1991 yılındaki Körfez Savaşı'nda FKÖ açıkça Irak’ı destekleyince, o güne kadar Filistin davasını maddi olarak finanse eden Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri, Filistin’e yaptıkları finansal desteği keserek, farklı İslami örgütleri desteklemeye başladılar. Filistin meselesinde Arapların geri çekilmesi veya daha temkinli bir politika benimsemeleri üzerine meydana gelen boşluğu İran doldurdu. Gazze Savaşı'nın uzun süreli bir ateşkes sürecine girmesi veya barışla sonuçlanmasında, ya da bölgesel bir savaşa dönüşmesinde İran’ın izleyeceği politikalar belirleyici olacaktır.
7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırılarıyla başlayan ve aylardır devam eden Gazze’deki dram ne zamana kadar devam eder? Bu soruna insani ve vicdani bir çözüm bulmak mümkün mü? Arap dünyasının Filistin meselesindeki tavrı doğru ve ilkeli bir tavır mıdır? Bütün İslam ülkeleri Filistin dostu ve taraftarı mıdır? Gazze’deki savaş, bir Arap-İsrail savaşı mıdır? Yoksa olup bitenler bir İran-İsrail savaşı mıdır? Bu sorulara ve bu sorulardan çıkacak yan sorulara cevap vermek kolay değildir.
Öncelikle küçük bir tespitte bulunmak istiyorum. İslam dünyasında bir Yahudi karşıtlığı, bir Yahudi nefreti, hatta bir Yahudi düşmanlığı olgusu vardır. Tarihsel kökenleri oldukça derinlere giden bu olgunun zihinlerde yarattığı önemli bir yanılsama var. O da şudur: Sanki her Yahudi karşıtı, her Yahudi düşmanı Müslüman Filistin dostu ve Filistin davasının savunucusudur. Hâlbuki realitede durum çok farklıdır. Üstelik Araplar, öyle emperyalizmin 20. yüzyılın başlarında Kürtler gibi paramparça edip, kurban ettikleri bir halk değil. Bölgede 22 devlete sahip, uluslararası kuruluşlar ve devletlerarası camiada en üst düzeyde temsil imkânları ellerinde bir halktır. Her bir Arap devleti, başta BM olmak üzere tüm uluslararası örgütlerde, ayrı devletler olmaları itibariyle temsilde büyük avantajlara sahiptir. 22 Arap ülkesinin yüz ölçümü, 13.868.171 km2’dir. Arapların, üzerinde egemen devlet olarak tanındıkları 14 milyon km2’lik alan içinde, üzerinde anlaşmazlık yaşanan Filistin toprakları sadece 6000 km2’lik bir alandır.
Filistin Sorununun Tarihsel Arka Planı
20 ve 21. yüzyıldaki Arap İsrail çatışmasını körükleyen en önemli hadise, 29 Ağustos 1897 tarihinde Avusturyalı hukukçu ve gazeteci Theoder Herzl öncülüğünde, İsviçre’nin Basel kentinde toplanan Birinci Siyonist Kongresi olarak karşımıza çıkar. Kongre’ye dünyanın farklı ülkelerinden 197 temsilci katılmıştı ve bunların çoğu ilk defa Herzl’i görüyordu (Herzl, 2021:44).[1] Herzl 1896 yılında kaleme aldığı “Yahudi Devleti” adlı kitapçıkta, dünyadaki Yahudi sorununun, ancak bir Yahudi devletinin kurulmasıyla son bulabileceğini, aksi takdirde Yahudilere yönelik baskı, zülüm, aşağılama, mallarına el koyma ve sürgünlerin son bulmayacağı tezini işler. Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongresi’nde Herzl, bu fikirlerini Yahudi aydın tabaka ve sermaye sınıfına ulaştırmaya çalıştı. 1882 yılında Rusya ve Romanya’da Yahudilere yapılan zulümler ve 1894 yılında Fransa’da yaşanan Dreyfus Olayı, Yahudilerin bir devlete sahip olmadıkça, hiçbir ülkede ve hiçbir makamda güvende olmayacaklarını, sermaye ve zenginliklerinin her zaman ellerinden alınabileceğini açıkça göstermişti.
Yahudilerin devletleşmesi sürecinde Theoder Herzl, modern Siyonizm’in kurucu babası olarak karşımıza çıkmaktadır. Yeri gelmişken, bugünlerde özellikle sıkça yanlış anlamlar yüklenen Siyonizm kelimesi üzerine bir iki laf etmekte fayda var. Siyonizm kelimesi Kudüs’teki ‘Siyon Dağı’ndan türetilmiştir. Tevrat’ta defalarca geçen “Siyon” kelimesiyle Kudüs şehri anılır. Zira Yeruşalim (Jerusalem), yani “barış ve selametin” şehri Kudüs, Siyon dağı üzerinde kurulmuştur. Siyonizm’i modern Yahudi ulusalcılığı olarak tanımlayabiliriz[2]. Siyonistler, sürgünlerle dünyanın çeşitli yörelerine dağılmış olan Yahudilerin, Kutsal Kitap’ın (Tevrat) ortaya çıktığı topraklarda (Filistin) bir araya gelerek modern bir devlet kurmalarını amaçlamaktaydılar[3]. Erken dönem Siyonistleri Filistin’de yaşayan Arapları ya görmezlikten geliyor veya orada yaşasalar bile Yahudi egemenliğine boyun eğeceklerini düşünüyorlardı.
Yahudilerin Filistin’e göç etme hareketi Birinci Siyonist Kongresi öncesinde, 1882 yılında Rusya ve Romanya’dan kaçanlarla başlamıştı[4]. Basel Kongresi, göçün devlet kurmakla taçlandırılması gerektiğini, onurlu ve güvenli bir yaşam için devlet sahibi olmanın zorunlu olduğunu ileri sürüyordu. Theoder Herzl, daha ilk günden itibaren Yahudi sermayenin desteği olmadan devlet kurmanın bir hayal olduğunun farkındaydı. Ona göre Yahudiler hem maddi hem de manevi olarak, model bir devlet oluşturabilecek bir birikime sahiptirler[5]. Bu nedenle Basel Kongresi’nden sonra Yahudi zenginlerle daha sıkı irtibata geçildi ve Rothschild ailesi gibi zenginlerin desteği sağlanmaya çalışıldı ve sağlandı da. Yahudilerin devletleşmesi yolunda ilk resmi belge olarak kabul edilen ve 1917 yılında yayınlanan Balfour Deklarasyonu'nu, Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Arthur J. Balfour, dönemin Yahudi sermayesinin en güçlü temsilcilerinden olan Lord Rothschild’e hitaben yazmıştı.
Yahudilerin Filistin’e göç etme hareketi Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da devam etti. Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasına karşı çıkan Arap milliyetçileri 1936-39 yılları arasında hem Yahudi yerleşimciler hem de İngiliz askerlerini hedef alan eylemler yaptılar. İkinci Dünya Savaşı ve Nazilerin Yahudilere yönelik soykırım barbarlığından sonra Filistin’e Yahudi göçleri daha da arttı. 29 Kasım 1947’de, BM Genel Kurulu Batı Filistin topraklarının bölünerek burada iki devletin kurulması yönünde bir oylamaya gitti. Aslında geniş anlamda Filistin, Ürdün nehrinin doğu kesimlerini, açıkçası Ürdün’ün tamamını içeriyordu. Ancak İngilizler 1921’de iki siyasi bölge oluşturarak, Ürdün Nehri’nin doğu kesiminde Tranjordan Emirliği'ni kurdular ve daha sonra buraya “Ürdün” dediler[6]. Ürdün toprakları Filistin mandasının bir parçası olacak, ama Balfour Deklarasyonu şartlarından muaf tutulacaktı[7]. Yahudi liderlerden Chaim Weizman, 1921 yılı başlarında Churchill’e yazdığı mektupta Yahudi yerleşimcilerin, Filistin’in en bereketli topraklarının yer aldığı Taberiye Gölü civarı ve Ürdün Nehri’nin üst kesimlerinden yoksun bırakılmasının büyük bir haksızlık olduğunu ve bu fiili durumun Balfour Deklarasyonu ruhuyla da bağdaşmadığını ileri sürüyordu[8].
Aslında dönemin Yahudi liderleri Ürdün’ün yönetim olarak Filistin’den ayrıştırılması planına şiddetli bir şekilde karşı çıkmadılar. Zira Birleşik Krallığın Fransa ile Filistin, Suriye ve Lübnan sınırları üzerinde bir anlaşmaya varması gerekiyordu. Muhtemelen İngilizler bu düzenlemenin geçici olduğu konusunda Yahudi liderleri ikna etmişti. Dolayısıyla bugün üzerinde konuştuğumuz Filistin, Batı Filistin topraklarıdır. 1947’deki BM oylamasına katılan 56 devletten 33’ü iki devletli çözüm lehine oy kullanırken, 13 devlet aleyhte, 10 devlet de çekimser oyu kullandı. BM kararına göre Negev Çölü, Tel Aviv ve Hayfa (Haifa) arasında kalan sahil kesimi ve Galile’nin bir kısmında Yahudi devleti kurulurken, Batı Şeria, Yafa (Jaffa) ve Galile’nin diğer kısmında Arap devleti kurulacaktı. Hz. Süleyman’ın tarihi tapınağının (Ağlama Duvarı) ve Mescid-i Aksa’nın yer aldığı, hem Yahudiler hem de Müslümanların kutsal bir şehir olarak kabul ettiği Kudüs şehri, BM vesayetine bırakılıyordu[9].
Arapların Tarihî Hatası
David Ben Gurion liderliğindeki Siyonistler, Kudüs ve Batı Filistin’in tamamını yönetme hayallerine rağmen BM’nin kararını kabul ettiler. İngilizlerin Filistin’den çekilmelerini tamamladıkları 14 Mayıs 1948’de, Siyonistler kendi devletlerini ilan ettiler. İsrail’in bağımsızlık kararından bir gün sonra, Filistinlileri destekleyen Ürdün, Mısır, Suriye, Lübnan, Suudi Arabistan ve Irak orduları İsrail’e saldırıya geçtiler. Amaç İsrail’in bağımsızlığını engellemek ve Batı Filistin’deki tüm toprakları kontrol altına almaktı. Savaş sonunda, İsrailliler BM’nin kendilerine verdikleri toprakları korumanın yanı sıra, Filistin devleti için tahsis edilmiş bazı toprakları da ele geçirerek Batı Kudüs’ü de denetim altına aldılar. Filistin’e ayrılan diğer toprakları da Ürdün ve Mısır ele geçirdi. Ürdün Batı Şeria’yı kendi topraklarına katarken, Mısır da Gazze Şeridi'ni denetimi altına aldı. Kısacası Arap devletleri 1948 savaşında İsrail’den toprak alamadılar, Filistin devleti için ayrılmış olan toprakları işgal ettiler. 1948 savaşından sonra İsrail Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye ile ayrı ayrı ateşkes antlaşmaları imzaladı.
Gazze Şeridi ve Batı Şeria 1967 yılına kadar Mısır ve Ürdün’ün egemenliğinde kaldı. Ancak ne Mısır ne de Ürdün, kendi egemenlikleri altına girmiş olan Filistin topraklarında, Filistinlilerin kendi öz yönetimlerini oluşturmalarına müsaade etmediler.
İsrail ile yapılan ateşkes anlaşmasından sonra da Filistinli direniş grupları, İsrail’e komşu Arap ülkelerinden İsrail’e karşı saldırılar düzenlemeye devam ettiler. 1964 yılında, Arap Ligi toplantısında Mısır Devlet başkanı Cemal Abdülnasır’ın önerisiyle, Filistinli direniş grupları bir araya toplanarak Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) şemsiyesi altında birleştiler. O günlerde FKÖ, başta İsrail olmak üzere, Arap rejimlerinin sağa-sola karşı kullandıkları bir araç niteliğindeydi. 1967 yılının Temmuz ayında yaşanan ‘Altı Gün Savaşı’nda İsrail, bir “önleyici savaş” hamlesiyle Mısır, Suriye ve Ürdün’ü ağır bir yenilgiye uğratarak, Mısır’dan Sina Yarımadası'nı, Suriye’den Golan Tepeleri'ni ve Ürdün’den Batı Şeria topraklarını alarak işgal etti. Savaş Arap dünyasında büyük bir hayal kırıklığı yaratırken, 1950 ve 1960’lı yıllarda kurulmuş olan ve “fedailer” olarak bilinen Filistin direniş örgütleri, FKÖ’yü, tam anlamıyla olmasa da Arap rejimlerinin elinden almayı başardılar ve 1969 yılında Yasir Arafat örgütün başına geçti.
FKÖ ve Lübnan İç Savaşı
1967 savaşı komşu ülkelerdeki kamplarda kalan Filistinli mültecilerin sayısını daha da artırmıştı. Özellikle Ürdün ve Lübnan’daki mülteci kampları, bu ülkelerde FKÖ için “devlet içinde devlet” gibi bir avantaj oluşturmuş ve örgütün elini, bu ülkelerin iç işlerine müdahale etme anlamında güçlendirmişti. Eylül 1970’te FKÖ Avrupa’dan kaçırdığı dört uçaktan birini Mısır’a, üçünü de Ürdün’e götürmüştü. Kaçırılan uçak ve rehin alınan yolculara Ürdün güvenlik güçlerini yaklaştırmak istemeyen FKÖ, Kral Hüseyin’e de meydan okuyunca, Kral Hüseyin Arafat ve adamlarını Ürdün’den çıkartma kararı aldı. Ürdün kuvvetleri Filistin mülteci kamplarına saldırınca, FKÖ gerillaları da karşılık vererek Ürdün’ü, Kral Hüseyin'in elinden kurtarma savaşı başlattılar. Ancak Bedevi ağırlıklı Ürdün ordusu kralın arkasında sağlam durunca, Arafat Amman’dan kaçmak zorunda kaldı.
Ürdün’den kaçan Filistinler Lübnan’a geçti. Lübnanlı Müslümanlar, şefkatle kollarını onlara açtılar. Zira onlar da FKÖ gerillalarının gücünü kullanarak, Marunî Hıristiyanları baskı altına almak ve daha çok iktidara çöreklenmek istiyordu. Oysa daha 1943’te, Lübnanlı Sünni ve Şii Müslümanlar, Suriye ile birleşme arzusunu bir tarafa bırakarak, Hıristiyan Marunîlerle anlaşıp Büyük Lübnan formülü üzerinde uzlaşmışlardı. Yazılı olmayan anlaşmaya göre Lübnan devlet başkanı her zaman Maruni olacak ve Maruniler parlamentoda 6:5 oranında temsil edilecekti. Buna karşılık Başbakan her zaman Sünni Müslümanlardan, Meclis Başkanı her zaman Şii Müslümanlar arasından seçilecekti. O dönem Hıristiyanların genel nüfus içindeki oranı %50’nin biraz üzerindeydi. Ancak zamanla Hıristiyan nüfus oranında ciddi düşüşler yaşanmış ve Hıristiyan nüfus Müslüman nüfusun 1/3'ü oranlarına gerilemişti.
1970’lerin başlarında Lübnanlı Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki çekişme, FKÖ’nün da müdahil olmasıyla düşmanlık boyutlarına ulaştı. 13 Eylül 1975’te kimliği belirsiz bir silahlı saldırgan Doğu Beyrut’taki bir kiliseye saldırı düzenleyerek, ikisi Falanjist olmak üzere dört adam öldürdü. Aynı gün, Doğu Beyrut’ta 27 Filistinli bir otobüste Falanjistler tarafından intikam amaçlı olarak katledildiler. Böylece, 150 bin kişi civarında insanın can vereceği Lübnan iç savaşı başlamış olacaktı. Ortadoğu’nun Paris’i olarak bilinen Lübnan, iç savaşla birlikte ölümün kol gezdiği hayalet bir şehre döndü. 1976 yılında Suriye ordusu, sözde Lübnan’daki sivil savaşı sona erdirmek amacıyla müdahale etti, Tripoli ve Beka Vadisi'ni denetimi altına aldı. Suriye o günden beri Lübnan topraklarını paşa paşa elinde tutmaya devam etmektedir (Friedman, 1995:17)
Hizbullah, 1980’de, Lübnan iç savaşının bir sonucu olarak doğdu. Şii EMEL örgütünden koparak ayrı bir örgütlenmeyle Hizbullah’ı kuran kadrolar, ilk günden beri İran’ın desteğini almaya devam etmektedirler. Zira 1979’daki İran devrimi, Ortadoğu’daki radikal İslamcı örgütler için yeni bir fırsat kapısı aralamıştı.
1982 yılında Lübnan Cumhurbaşkanı olarak seçilen Falanjistlerin askeri lideri Beşir Gamayel seçimlerden hemen sonra bir suikasta uğradı, bu kez Temmuz ayında İsrail askerleri Lübnan’ı işgal etmeye başladılar. Lübnan Müslümanları FKÖ’nün sopasıyla Hıristiyanları terbiye etmeye kalkınca Marunîler de çareyi İsrail ile yakınlaşmakta bulmuştu. Beşir Gamayel suikastı Falanjist askeri güçleri çileden çıkartmıştı. İsrail kuvvetlerinin Beyrut’taki Sabra ve Şhatila kamplarının etrafını kuşattıkları sırada, Falanjist militanlar kamplardaki yüzlerce Filistinliyi öldürdüler.
1983 yılı Lübnan iç savaşında bir dönüm noktasıydı. Beyrut’ta 258 ABD askeri ve 58 Fransız askerinin bombalı saldırıyla öldürülmesi eylemini Hizbullah resmen üstlenmedi, ancak ABD yargısı saldırının Hizbullah tarafından gerçekleştirildiğine hükmetti. ABD, 1945 yılında Japonya ile savaştığı Iwo Jima muharebesinden bu yana, bir günde bu kadar denizci asker kaybetmemişti[10]. Lübnan saldırısı, Batılı barış gücü askerlerinin Lübnan’dan çekilmesine yol açtı. 1989’daki Taif Anlaşması'yla Lübnan’da silahların susması kararı alındı. Buna rağmen Hizbullah Lübnan’da silah bırakmayan tek örgüt idi. 1985‘te İsrail tek taraflı olarak askeri güçlerinin önemli bir kesimini, 2000’de tamamını Lübnan’dan çekerken Hizbullah’a silah bırakma çağrısı yapıldı, ancak İran ile hareket eden örgüt bu çağrıları dikkate almadı. 2006’da Hizbullah 8 İsrail askerini öldürüp 2’sini rehin alınca, İsrail güney Lübnan’a yönelik bir harekât başlattı ve Beyrut’un güneyindeki dış mahallelerde Hizbullah hedeflerini bombaladı. 34 gün süren ve Hizbullah’ın Lübnan’a yaklaşık 4000 roket fırlattığı savaşta 1125 Lübnanlı hayatını kaybederken, İsrail tarafından 119 asker ve 45 sivil yaşamını yitirdi.
İsrail ile Barış
1973 yılında Mısır ve Suriye, İsrail’in işgal altında tutuğu Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri'nin kurtarılmasına yönelik sürpriz bir saldırı düzenlediler. Dünya Petrol Krizi'ne yol açan 1973 savaşında da Araplar İsrail’in kolunu bükemedi. 1977’de Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat Kudüs’ü ziyaret ederek İsrail Parlamentosu'nda bir konuşma yaptı ve konuşmasında İsrail’in Sina Yarımadası'ndan çekilmesine karşılık olarak İsrail ile kapsamlı bir barış yapmaya hazır olduğunu söyledi. ABD’nin de arabuluculuğuyla İsrail öneriyi kabul etti ve 1979’da Mısır-İsrail barış antlaşması imzalandı. Mısır ile barışan İsrail, Arap dünyasının yarısıyla barışmış oluyordu.
1993’te, Beyaz Saray’ın bahçesinde, Oslo Anlaşmaları olarak bilinen bir dizi anlaşma imzalandı. Oslo Anlaşmaları'yla FKÖ İsrail tarafından tanındı ve örgütün liderleri Filistin halkının meşru temsilcileri olarak sürgünden döndüler. FKÖ da İsrail’in var olma hakkını tanıdı. Böylece İsrail Gazze’den çekildi, Gazze ve Batı Şeria’da Filistin Yönetimi eğitim, sağlık ve asayiş gibi hizmetleri devraldı[11]. 2000 yılında Camp David barış görüşmeleri çöktü, ancak ABD’nin aracılığıyla tekrar başlasa da 2014 yılında son buldu. 2005’te Mahmut Abbas dört yıllığına devlet başkanı olarak seçildi, bugün halen görevde. 2006’daki son parlamento seçimlerini Hamas kazandı. Filistinliler dünyanın da kabul edip tanıyacağı ortak bir yönetim oluşturamadı ve Hamas 2007’de, El-Fetih ile günlerce süren kanlı çatışmalardan sonra Gazze’nin tamamında yönetimi ele geçirdi ve halen Gazze’nin tek hâkim gücü olarak iktidarını devam ettirmektedir.
1980 yılının Temmuz ayında Knesset (İsrail Meclisi) Kudüs yasasını geçirerek şehrin bir bütün olduğunu ve İsrail devletinin başkenti olduğunu teyit etmişti. ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını açıklamasının ardından, ABD 6 Aralık 2017’de Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak resmen tanıdı.
1921’de İngilizler Filistin topraklarının %75'i üzerinde, aslen Filistinli olmayan bir hanedanlık için Ürdün devletini kurmuştu. BM, 1947’de Batı Filistin’i Araplar ve Yahudiler arasında paylaştığında Siyonistler Gazze Şeridi'nin de İsrail topraklarında kalmasını istemiş, tüm sahil şeridinin İsrail’e ait olması durumunda, güvenliğin çok daha kolay sağlanacağını düşünmüşlerdi. Akdeniz sahil kısmında yer alan Gazze Şeridi 41 kilometre uzunluk, 6-12 kilometre genişliğinde, 360 km2'lik bir alandır. Üç tarafı İsrail, bir tarafı da deniz ile içe çevrili olan bu alan, bağımsız bir devlet olsa bile İsrail ile barış içinde yaşamadığı sürece, ekonomik olarak ayakta kalma kapasitesine sahip değildir. Üstelik Gazze Hamas’ın denetiminde olduğu sürece İsrail de kendisini güvende hissetmeyecektir.
Gelinen aşamada İsrail, düşük yoğunluklu bir savaş stratejisiyle Gazze’deki savaşı ABD seçimlerine kadar devam ettirmeye çalışacak gibi görünüyor. Trump’ın yeniden başkan seçildiği bir durumda, İsrail Gazze’yi savaş, taciz, bıktırma, yorma vb. türlü yollarla boşaltmaya çalışacaktır. Demokratlar kazansa bile, İsrail Gazze’deki nüfusu tehcire tabi tutma idealinden kolaylıkla vazgeçmeyecektir.
Bu Artık Bir İran-İsrail Savaşıdır
1993 Oslo barış anlaşmalarıyla Ortadoğu’daki Arap-İsrail savaşları nitelik değiştirdi. Şimdiki savaş bir Arap-İsrail savaşından ziyade, bir İran-İsrail savaşıdır. Şayet bir Arap-İsrail savaşı olsaydı, İsrail Arap ülkelerinin hava sahasını kullanarak, Umman Denizi kıyalarındaki Yemen’i havadan vuramayacaktı. Olağanüstü bir durum ortaya çıkmadıkça ne İran ne de İsrail doğrudan bir savaş içine girmeyeceklerdir. İran, Neo- Pers politikanın en önemli ayağını teşkil eden Şii Hilali projesini hayata geçirmek amacıyla, kendi adına vekalet savaşı yapan örgütler üzerinde İsrail’i yormaya devam edecektir. Ancak İsrail’in en önemli önceliği, Gazze’yi kendi güvenliği için tehdit unsuru olmaktan çıkarmak olacaktır. Gazze tehdidi ortadan kalktığında, İsrail Filistin’inin bağımsızlığını tanıma yoluna gidebilir. Böyle bir durumda ABD Güvenlik Konseyinde Filistin’i veto etmez ve Filistin de BM üyesi olabilir. Zira Batı Şeria ve Ürdün İsrail için varoluşsal bir tehdit oluşturmayacaktır.
İsrail Gazze’de Hamas ile savaş halinde iken doğrudan doğruya İran ile bir sıcak çatışma içine girmek istemez. İran da ilk günden itibaren savaşın kendi topraklarını içine alacak şekilde yayılmasını istemiyor. Ancak İsrail, Filistin’deki Hamas, Lübnan’daki Hizbullah ve Yemen’deki Husi’lerin İran adına kendisine karşı bir vekalet savaşı verdiklerini biliyor ve hemen hemen her fırsatta, bu güçlerin İran’a olan güvenlerini kırmak amacıyla hamleler yapıyor. İsrail’in Hamas’ın Siyasi Büro Şefi İsmail Haniye’yi 31 Temmuz 2024’te Tahran’da öldürmesi iki önemli mesaj içermektedir[12]. Birinci mesaj doğrudan İran’a yöneliktir. İsrail İran’a, İran’ın göbeğinde, en güvenli görünen yerlerde bile İran’a darbe vurabileceği mesajını verdi. İran adına vekalet savaşı yürüten güçlere de İran’ın kendi evinde vurulmasına karşılık İsrail ile bir savaş içine girmeyeceğini anlamaları mesajını iletti. İsrail’in Haniye’yi bir Arap ülkesinde değil de İran da vurması bile, yaşanan savaşın bir Arap-İsrail Savaşı değil, bir İran-İsrail savaşı olduğu yönündeki tezimizi güçlendirmektedir.
İsmail Haniye suikastı, Gazze’de bir ateşkese varmanın şartlarını daha da zorlaştırırken, İsrail ve İran’ın kendi coğrafyalarından ziyade, Suriye, Lübnan ve Yemen’de daha çok karşı karşıya gelmeleri muhtemeldir. Özellikle Suriye’de, İsrail ve İran daha derin bir çatışma içine girebilirler. Zira 2015 yılından beri Suriye’de çok ciddi bir askeri varlığa sahip olan Rusya’nın Suriye’de askerlerini geri çekmesi ve Rusya’nın boşalttığı alanların İran ve Hizbullah güçleri tarafından denetim altına alınması, İsrail’in işine gelmez. Suriye’de 63 binden fazla askeri personeli bulunan Rusya’nın bu askerlerini Ukrayna cephesini güçlendirmek için geri çekmeye başladığı söylemektedir. The Times of Israel adlı gazetede yer alan bir habere göre Rusya’nın boşalttığı üslere İran Devrim Muhafızları ve Hizbullah güçlerinin yerleştiği yazılmaktadır[13].
Sonuç olarak 1947’den bu yana hem Filistinliler hem de İsrail açısından şartlar çok değişti ve her geçen gün Filistinlilerin aleyhine oldu. Araplar ve İsrailliler arasında yaşanan 1948, 1967 ve 1973 savaşları Filistin meselesinde dengeyi İsrail lehine çevirdi. 1993’teki Oslo Barış Antlaşmaları'ndan sonra, Filistin davasının en önemli destekçisi ve tarafı konumundaki Araplar, bu rollerini İran’a kaptırdılar. Aslında Arap dünyasındaki Filistin desteği, Mısır ve Ürdün’ün İsrail ile barışmalarından sonra çok zayıflamıştı. 1990’lara kadar, Filistin’e en büyük maddi yardımı Körfez ülkeleri yapmaktaydı. 1991 yılındaki Körfez Savaşı'nda FKÖ açıkça Irak’ı destekleyince, o güne kadar Filistin davasını maddi olarak finanse eden Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri, Filistin’e yaptıkları finansal desteği keserek, farklı İslami örgütleri desteklemeye başladılar. Filistin meselesinde Arapların geri çekilmesi veya daha temkinli bir politika benimsemeleri üzerine meydana gelen boşluğu İran doldurdu.
Gazze Savaşı'nın uzun süreli bir ateşkes sürecine girmesi veya barışla sonuçlanmasında, ya da bölgesel bir savaşa dönüşmesinde İran’ın izleyeceği politikalar belirleyici olacaktır.
[1] Herzl, Theodor, Dewleta Cihûyan, Ji Îngilizî: Fahriye Adsay, Avesta, 2021
[2] Tevrat’a göre Yahudiler Hz. Davut döneminde Yeruşalim’i, Yevuslulardan alarak ele geçirdiler. Şehir ele geçirildikten sonra Siyon Kalesi’nin adı değiştirilerek “Davut Kenti” adı verilir. Bkz. Eski Ahit, Birinci Tar. 11:6-7
[3] Murphy, Emma C., “Zionism and the Palestine Question” s.270, in A Companion to the History of the Middle East, Edited by Youssef M. Choueiri, Blackwell, 2005
[4] Yahudi nüfusun yıllara göre Filistin’e göç hareketi için bkz. Abdullah Kıran, Ortadoğu’da Su, Kitap Yayınları, 2005
[5] Herzl, Theodor, age. 83
[6] İngilizlerin Filistin’i bölmesi ebetteki Yahudilerin aleyhineydi. Bölünme meselesinde Araplar İngilizlerle hareket etmişti. W. Churchill, Lord Curzon’a yazdığı bir mektupta, Abdullah’ın İngilizlerle iş birliğinden memnun olduklarını dile getirdikten sonra, “Abdullah Arap meselesinde tam anlamıyla bizimle uyumlu davranıyor. Umarım takipçileri tarafından boğazı kesilmez” diyordu. Bkz. David Formkin, age. s.506
[7] Cleveland, William L. , Modern Ortadoğu Tarihi, Çev. Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, Haz.2008, s.187
[8] Fromkin, David, A Peace to End All Peace, Owl Books, 1989, s.513-14
[9] Friedman, Thomas, From Beirut to Jerusalem, Harper Collins, 1995 s.14
[10] Pintak, Lawrence, Seeds of Hate, How America’s Flawed Middle East Policy Ignited the Jihad, Pluto Press, London,2003
[11] Yollande Knell, “Oslo Anlaşmalarının 30. Yıl Dönümünde Filistinlilerin Kaybolan Umutları” BBC, 13 Eylül, 2023
[12] New York Times, İsmail Haniye’nin Tahran’da kaldığı konuta, iki ay önce bir patlayıcının yerleştirilmesi ve uzaktan kumanda ile patlatılması sonucu öldürüldüğünü yazmaktadır. Haniye’nin kaldığı ev Sadabad Parkı yakınlarında, yüksek güvenlikli dört katlı bir binaydı. Devrim muhafızları tarafından korunan bina, üst düzey konukları ağırlamak ve gizli toplantılar yapılmak üzere kullanılıyordu. Haniye; İran Cumhurbaşkanı Pezeşkıyan’ın yemin törenine katılmak üzere Tahran’a gelen konuklar arasındaydı. Haniye’nin kesin olarak konukevine yerleştiği tespit edildikten sonra, sabah saat 02:00 sıralarında, uzaktan kumanda tuşuna basılarak bomba patlatılmıştı. Bkz. The New York Times, “How Hamas Leader was killed in Iran” 31.07.2024
[13] “Russia said to pull troops from Syria to bolster forces in Ukranie,” The Times of Isreal, 8 May 2022