Yeniden Elrom ve 1 Mayıs 77


Bu kısa yazıda elbette Mete Kaan Kaynar’ın editörlüğünü yaptığı, 2020 yılında İletişim Yayınları tarafından yayınlanmış, toplam 1120 sayfalık devasa, Türkiye’nin 1970’li Yılları adlı kitabını analiz etmeye teşebbüs edecek değilim. Ben bu yazıda sadece gözüme çarpan iki konu üzerinde kısaca duracağım.

Biri, Gökhan Atılgan’ın “12 Mart: Kapanan ve Açılan Yollar” yazısında Elrom’un kaçırılıp öldürülmesini ele alışı; diğeri ise, Ayşem Sezer-Şanlı’nın 1 Mayıs 1977 ile ilgili yazdıkları ve aktardıkları.

Atılgan şöyle demiş: “20 Nisan’daki sıkıyönetim ilanının ardından kendini yeni koşullara uyarlamaya çalışan devrimci hareket ilk büyük eylemini İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırarak yaptı… 20 Mayıs günü saat 17.00’ye kadar içerideki devrimcilerin serbest bırakılmaması halinde Elrom’un kurşuna dizileceğini bildirdiler… Ardından tüm yurtta bir gözaltı furyası başladı.” (s. 72)

Atılgan’ın cümlelerini biraz tahlil etmemiz gerekiyor.

Elrom’un kaçırılmasından yaklaşık bir ay önce ilan edilen sıkıyönetimin ardından “kendini yeni koşullara uyarlamaya çalışan devrimci hareket”in “ilk büyük eylemin”den söz edilmiş. Bu kısa cümlede birkaç hatalı yargı kendini gösteriyor.

Atılgan, eylemi yapanlara birkaç noktada kefil olma yolunu seçmiş. Birincisi, Elrom’un kaçırılması sıkıyönetim koşullarına kendini uyarlamaya çalışmak için yapılmamıştır. Bu eylemin tek nedeni, THKP-C örgütünün sesini duyurmak için sansasyonel bir eyleme başvurmasıdır. İkincisi, eylem, Nisan ayında sıkıyönetimin ilan edilmesinden sonra değil, çok daha önce tasarlanmış ve hazırlanmış, ancak Mayıs ayının 17’sinde fiiliyata konmuştur. Üçüncüsü,  küçük bir grubun eylemini bütün devrimci harekete mal etmek doğru değildir. Mahir Çayan ve arkadaşları devrimci hareket içinde oldukça fazla sayıda taraftara (o taraftar kitlesini de “şehir gerillası” eylemlerini yapan bir avuç militana yataklık yapan pasif bir kitle haline getirmişlerdir) sahip fraksiyonlardan biriydi ve tek başına “devrimci hareketi” temsil etmez. Dördüncüsü, “ilk büyük eylem”den söz etmek, ardından başka “büyük” eylemler geldiği izlenimi yaratmaktadır ki, bu tamamen yanlıştır. Maltepe Cezaevi’nden kaçmayı bir yana koyarsak, Elrom’un kaçırılmasından sonra gelen ikinci “büyük eylem” 11 devrimci gencin katledilmesiyle sonuçlanan Kızıldere faciasıdır ve bundan başka da bir eylem söz konusu değildir. THKP-C geleneğinin takipçisi olan hareketler bile 1974 affından sonra dışarı çıktıklarında bu eylem çizgisini asla izlememişlerdir. Beşincisi, Atılgan “içerdeki devrimcilerin” serbest bırakılması talebiyle yapılan bir eylemin sonuçta “tüm yurtta bir gözaltı furyası”na neden olması noktasındaki paradoksa değinmemiştir bile.

Atılgan, Kızıldere’yi anlatırken de hatalı bir yönelim içinde. “Mahir Çayan… Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarını önlemek için yoldaşları ve bazı THKO militanlarıyla eylem arayışlarına girdi. Ünye’de görevli üç NATO personelinin kaçırılmasının ardından Kızıldere’deki kuşatmada arkadaşlarıyla birlikte 30 Mart 1971’de öldürüldü.” (s. 84-85)

Bir kere şunu belirtmeliyim ki, Denizlerin idamını gündeme getiren Elrom’un kaçırılıp öldürülmesidir. Eğer bu eylem olmasaydı, 12 Mart yönetiminde sertlik yanlıları bu derece egemenlik kuramayacaklardı. Deniz 16 Mart’ta yakalandığında kimsenin aklından idam edileceği geçmiyordu. İkincisi, Elrom’un kaçırılmasını tınmayan bir iktidarın üç gariban teknisyen için Deniz’lerin idamından vazgeçeceğine eylemi yapanlar bile inanmıyordu. Son derece kötü sıkıştırılmışlardı. Bari öleceksek bir eylem yaparak şanımızla şerefimizle ölelim dediler. Eylemleri ne kadar kahramanca olursa olsun bir intihar eylemiydi ve bir kısmının adları yargı organları tarafından bile bilinmeyen devrimcileri orada bir araya toplayıp imha ettirmek bencilliğin ve sorumsuzluğun dikâlâsıydı. Üçüncüsü, ikisi İngiliz, biri Kanadalı üç teknisyenin “NATO personeli” olduğunu vurgulaması Atılgan açısından utanç vericidir. Böylece kaçırılmalarına ve eğer kaçıranlar öldürmüşse öldürülmelerine haklılık kazandırmaya yönelik bir manüplasyondur bu. Oysa bu insanlar birer teknisyen, yani aslında emekçidir. NATO’da görevli olsalar bile öldürülmeleri hiçbir insani değere sığmaz.

Kısacası Gökhan Atılgan, bence sorgulamasız bir devrimci hayranlığıyla geçmişteki tamamen yanlış eylem çizgisini estetize etmeye, haklı çıkartmaya çalışmış, en ufak bir eleştiri yöneltmemeye özen göstermiş.

Mayıs’77

Hâlâ tartışma konusu olan 1 Mayıs 1977 olayı hakkında Ayşem Sezer-Şanlı’nın bazı satırları da bir hayli tartışmalı. Şöyle diyor: “Maocular’ın alana girecekleri sırada, Tarlabaşı istikametinden iki el silah sesi duyulmasıyla insanlar bir anda büyük bir paniğe kapılmış ve ardından silahlar sistematik şekilde ateşlenmiştir.” (s. 569-570)

Burada biraz duralım. Bir kere, “Maocuların alana girecekleri sırada” ifadesi yanlıştır. Çünkü DİSK görevlileri, genç DİSK’li işçilerle Tarlabaşı tarafında güçlü bir barikat kurmuşlardı ve en son Kurtuluşçular alındıktan sonra barikat sıkı sıkıya kapatılmıştı. Çatışma da tam bu noktada çıktı. Üçlü Blok tarafından önce bir iki el silah atıldığı doğrudur ama alandaki kalabalığın bu bir iki silah sesiyle paniğe kapılması mümkün değildi, hatta bu kadarı, uğuldayan meydandaki kalabalık tarafından duyulmazdı bile. Birkaç silah sesinden sonra Üçlü Blok (Maocu denilenler) tarafından DİSK’li işçilerin üzerine sayısız silahtan çıkan mermi yağdırılmıştır. (Burada üç Uzel işçisi ölmüştür). Muhtemelen barikatın diğer tarafından da Üçlü Blok’a ateş açılmıştır. Bu karşılıklı silah atışı alanda büyük bir silah tarrakası olarak duyulmuş ve ilk paniğe bu yol açmıştır. İnsanlar bu panik sonucu birbirinin üzerine yığılmıştır.

Ayşem Sezer anlatımına şöyle devam ediyor: “… Alana birkaç merkezden seri bir şekilde kurşun yağmaktadır… Inter-Continental (adlı) otelden, Sular İdaresi’nin üzerinden, Pamuk Eczanesi’nin üst katından silahlar ateşlenmiştir.” (s. 580)

Tam bir western anlatımı ama gerçekle ilgisi yok. Eğer kalabalığın üzerine o kadar çok yerden yoğun silah ateşi olsaydı, 34 kişiden 29’unun Kazancı Yokuşu’nda panzerlerin yol açtığı izdihamdan ölüp, silahla vurulanların sayısının 5’i geçmemesi (ki bunların 3’ü de Meydan’da değil, Tarlabaşı’ndaki barikatta ölen Uzel işçileridir) mümkün olmazdı.

Ben de o meydandaydım ve alanda bulunan bazı gençlerin silahlarını havaya ateşlemelerinin dışında herhangi bir yerden silah atıldığına tanık olmadım. Intercontinental otelinden ateş edildiği, tipik bir toplumsal paranoyanın ürünüdür ve orada bulunanlar da yıllar boyu bu hikâyeye inanmışlardır.

Hele Ayşem Sezer’in Necati Doğru’dan naklen aktardıkları iyice komiktir. Necati Doğru iyi bir görüntü almak için Intercontinental’in beşinci katına çıkar: “Ve odanın kapısını açtım… Kapıyı açar açmaz çok asık suratlı, mütecaviz insanlar beni ‘ne işin var senin’ der gibi itelediler ve kendimi o koridorun duvarına yapışmış buldum… O anda gördüm ki uzun namlulu silaha benzer, tele-objektife benzer birtakım aletler de vardı o insanların elinde.” (s. 570)

Bu aletler tele-objektife mi benziyordu yoksa uzun namlulu silaha mı? Son derece muğlak bir anlatım. Bence elbette tele-objektifti bunlar ve o görevliler de gazeteci değilse, muhtemelen olayı filme almaya çalışan MİT ya da polis görevlileriydi. Zaten Intercontinentalin camlarından ateş etmek imkânsızdı, çünkü boydan boya camdı. Ateş eden kişi kabak gibi gözükürdü. Zaten bu camlar açılmazdı, içerisi air-conditionla havalandırılıyordu.

Toplumsal paranoyanın masallarını aktarmak kolay, gerçekle göz göze gelmek zordur.

(Gün Zileli - 9 Ağustos 2024 - www.gunzileli.net - gunzileli@hotmail.com)

Blogger tarafından desteklenmektedir.