Dünyayı kurtaran erkek ve onu kurtaran kadın

“Ev” o kadar, kendiliğinden mutluluk verici bir yer olsaydı, emin olun erkekler evi kadınlara bırakmazdı. Haklarımızı, hayatımızı ve iş bölümünü, her alanda eşitliği talep etmeye devam edeceğiz. Yalnızca kendimiz değil, katledilen kız kardeşlerimiz, istismar edilen, hayatları söndürülen çocuklar için de eşit bir dünya mücadelesini sürdüreceğiz. Pembe ev kafesiyle yetinmeyeceğiz, kadınlara yasak edilen “dışarı”yı, kâinatı evimiz kılana kadar kanat çırpmayı sürdüreceğiz.

Hayat her an her şeye yetişmek için çırpınan kadınlarla dolu olduğundan, “beceriksiz ya da isyankâr ev hanımları”na hep özel bir sempati hissetmişimdir. Jean- Claude Carrière’in müthiş sözünü hatırlatırlar: “Popüler anlatılarda senaryoyu gösteren şey, senaryo hatasıdır.” Kendimizi kaptırıp gittiğimiz her film, aslında kurmaca olduğunu gözden gizleyecek bir akış izler. Bu filmlerde izleyici, bir senaryonun varlığını neredeyse tamamen unuttuğu için de “ters köşe”ler o denli etkileyicidir. Gişesi yüksek filmlerde alkışlar çoğunlukla oyunculara ve yönetmene gider yine aynı nedenle. Ama basit bir mantık hatası ya da dikkatimizi anlatının kendisine çeken bir yabancılaştırma efekti, bize bunun “mutfakta tasarlanmış, yapılmış” bir şey olduğunu bir çırpıda anlatıverir. Mutfağı ihmal eden ev hanımının yaptığı da işte bunu gösterir: Alıştığınız düzeni sağlayan şey, buradaki kadının emeği! Evye bulaşıklarla dolup taştığında, kavanozlar yerli yerine dizilmediğinde, kap kacağın düzeni bozulduğunda, mutfak, bize cennetten düşme bir yer değil her gün, saatlerce alınteri dökülen bir nevi fabrika olduğunu hatırlatır.

Bizde feminist anlamda bir isyan denemesi sayılabilecek dizilerden “Bahar”ın takip edebildiğim ilk bölümlerinde de aslen tıp eğitimi gördüğü halde kendini evine adamış bir kadın olan Bahar, bunu yapıyordu. Kendini bırakmışlık değil bir isyandı kalkıştığı. İblis kocası başta olmak üzere, ev halkına, alıştıkları görevleri yerine getirmeyerek kendinin, emeğinin değerini hatırlatıyordu.

Kadınların her zaman, her işi becerebilecek kadar üstün oldukları halde bunu kimsenin gözüne sokmayacak kadar da mütevazı görünmeleri gerektiği o kadar içimize işlemiştir ki evde kimse yokken bile bu mekanizma tıkır tıkır işler. Herhangi bir işin başına oturacak kadar kafamızı toplayabilmek için, önce evi toplarız. Bilgisayar başında sabahlarken bir yandan da çamaşır makinesinde duran çamaşırların bizi yargılamasından, mutfaktaki dibi tutmuş tencerenin uçarak kafamıza çarpmasından ürkeriz adeta. Elbette ki düzenli bir evin çalışma verimine katkısı var. Bunu kendi başımıza ya da bir yardımcının katkısıyla becerebildiğimiz tüm dönemlerde bir ferahlık hissettiğimiz bir gerçek. Mesele, çalışsın çalışmasın hele de evli her kadının aslında son derece zor ve sürdürülebilirliği mucize kabilinden emeğinin tamamen görünmez kılınması. Kadının, bunu tüm hane halkı için yaptığı zamanlarda hiç takdir görmeyip, yapamadığı zamanlarda komşudan kayınvalideye, görümceye uzanan bir çizgide yargılanması. Birçok işten daha zor ve zahmetli olan ev hanımlığı tam bir görünmez emek biçimiyken “beceriksiz/ihmalkar ev hanımlığı”nın adı konmamış ev suçları yelpazesinde ilk sıralarda yer alması. Kadınların gün boyu hiç durmadıkları, çalışırken bize varlığını unutturan robot süpürgeler gibi sürekli devinim halinde oldukları bu ataerkil düzenin bize tamamen olağanmış gibi yutturulması.

Türkiye’de zaten durum hemen hemen her toplum kesiminde böyle değilmiş gibi, son zamanlarda türlü sosyal medya trendinin etkisiyle bu yeniden güzellenir oldu. Çorba sofraya tuzlu ya da yemek ılık geldi diye kadınların kocaları tarafından öldürülebildiği bir ülkede, ev hanımlığının kadın için en konforlu pozisyon, mutfağınsa yeryüzü cenneti olduğu masalının yeni sürümleriyle karşılaşıyoruz her gün!

Bu tabii Türkiye kaynaklı bir akım değil. Batı’da tradwife (geleneksel eş) akımının 2018 ortalarında yükselip 2020’de doruk noktasına ulaştığı belirtiliyor; akım bugün de tartışmalara rağmen hem ticari hem de siyasi açıdan popülerliğini koruyor.

“Kocamla kızıma sandviç yapacağım,” deyip, işe kendi öğüttüğü undan sandviç ekmeğini yapmakla başladığı için ortalama bir ev büyüklüğündeki cennet mutfağında güzel elbisesi, full makyajı, yüksek topuklularıyla üç saat geçiren kadınlar… Sonra da bu ultra ev yapımı yiyeceklere dair süreci montajlanmış TikTok, YouTube, Instagram videolarında yayınlıyor; ünlü olanları bundan bir servet kazanıyorlar. Bunların bir kısmı kendi muhteşem evlerinde ya da çiftliklerinde yaşayan, maddi durumu da baştan iyi ev hanımları. Son dönemlerde bu akımın çok para ettiğini gören influencerlar da girdi işin içine.  50’li yılları anlatan “Mad Men” gibi dizilerdekine benzer bir estetik tasarım içinde, süt sağıyor, hamur yoğuruyor, durmaksızın yıkıyor, doğruyor, çırpıyor, pişiriyor, besliyor ve tüm bunları yaparken de gülümsüyorlar. Estetik açıdan her şey çok iyi görünüyor. Ama bu dizileri birkaç sezon izlemiş olmak bile şunun için yeterli: Mahkûm olunan en güzel ev bile kadınların cehennemidir...

Alfa eşleri dünyayı (ve bu arada her gün başka kadınları) “fethederken”; ev, çocuklar, iyi görünmek, mükemmel eş olmak, kadınlararası rekabet ve kendini gerçekleştirememe döngüsü içinde, bu kadınların çoğu çok mutsuzdu. 50’lerin, o mutfağında gülümseyerek poz veren “ideal kadın”larının çoğu, günün sonunu ancak o dönem bağımlılık yapıcı etkisi pek bilinmediği için doktorlar tarafından vitamin gibi yazılan sakinleştirici ilaçlarla (en ünlüsü, Valium) getirebiliyordu. Kadınlar iş hayatında verdikleri yoğun mücadele ve kadın hareketinin etkisiyle, o pembe kafesten, onu kıra kıra çıkmayı başardılar.

Eva Wiseman, “The Guardian”da yayınlanan bu konudaki yazısında, bu geleneksel eş akımının yükselişinin yükselen yoğun faşist eğilimlerden gerici toplumsal cinsiyet politikalarına uzanan çok sayıda etkenle ilişkili olduğunu vurgularken ekliyor: “En rahatsız edici, asap bozucu  ve dile getirilmesi en güç şey de, bu hayatı bu kadar 'leziz' gösterebilmeleri!” Akımın çoğu temsilcisi aşı karşıtlığı, mülteci düşmanlığı, kürtaj karşıtlığı gibi bilinen tüm aşırı sağ eğilimleri desteklese de etkilediği kitlenin bundan çok daha geniş olduğu da belirtiliyor.

Bu “geleneksel eş” akımının bizde yaygınlaşması birçok açıdan trajikomik. Çünkü çalışan kadınlar dahil hala büyük toplum kesimi için kadınların üstündeki yük bir parça olsun azalmış değil. Boşanmak isteyen kadınlar her gün sokaklarda katledilirken, ataerki-gelenek ve bazen siyasetin yerel kurumları iş birliğiyle istismar edilen, kaybolan, katledilen çocuklar her yıl yüreğimizi dağlarken… Geleneğin zulmünden ne ara kurtulduk da geleneğe döneceğiz?

“Çocuk da yaparım kariyer de” mottosu, her an her şeye yetişebilen kadın imajı, yıllarca desteklendi. Elbette bu da ataerkinin işine gelen bir şeydi, ev içi bakım ve hizmetlerini ihmal etmediği sürece kadının “aile bütçesine katkı sunması”nın bir sakıncası yoktu. Kutsal annelik zırhı, kadını sürekli bir şeyleri eksik yapıyormuş gibi hissettiren suçluluk duygusu zaten kadınların ensesinden hiç inmedi. Son dönemlerdeyse, dünyada yükselen sağcı ve ayrımcı eğilimlerle birlikte bizde iktidarın kadını evde tutmaya yönelik politikalarını, geniş bir yelpazede tüketim kültürünün çağın ruhuna uygun sosyal medya modalarıyla besleyen yeni akımlar peydah oldu.

Önce “kocişim” tayfası geldi. Mandalinaları kurdeleleyen, cam kavanozları zıbınlayan, tabağa zeytin dizimiyle bile kocişini onore eden bu akım, tüm zevksizliğiyle yıllardır TV programlarının yanı sıra sosyal medyanın favorisi. Bu kadınların ortak noktaları, evliliği, hayatlarındaki en büyük başarı, çoğu patates çuvalından hallice eşlerini de Ryan Gosling gibi görmeleri. Bu konuda daha önce yazmıştım. Kocam da kocam diyen tayfa, pencereden giren dişi sinekten “kocamı kapıverir” diye huylanıyor; oldukça kıskanç, rekabetçi ve tabii gösterişçi.

“Canım kocam”cılara son zamanlarda bir de dişil enerji tayfası eklendi. Sosyal medyada her yerden fırlayıveren, bazı astrologların yanı sıra kendine klinik psikolog, sosyolog gibi artık doğru mu yanlış mı bilinmez sıfatlar ekleyip kadınlara “nasıl makbul kadın olunur (yani nasıl koca bulunur)” mesajları verip duran kişisel gelişmeci tayfa, habire en kirli pembesinden dişil enerji püskürtüyor üstümüze.

İş hayatının kadınları erkeksileştirdiği klişesinin yanı sıra çok prim yapan tüm feminizm karşıtı savlar da ısıtılıp ısıtılıp yeniden önümüze koyuluyor. Kadın dediğin elini cüzdanına atmayacak, daima beş yaş kız çocuğu mimikleri ve tonlamasıyla konuşurken her nasılsa aynı esnada çok seksi olmayı, yerli dizi castı gibi yataktan fönlü kalkmayı da becerecek. Gösterip de vermeyeceği, verip de almayacağı anları bilecek. Cilveli olacak, kendini ağırdan satacak ama yeri gelince kocasına boyun eğecek ki adam kendisini erkek gibi hissetmeyi sürdürebilsin. Önemli tüm kararlarda önce kocasına, henüz nikahı bastıramadıysa da sevgilisine danışacak. Sözün kısası, kadın mücadelesinin kadınların tornadan çıkma birer oyuncak ya da dekor değil her açıdan kendine özgü bir karakter sahibi, eşit birey oluşlarına dair onlarca yıldır süren mücadelesini kenara itmeye yönelik ne öğüt varsa veriliyor. Feminizme erkek düşmanlığı süsü vermek, karşı cinse yaranmak için hemcins satmak, ne ararsan var. Ne menem bir “dişil eneji”yse içinde epeyce bir hemcins düşmanlığı da var yani. Ve elbette ki “ekran yüzleri” kadın olabilir ama arkasında siyasetten tüketim endüstrilerine, ataerki ve kapitalizm işbirliği var.

Son zamanlarda özellikle Z kuşağında “çalışmakla ne uğraşacağım, evlenir evimin kadını olurum” eğilimi, en azından sosyal medyadan gözlendiği kadarıyla çok arttı. Bunda elbette hızına yetişilemeyen pahalılığın, genç işsizliğinin, geleceksizliğin, çalışan eğitimli kesimin önemli bir kesiminin asgari ücret sınırlarında gezinmesinin payı var. Yine de bundan çıkış yolu, “kocayı bulmak” da değil, “zengin kocayı bulmak” da… En basit senaryoyla, annelerin, anneannelerin hayat bilgisi ve sezgisiyle hep söylediği gibi “dünyanın bin bir türlü hali var.” Lovebombing esnasında kadınların ayağının altına dünyaları serecekmiş gibi yapan erkeklerin, hali vakti gayet yerinde olanlar dahil, boşanma sonrası temelde çocuklara verilecek üç kuruş nafakanın hesabını yaptığına her gün rastlamıyor muyuz? Bir erkeğin adalet duygusuna ömür yüklenir mi? Ya da bir erkeğe (altını çiziyorum, bağlılık değil kastettiğim, bağımlılık) tam bağımlılıktan hayır geldiği nerede görülmüş?

Ülkeye özgü koşullardan beslenen korkular, kadınlar hâlâ (haklı ve insani olarak) duygular alanına sahip çıkarken tüketim kültürünün erkeklik kriziyle el ele vererek ilişkileri kadınlar için iyiden iyiye çok bilinmeyenli denklem haline getirmesiyle de arttı. “Yeterince dişil, yeterince cici olmazsan yalnız kalırsın” korkusu. Hiç de öyle bir şey yok halbuki. Herkesin dişilliğinin ve bunu gösterme biçiminin kendine özgü olması bir yana, en cici geleneksel eşler de el üstünde tuttukları eşlerinden şiddet görebiliyor, seri aldatılıyor ve boşanma sonrasında üstelik çocukla yalnız kalabiliyorlar. Amerika’da onca mutfak ve ideal eşlik mesaisinden sonra birkaç çocuğuyla ortada kalmış annelerin hikayelerini de, geleneksel eşliğin devam sezonu olarak izleyebilirsiniz.

Sorun, eş ve/veya çocuk sahibi olmak istemek değil. Bu rolleri en geleneksel halleriyle benimseyip, kadının kendine ait her şeyden, üstelik de gönüllü biçimde vazgeçmesi. Her kadın ve şüphesiz her ev hanımı bilir ki, kadının yaptığı her şey kısa sürede görevi gibi görülmeye başlanır. Onca emek verilmiş sofralardan, bir “eline sağlık” bile esirgenir. Ayrıca evdeki geleneksel eş “cepteyken”, erkeğe daima dışarıdaki “çizgi dışı kadın”ın da hakkı ve elinin kiri olduğu benimsetilir. Kadınlar eşin, çocukların her türlü hizmetini görmenin yanı sıra çoğu zaman eşlerinin aileleri tarafından da sömürülür. Bir kadının her hücresiyle kendini evine adaması, mutluluk başta herhangi bir şeyin garantisi değildir yani. Çalışan kadın için durum böyleyken, Türkiye gibi bir ülkede ev hanımlığının cennet olduğu nasıl düşünülebilir?

Erkeklerin saldırgınlıklarının gün geçtikçe artmasının da bununla beraber ilişkiler konusunda giderek atıllaşmasının nedeni de, kadınların dişil enerjilerinin düşmüş olması falan değil. Her yaştan kadın, tüm zorlu şartlara rağmen fişek gibi, çiçek gibi, öyle olmayan ya da hissetmeyenin de kimseye kendini beğendirme borcu yok. Şu zamanda biraz aklı, vicdanı olan toplumdan ve devletten her gün artan kadın cinayetlerinin, çocuk istismarlarının hesabını soracağına “aman evde huzurum bozulmasın da bana ne” diye bakmaz zaten. İnsanı güzelleştiren ve bir karakter sahibi yapan şey, 24 ayar yapay gülümseme kadar, haysiyet ve vicdandır da.

Şunu hiç unutmamak gerek: “Ev” o kadar, kendiliğinden mutluluk verici bir yer olsaydı, emin olun erkekler evi kadınlara bırakmazdı.

Haklarımızı, hayatımızı ve iş bölümünü, her alanda eşitliği talep etmeye devam edeceğiz. “Beni böyle sev, seveceksen,” diyeceğiz. Yalnızca kendimiz değil, katledilen kız kardeşlerimiz, istismar edilen, hayatları söndürülen çocuklar için de eşit bir dünya mücadelesini sürdüreceğiz. Pembe ev kafesiyle yetinmeyeceğiz, kadınlara yasak edilen “dışarı”yı, kâinatı evimiz kılana kadar kanat çırpmayı sürdüreceğiz. (ZEHRA ÇELENK - GAZETE DUVAR)

Daha yeni Daha eski