“Görebildiğim kadarıyla toplum önemli oranda atomize olmuş ve insanlar kendi yaşam gailesinde. Biz duygusu zayıflamışken, ben duygusu güçlenmiş.”
“İlk sınavım teknik alanda oldu. Tahliye olduktan birkaç saat sonra mola verdiğimiz bir dinlenme tesisinde kahve almak için kahve makinesi üzerinde yapılan işlemler, benim için çözülmesi zor bir matematik sorusundan farksızdı.”
Yazar ve çizer Ahmet Bilge 30 yıllık mahpusluğun ardından, Ocak ayında tahliye olduğunda “Başka bir gezegene gelmiş gibi hissediyorum” dedi.
Bugün konuştuğumuzda da “İçeride de olsak dışarıda da olsak yaşam ve mücadele devam ediyor” diyor…
Aylardır “dışarıda” olmayı deneyimleyen Bilge, bu kez 30 yılın ardından dışarıda olmanın nasıl hissettirdiğini, bu sürede değişenleri nasıl değerlendirdiğini anlattı.
TAHLİYE ANI...
“Sorun çıkaracakları içeri girişlerinden belliydi”
Son görüşmemizin ardından Elbistan Cezaevinden Antalya Cezaevine sevk edildiniz. Bu süreçte darp edildiğinizi, eşyalarınıza el konulduğunu anlattınız. Ailenize de uzak kaldınız. O dönem neler yaşandı?
2022’nin Eylül ayıydı. “Arama var” diyerek bir grup gardiyan içeri girdi. Gardiyanların tümü yabancıydı; Elbistan’da görevli hiçbir gardiyan yoktu aralarında. Sorun çıkaracakları içeri giriş hallerinden belliydi. Havalandırmada yapılan üst aramasında küçük bir tartışma yaşandı nitekim. Ardından havalandırma kapısını kapatarak koğuş aramasına geçtiler. Ben ve diğer bir arkadaş da onlara nezaret etmek amacıyla içeri geçmiştik. Diğer arkadaş yukarı kata geçti, ben aşağı katta kaldım.
Aramaya alt kattan başladılar. Aramayı pervasızca yaparak eşyaları sağa sola atmaya başladıklarını görünce uyardım onları fakat pek dinlemediler. Bu arada, ekibin sorumlusu provoke edici yaklaşımlara girdi. Onunla tartışmaya başladık. Tartışma esnasında diğer gardiyanlar aramayı bırakarak etrafımızda toplandılar ve çok geçmeden bir anda hepsi birlikte –ki 10-15 kişi civarındaydılar- üzerime saldırdılar. Bir süre sonra yarı baygın yerdeydim. Çıkan sesler üzerine üst kattaki arkadaş aşağı indiğinde ona da saldırmışlar. Ardından bizi koridora doğru sürükleyerek beklemekte olan askerlere teslim ettiler.
Ellerimiz tersten kelepçelenerek hücrelere konulduk. Bu arada askerle de tartışma ve boğuşma yaşandı. Askerler ve Elbistan’da görevli gardiyanlar sorunun kendilerinden kaynaklı olmadığını, gelen ekibin arama süresince yetkiyi devraldığını belirtiyorlardı. Yaklaşık bir saat hücrede tutulduktan sonra koğuşa getirildik. Koğuş darmadağındı. Eşyalar yerlere saçılmıştı. Bazı eşyalarımız kırılmış, bazıları da kayıptı. Kayıp eşyalarımızı geri istedik ama alamadık.
Başta yüz ve kafa bölgem olmak üzere birçok bölgemden darp edilmiştim. Burnum kırılmıştı. Diğer arkadaş da bazı yerlerinden darp edilmişti. Yetkilileri çağırıp konuştuk. “Olayların kendi inisiyatifleri dışında geliştiğini, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü tarafından özel yetkiyle görevlendirilen ekibin yetkiyi devraldığını, dolayısıyla yaşanan olayda kendi sorumluluklarının bulunmadığını” belirttiler. Ardından konuştuğumuz kurum müdürü de bu bilgiyi teyit etti. Daha sonra bu ekibin Elazığ Hapishanesi’nden getirtilmiş olduğunu öğrendik.
Acilen hastaneye kaldırılmamızı istedik. Yaklaşık bir saat sonra devlet hastanesinin acil servisine kaldırıldık. Röntgenlerimiz çekilip diğer kimi işlemler yapıldıktan sonra tedavi edilmeden hapishaneye getirildik. Ertesi gün defalarca talep etmemize rağmen ne rapor sonuçlarına ulaşabildik ne de tedavi için hastaneye götürüldük. Sonraki günlerde de bu durum devam etti.
Beşinci günde hapishane revirine çıkarak rapor sonucunu istediğimde revir doktoru, bir şeyden haberinin olmadığını söyledi. Hastane kayıtlarına girerek sonuçları öğrenmesini isteyince, bilgisayar üzerinden kayıtlara girdi ve burnumda kırıkların olduğunu teyit etti. Aynı gün de beni hastaneye sevk etti. Hastaneye götürüldüm götürülmesine fakat o gün de ilgili doktor “yok”muş.
“Hakkımızda disiplin soruşturması açıldı”
Diğer günlerde de tedavi için dayattım ama hep farklı bahaneler öne sürüldü ve hastaneye götürülmem ertelendi. Ta ki Antalya’ya sürgün edilene dek.
Olayın ertesi günü, yaşanan olaya dair ilgili kişiler hakkında suç duyurusunda bulunduğumuzu, idarenin de “görevli memurlara mukavemet ve aramaya engel olma” gerekçesiyle hakkımızda disiplin soruşturması açtığını belirteyim unutmadan.
Olayın üzerinden on gün geçtikten sonra Elbistan’daki tüm siyasi mahpusların dört ayrı hapishaneye sürgün kararı çıktı. Benim payıma da Antalya Yüksek Güvenlikli Cezaevi düştü.
“Sürgün, aileler için ilave bir eziyet çıkardı”
Antalya Cezaevinde günleriniz nasıl geçti?
Antalya’ya gönderilmemiz en çok da ziyaretçilerimizi etkiledi kuşkusuz. Yol uzamış ve maddi külfet artmıştı. Hadi benim sürem az kalmıştı ama orada uzun yıllar kalacak olan arkadaşların aileleri için ilave bir eziyet çıkardı bu sürgün. Üzerinden bir yıl geçmesine rağmen bazı arkadaşların ziyaretçileri bir defa olsun gelememişlerdi.
Antalya’da ilk dönemler tedavimle uğraştım ama kısmen tedavi edilebildim. Plastik cerrahi gerekiyormuş, çoğu cerrah ya özele ya da Avrupa’ya gittiğinden yalnızca bir cerrah varmış ve ancak iki yıl sonra sıra bana gelebilirmiş. Benim cezam ise bir yıl kalmıştı! Neticede, tahliye olduktan sonra dışarıda ameliyat oldum.
“Tipsiz” cezaevi
Bu arada Antalya’da kaldığımız hapishaneden de biraz bahsetmem gerekiyor. Yüksek Güvenlikli Cezaevi diye geçiyordu. İçeri alındığımızda görevli gardiyana hapishanenin ne tip olduğunu sormuş ve ondan, “tipsiz” yanıtını almıştık. Bu yanıta gülmüştük.
Diğer tiplerden farklı olarak bu hapishanenin mimarisi tekli odalar biçiminde tasarlanmıştı. Hapishane bloklara, bloklar katlara, katlar odalara ayrılmıştı. Odaların –ki bunlara hücre de denebilir- havalandırmaları yoktu. Kendi katınızda bulunan odalardaki arkadaşlarla –ki maksimum altı arkadaş olabilirdi- günde sadece bir buçuk saat ortak havalandırmaya gidebiliyordunuz. Bunun yanında haftada bir gün bir saat de spor salonuna gidebiliyordunuz. Geriye kalan tüm zamanı odanızda yalnız başınıza geçiriyordunuz.
“Siyasiler arasındaki dayanışmayı kesmek için…”
Mevzuata göre sadece ağırlaştırılmış müebbet ceza alanlar tekli odalarda kalır. Fakat müebbet ve daha alt düzeyde ceza alanlar, hatta yeni yakalanmış olan tutuklular bile buraya getiriliyordu.
Durumu kurum müdürü ve savcıya ilettiğimizde, onlar da hak verdi ama yapabilecekleri bir şey olmadığını belirttiler.
Diğer hapishanelere gönderilen arkadaşlardan mektup aldığımızda Erzurum-Yakutiye ve Konya-Ereğli’ye gönderilen arkadaşların da aynı sistem hapishanelerde kaldıklarını öğrendik. Kanaatimce bu tür hapishaneleri yaygınlaştıracaklar. Özellikle siyasi mahpuslar arasındaki ilişkiyi ve dayanışmayı kesmek için…
“Görüntü yoktu ama ses vardı, eğlenebiliyorduk”
Antalya’da da yaşam programım değişmedi. Havalandırma olmadığından, sabah erkenden kalkarak odada bir saat kadar egzersiz yapıyordum. Havalandırma dışındaki saatlerimi ise odada yazarak, çizerek ve okuyarak değerlendirmeye çalışıyordum. Uzunluğu yedi adım olan odada periyodik voltalarımı da aksatmıyordum.
Daha sonra, haftanın üç günü ikişer saat, atölye olarak tasarlanan bir odada yine ancak aynı katta olduğumuz arkadaşlarla bir araya gelebilme imkanı sağlandı.
Tekli odalarda da olsak blok sohbetleri ve moral geceleri düzenleyebiliyorduk. Böylesi durumlarda hepimiz kendi oda penceremize sokuluyor, hem gelen sesleri duyabiliyor hem de sesimizi duyurabiliyorduk. Yani görüntü yoktu ama ses vardı. Tekli odalarda da olsak toplu eğlenebiliyorduk.
“Pişman olacak kişi 30 yılı yatmazdı zaten”
Son yıllarda cezasının infazının tamamlanan hükümlülerin şartlı tahliyesi sıkça engelleniyor. Sizin tahliye edilmenizde bir sorun yaşandı mı? Bu konuda hapishanede nelere şahit oldunuz?
2021 yılında “İyi Hal Yasası” diye bir yasa çıkarıldı. Bu yasa özellikle de siyasi mahpusların başında Demokles’in Kılıcı gibi sallandırılıyor. Yasa gerekçe gösterilerek bazı hapishanelerde birçok siyasi mahpusun tahliyeleri öteleniyor.
Meşru ve hukuki olmadıkları devlet tarafından da tescil edilen DGM’lerin verdiği haksız cezalar yetmiyormuş gibi, cezasını bitirmiş olanların tahliyeleri de son derece keyfi gerekçelerle erteleniyor.
30 yıl yatırmışsın, bundan ağır ceza mı var! Ya pişmanlık dayatılarak ya da basit gerekçeler gösterilerek bu tür tahliye ertelemelerine gidiliyor. Pişman olacak kişi 30 yılı yatmazdı zaten.
“Amaç, iradeyi kırmak”
İdare bünyesindeki sosyal etkinliklere katılmama gibi çok basit nedenler de bazen tahliye ertelemelerine gerekçe olarak öne sürülüyor. Özüne bakıldığında hepsi de zorlamalı ve suni. Amaç, iradeyi kırmak.
Bir de bu yasayı her cezaevi yönetimi istediği biçimde yorumluyor. Bazı yönetimler bu konuda ideolojik tavır takınarak keyfiyete kaçıyor. Bazıları bu konuda sorun çıkarmıyor. Tahliye olduğum Antalya Yüksek Güvenlikli Cezaevi en azından kaldığım süre içerisinde bu mevzuda herhangi bir problem yaratmadı. Benden önce birkaç arkadaşı sorunsuz biçimde tahliye etmişlerdi. Benim tahliyemde de bir sorun çıkmadı.
“Artık üzerinize kapılar kilitlenmiyor”
30 yılın ardından dışarıda olmak nasıl hissettiriyor, sizin gözünüzden “dışarısı” nasıl, neler değişmiş?
30 yılın ardından dışarıda olmak elbette ki iyi geliyor. 30 yılın birikmiş özlemlerini gideriyorsunuz her şeyden önce. En önemlisi de üzerinize kapılar kilitlenmiyor; kapınızı kendiniz açıp kapatıyorsunuz ve bu, hapis yatmış biri için çok güzel bir duygu. Yalnız, siz çıksanız bile o kapıların içeride bıraktığınız arkadaşlarınız üzerinde kilitleniyor olması bir burukluk veriyor.
“Bu 30 yıl, başka 30 yıllara benzemiyordu”
İçeride iken dışarıyı olanaklar elverdiğince takip etmeye çalışıyordum; sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, zihinsel vs. Dolayısıyla dışarının bıraktığımız gibi olmadığını, olmayacağını zaten biliyordum. Bıraktığımız gibi kalması eşyanın tabiatına tersti zaten.
Bunun yanında, içeride geçirdiğimiz bu otuz yıllık zaman başka otuz yıllık zamanlara benzemiyordu. Bilişim teknolojisinin de etkisiyle özellikle sosyal, kültürel, zihinsel anlamda normalde belki de birkaç yüz yıllık zaman diliminde yaşanabilecek değişim bu otuz yıllık sürede yaşandı denebilir. Bu, bizler için dezavantajlı bir durumdu kuşkusuz.
“İlk sınavım teknik alanda oldu”
Diğer bir dezavantajımız da teknikti. İçeri alınması yasak olduğundan teknik araçlara yabancıydık.
Nitekim ilk sınavım da teknik alanda oldu. Tahliye olduktan birkaç saat sonra mola verdiğimiz bir dinlenme tesisinde kahve almak için kahve makinesi üzerinde yapılan işlemler benim için çözülmesi zor bir matematik sorusundan farksızdı.
Şehirler çok büyümüş ve kalabalıklaşmış. Yüksek binalar, caddelerdeki araba yoğunluğu, kaldırımlardaki insan kalabalığı artmış. Herkes bir yerlere koşturuyor zamanla yarışırcasına.
“Yer gök kameralarla donatılmış”
Yollarda, çay bahçeleri ve parklarda, ulaşım araçlarında… Ellerindeki telefonlara dalmış insan halleri de benim için yeni idi.
Kameralar! Yer gök, adeta her taraf kameralarla donatılmış. Caddelerde, sokaklarda, kurumlarda, işyerlerinde, hatta otobüs ve minibüslerde bile kameralarla karşılaşıyorsunuz. Bu, Orwell’ın “1984” isimli eserinde yaşıyormuşsunuz hissi veriyor. Hapishane koridorlarında da kameralar vardı. Hatta yemekhanelere de koymak istemişlerdi ama kabul etmemiştik.
“Biz duygusu zayıflamış, ben duygusu güçlenmiş”
Toplum sosyolojisinde önemli değişimler olduğu söylenebilir. Görebildiğim kadarıyla toplum önemli oranda atomize olmuş ve insanlar kendi yaşam gailesinde. Biz duygusu zayıflamışken ben duygusu güçlenmiş. Aile bile eskisi gibi değil, “toplumun en küçük yapı taşı” olmaktan çıkıyor galiba.
İlişkiler ve değerler alanında kaymaların yaşandığı da görülüyor. İlişkiler önemli oranda organik alandan teknik alana kaymış ki bu da ilişkilerde sığlığı ve yüzeyselliği getirmiş, verimliliği zayıflatmış.
İkinci olarak da manevi değerlerden maddi değerlere gözle görülür bir kaymanın yaşandığı söylenebilir. Yıkılan ya da çözülen ideolojik ve inançsal değerlerin yerlerinin doldurulamaması maddiyatçı değerleri parlatmış.
“Her şey bir merkezden belirleniyor sanki”
Yine sosyal medya aracılığıyla global bir kültürün de oluşmakta olduğu gözden kaçmayan bir husus. Giyim kuşamdan tutalım yaşam biçimine kadar, yeme içmeden tutalım beğeni ölçülerine kadar, her şey bir merkezden belirleniyor sanki.
Bunun etkileri özellikle de genç kesimde yoğun olarak görülebiliyor. Öyle ki yüzler mimikler, hatta içsel dışavurumlar bile neredeyse aynı. Baskı ve şiddetle değil, ruha girip özenti yaratılarak tek tip insan yaratılıyor kanaatimce.
Kürtçe köy ve şehir isimleri
Teknikle ilintili olarak yaptığım bazı tespitler tekniği yadsıdığım anlamına gelmiyor elbet. Teknik, niyette nötrdür; önemli olan onu kullanma biçimidir. Nitekim tekniğin sağladığı kolaylıklara da bizzat tanık oldum. Eskiden zaman, uğraş ve kırtasiyecilik gerektiren birçok iş veya işlemi şu an klavye üzerinde bir dakikada halledebiliyorsunuz mesela. Bilgiye ulaşmada da muazzam olanaklar sunuyor teknik.
Memleketimde park ve cadde tabelalarında yurtsever, demokrat, devrimci değerlerin isimlerini; Kürtçe köy ve şehir isimlerini; farklı mahallerde Kürtçe afiş ve yazıları görünce; özellikle yeni jenerasyondan Kürtçe isimlerin yoğunluğu kulaklarıma çalınınca içim ılıdı.
Bunun yanında, köylerde dahi Kürtçenin eskiye oranla daha az kullanılıyor olması beni şaşırttı.
“Doğaya dair her şeyi özlüyorsunuz”
Bundan sonrası için neler yapmayı planlıyorsunuz, hapisteyken özleyip de yapmak istedikleriniz neler?
İçeride, koparıldığınız her şeyi özlüyorsunuz aslında. Dışarıda iken sevmediğiniz bazı şeyleri bile özleyebiliyorsunuz. Bu sebepten listesini yapsam çok uzayacak. Her şeyden önce adımlarınızın duvarlarla sınırlandırılmadığı yürüyüşleri, gezmeleri dolaşmaları özlüyorsunuz.
Doğaya dair her şeyi özlüyorsunuz; rengini, sesini, kokusunu… Dinlemek isteyip de dinleyemediğiniz şarkı ve türküleri özlüyorsunuz. Dışarıda bıraktığınız aile, dost ve arkadaş çevrenizle sohbetleri özlüyorsunuz. Ev yemeklerini özlüyorsunuz…
Tahliye olalı 7-8 ay oldu. Dışarıyı gözlemliyor ve anlamaya çalışıyorum hala. İçeride de olsak dışarıda da olsak yaşam ve mücadele devam ediyor. (AYÇA SÖYLEMEZ - BİANET)