfür romanları”, öte yanda estetik kaygıları ve düzeyleri olmayan cezaevleri çıkışlı direniş anlatıları ve az sayıdaki sanat erbabı Adnan Yücel gibilerin şiirleri. 1980’li/1990’lı yıllardan itibaren cezaevlerinde ve devrimci ortamlarda şiirleri ve mısraları dilden dile dolaşan, en çok bestelenen, kartpostallara geçen, sloganlaştırılan, pankartlara yazılan şairimiz olması tesadüf değildir. Sorgusuz sualsiz infaz edilenlerin, işkencede ve darağacında katledilenlerin, toplama kamplarında direnenlerin, “Ben öldüm, beni sen anlat” diyen her örgütten, her milliyetten devrimcilerin sesi oldu.

12 Eylül’ün gölgesinde seyreden dönem dahil bugün de mısraları dillerden düşmeyen Cemal Süreya’dan Can Yücel’e, Behramoğullarından Edip Cansever’e birçoğu tüm sosyalistlerin şairi olarak tutundular, benimsendiler. Adnan Yücel’i onlardan ayıran bir fark vardı, o eli silah tutanların, ihtilalci olanların, Marksist-Leninistlerin şairiydi. “Ölmeden önce güneşteydi gözleri/İşte bu yüzden/Ölürken ışıl ışıldı son sözleri” gibi mısraları, ölümsüz ve silahsız devrim isteyen tarihsel TKP ve bugünkü bilumum uzantılarının ve benzerlerinin elit taraftarlarına hitap etmiyordu. Militanlığın ’78 devrimciliğiyle birlikte alt sınıflara inmesi, şiirle, sanatla ilgilenmeyen, fazla da vakti olmayan, marşlarla, arabeskle mest olabilenlere, devrimci şiirin kavgada hem bilinçlenme hem de eylem aracı olabileceğini tanıttı, benimsetti.  

**

Adnan Yücel proletaryanın, baş eğmezliğin, umudun, devrimin şairidir. Marksizm-Leninizme inanmış, Türkiye ve dünya halklarının kurtuluşunu kendisine dert etmiş bir enternasyonalisttir. Poetik açıdan bakıldığında Nazım’ın, Süreya’nın üstünde değil belki ama, onları ve ötekileri ideolojik ve siyasi olarak aşan yanları var. Ne kadar seversek sevelim Cemal Süreya, Doğu Perinçek’in 2000’e Doğru’sunda, kimileri sivil toplumcu sularda kulaç atarken, kendine sunulacak imkanlara tenezzül etmemiş, hiçbir zaman Yapı ve Kredi Yayınları’nın listesine girecek düzeye düşmemiştir. Adnan Yücel, Kürt halkının ve direnişinin destanını yazarak, şairlerimiz arasında çok yaygın olan Türk milliyetçiliğini aşmasıyla da Nazım Hikmet’te eksik olanı tamamlamıştır. Çukurova Çeşitlemesi’ni, “Roma’dan sonra bu topraklarda/Ne tahtlar kaldı ne krallar/Ne tahtlar kaldı ne saltanatlar/Dört nala geliyordu çünkü yağmacılar” diyerek ve ondan alıntı yaparak, Türk milliyetçileri tarafından en çok tutulan şiirine açık ve net bir şerh düşmüştür. Adnan Yücel, olgulara, Kemalizmin zincirlerini parçalayamamış, Kürt isyanlarında onun tarafında saf tutmuş TKP’nin değil, onu aşan daha ileri ve daha zengin bir mücadelenin ışığında bakmaktaydı. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya dek ile “Diyarbakır zindanında yaşananlardan etkilenerek yazdım ben o şiiri” dediği Ateşin ve Güneşin Çocukları birbirlerini tamamlayan iki direniş destanıdır. Adnan Yücel, çiçek kısmı gün içinde güneş’i takip eden ayçiçeği gibidir. Beyni ve yüreği, üsttekilere ve uzantısı reformistlere değil, onlarla dövüşenlere, devrimci olanlara ayarlıdır.

Sadece bu kadar değil, Marksist-Leninist geçinenlerin yapamadıklarını yaparak reformizmle arasına kalın bir sınır çekmiştir. 12 Eylül faşizminin sillesini yiyince onbaşı ve gardiyanların karşısında hizaya durmakla yetinmeyerek, bunu mülteciliğin, mücadele kaçkınlığının, inkarcılığının teorisini yaparak tamamlayanların görmediklerini görmüş, barikatın hep bu tarafında kalmış, yalpalamamış, faşizmi hedef almakla yetinmeyerek eleştiri oklarını ihanet edenlere, döneklere, konformistlere, kavga alanını terk edenlere, liberalleşenlere de yöneltmiş, her birini şiirsel bir dille mahkûm etmiştir. O sosyalistlerin tümünün değil, radikal olanların, gerçek ihtilalcilerin şairidir derken anlatmak istediğim budur.

Son olarak iki noktaya işaret etmek istiyorum. İlk sözüm hala Adnan Yücel’i, kalemi eline alıp, duygularını keskin sözcüklerle dile getiren sıradan bir slogancı şair olarak göstermek isteyenlere ve onu şair olarak listelerine almayanlaradır. O yıllarda göz atma fırsatı bulabildiğim zamanın sanat dergilerinde kastlaşmış sosyalist şairlerimizin değerlendirmelerinde adının geçmemesini bazen bu konudaki cahilliğime bağlar, bazen de söver geçerdim. Devrimciler ve giderek ilerici kesimler sahiplenmeseler öyle kalmaya devam edecekti, neyse ki Ahmet Arif’te olduğu gibi, tek tayin edici sanat camiasının ağababalarından ve tekel kurmuş yayınevlerinden ibaret değil, ezildiğinin farkında olan, yerine göre sokaklarda hakkını arayan halk kesimleri diye bir şey de var. Karşı saflardaki Devlet Bahçeli bile mitinginde Pir Sultan’a ait sanıp, gaf yaparak “bin kez budadılar körpe dallarımızı/bin kez kırdılar/yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz” diyebildiyse; Temel Karamollaoğlu miting kürsüsünde harbiden Yücel’den kıtalar okuduysa, bu topluma mal olduğunu, görmezden gelinemeyeceğini gösterir. Kendini karşı saftakilere bile bileğinin hakkıyla kabul ettiren Nazım Hikmet, Aziz Nesin gibi sanatçılarımız arasına katıldıktan sonra, kerameti kendinden menkul, sözde şairlerimiz saflarına alsalar ne olur, almasalar ne olur.

İkinci olarak Adnan Yücel kendini halktan yalıtmış, fildişi kule edebiyatı yaparak saf şiir peşinde koşanlardan değil. Köyde doğmuş işçi bir babanın oğlu. Toplumsal çelişkilerin üst üste düğümlendiği önemli illerde bulunmuş biri. Ortaokul ve liseyi Elazığ’da okumuş, Diyarbakır Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı’nı (1975), ardından Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ni bitirmiş, liselerde öğretmenlik yapmış, “Şiirimizde Garip Hareketi” üzerine mastır tezi yazmış, en son da Çukurova Üniversitesi öğretim görevlisi olarak çalışmış bir öğretmen ve akademisyen. Zamanının önemli dergilerinde şiirleri ve şiir kitapları yayınlanmış. Şiirlerini yazmadan önce Çukurova yöresi (Fellahlara varıncaya dek), Kürtlerin tarihi ve Mezopotamya, Karacaoğlan üzerine çalışıp araştırmalar yapmış. Dolayısıyla gaza gelip günün modasına uyarak yazan gelip geçici şairlerden değil.

Adnan Yücel olmasaydı bir yanımız eksik kalırdı. Şimdi cismi değil ama ruhunu kattığı şiirleri yaşıyor ve hep yaşayacak. Hem de salonlarda değil mücadele alanlarında. (YAŞAR AYAŞLI - SENDİKA.ORG)


YERYÜZÜ AŞKIN YÜZÜ OLUNCAYA DEK

Aşksız ve paramparçaydı yaşam

bir inancın yüceliğinde buldum seni

bir kavganın güzelliğinde sevdim.

bitmedi daha sürüyor o kavga

ve sürecek

yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Aşk demişti yaşamın bütün ustaları

aşk ile sevmek bir güzelliği

ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.

işte yüzünde badem çiçekleri

saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.

sen misin seni sevdiğim o kavga,

sen o kavganın güzelliği misin yoksa...

Bir inancın yüceliğinde buldum seni

bir kavganın güzelliğinde sevdim.

bin kez budadılar körpe dallarımızı

bin kez kırdılar.

yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz

bin kez korkuya boğdular zamanı

bin kez ölümlediler

yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz.

bitmedi daha sürüyor o kavga

ve sürecek

yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri

suyun ayakları olmuştur ayaklarımız

ellerimiz, taşın ve toprağın elleri.

yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık

törenlerle dikilirdik burçlarınıza.

türküler söylerdik hep aynı telden

aynı sesten, aynı yürekten

dağlara biz verirdik morluğunu,

henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz...

Ne gün batışı ölümlerin üzüncüne

ne tan atışı doğumların sevincine

ey bir elinde mezarcılar yaratan,

bir elinde ebeler koşturan doğa

bu seslenişimiz yalnızca sana

yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini

bitmedi daha sürüyor o kavga

ve sürecek

yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Saraylar saltanatlar çöker

kan susar birgün

zulüm biter.

menekşeler de açılır üstümüzde

leylaklar da güler.

bugünlerden geriye,

bir yarına gidenler kalır

bir de yarınlar için direnenler...

Şiirler doğacak kıvamda yine

duygular yeniden yağacak kıvamda.

ve yürek,

imgelerin en ulaşılmaz doruğunda.

ey her şey bitti diyenler

korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.

ne kırlarda direnen çiçekler

ne kentlerde devleşen öfkeler

henüz elveda demediler.

bitmedi daha sürüyor o kavga

ve sürecek

yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! / ADNAN YÜCEL

Daha yeni Daha eski