Muhterem Vatandaşlarım! Sevgili İşçi kardeşlerim!Bugün, Müslüman İstanbul'umuzun, İstanbul'dan önce Müslüman olan Eyüp bölgesinde Vatan Partisi'nin sesini duyurmaya geldik. Sevgili vatandaşlarım!... Vatan Partisi İŞ ve İŞÇİ partisidir...Bunu söylerken, elimde olmayarak, Müslümanlığın büyük bir hizmetini hatırladım. O büyük söz derki: "Kıyamete kadar yaşıyacakmış gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi ibadet et" der.
Vatandaşlar!... İbadet: HAK önünde konuşmak, halk önünde hakkı teslim etmek manasına gelir...
Bugün, Vatan Partisi'nin kendini HAK ve ÇALIŞMAK gibi iki prensip üzerine kurduğunu açıkça ortaya koymak lüzumunu duyuyorum. İslamın büyük prensibi, hepimizin bildiği gibi: "Leyse lil insane illâ mâ seâ" der.(Yani: İnsan için, çalışmaktan , emekten başka her şey yalandır) der.
İşte, o büyük hakikat: Aradan binlerce yıl geçtikten sonra bugün, dünyanın en ileri memleketlerinde dahi, tek büyük İÇTİMAİ HAKİKAT, insanlığın bulabildiği en büyük hakikat olarak tanınmıştır. Bugün insanlığın yarattığı değer: EMEK üzerine kurulur. Avrupa'nın en büyük iktisat alimleri, İngiltere'nin klasik iktisatçısı denilen AdamSmith'ler, Ricardo'lar: binlerce senelik insan ilminin neticelerini toplarken, o hakikati bulabilmişlerdir: "Leyse lil insane illâ mâ seâ!" hakikatini: "Değer, insanın emeğinden doğar" şeklinde ifade etmişlerdir...
İşte Vatan Partisi'nin prensibi de, her şeyin temelinin, memleket siyasetinin de üzerinde kurulması icap eden temelin EMEK olması lazım geldiğini ifade eder.
Türkiye'de emeği, insanın çalışmasını kim temsil ediyor? Şehirlerde işçi kardeşlerimiz, esnaf kardeşlerimiz..
Köylerde alın teriyle çalışan küçük, fakir köylülerimiz! Vatan Partisi Türkiye'de -bütün öteki partilerden farklı olarak,- bu çalışkan zümrelerin hakkını arayan, hakkını aramak için kurulmuş tek teşkilattır. Şimdiye kadar maalesef, büyük hakikatler daima küçük insanlardan uzakkalmıştır: Uzak bırakılmıştır. Yine vatandaşlarım iyi bilir ki, Muhammed: "Benhâtemel enbiyâyım" demiş. (Yani: "Ben peygamberlerin sonuncusuyum") demiştir. O büyük sözün manası üzerinde vatandaşlarımı bir an düşünmeye davet ederim...
Vatandaşlarım!... O zamana kadar insanlar arasında bütün düzeni kuran kanunlar ve kaideler "gökten iner" di. Hazreti Muhammed: "Ben sonuncu peygamberim!" demekle, bizlere şu büyük hakikati anlatmış oluyordu: ARTIKKANUNLARINIZI KENDİNİZ YAPACAKSINIZ! demek istemiştir...
Ve onun içininsanların büyük toplantı yerleri: Camiler meydana gelmişti. Bütün İslamların camii: Adı üstünde CAMİ!.. Cami: Hepinizin bildiği gibi, TOPLAYICI demektir, vatandaşlarım. Ve Müslümanların tatil günü de vaktiyle "CUMA" günü idi, vatandaşlarım. Bu ne demektir? Bir an düşünelim: CUMA, toplanma günü demektir.
Nerede toplanıyoruz? Toplayıcı olan Cami'de... niçin toplanıyoruz, vatandaşlarım? Hak için, değil mi?..
İşte o büyük ve necip dava, bugün dünyada insanlığın arıya arıya henüz bulabildiği, henüz güçlükle çalışabildiği Demokrasi dediğimiz gavurca lakırdının ta kendisidir. Mübarek Ezanı Muhammedi dolayısıyle buradaki HAK davamızın konuşulması bir an için durdurulmuştu. Sözümüze, -müsaadenizle- yeniden başlıyoruz.
Sevgili vatandaşlarım!.. Ne zaman mübarek bir camiin, mübarek bir mescidin önünde bulunsam, daima, Hülefâyi Raşidiyn zamanındaki vatandaşların siyas hayatları gözüm önüne geliverir. Bilirsiniz, o zamanlar, camiler Müslümanların siyasi toplantı yerleri idi. Yaniher Cuma, Halife bizzat camiin içerisine gelir, karşısındaki vatandaşlara bütün memleketin Umur ve Hususu hakkında hesap verirdi. Gene çok iyi bilirsiniz ki, devlet başkanı olan Halife, bizzat halk tarafından biat suretiyle reis olur, yani seçimle iktidara gelirdi. Bizzat Halifeler seçilmiş devlet başkanı idiler. Bu seçilmiş başkanlar, her hafta, bütün Müslümanları önüne toplıyarak, camide onlara memleket işleri hakkında hesap verirlerdi. O ibret verici hadiselerin bugün bize ne kadar büyük dersler vermesi lazım geldiğini düşünerek, bir hadiseyi hatırlatmaktan kendimi alamayacağım...
Ordular, hudutlarda zafer zafer üstüne kazandılar; fakat ele geçen ganimetleri Müslümanlar arasında kardeşçe paylaşılmak üzere gönderdiler, idi. O zaman başkente, baş şehre gönderilen kumaşlar, gene vatandaşlar arasında herkese aynı büyüklükte parçalar verilmek suretiyle paylaşılırdı, taksim edilirdi:...
Vatandaşlar, o parça kumaşlardan kendilerine elbise dikerek camiye Cumhurbaşkanları olan Halifeyi, Ömer'i dinlemeye gittikleri zaman... Halife söze başlar başlamaz, Müslümanın biri ayağa kalktı.
"Ya Ömer"dedi,
"Sen bir hırsızsın, senin söyleyeceğini Müslümanlar dinleyemez" dedi. Düşünün vatandaşlarım: Demokrasinin o zamanki manzarasını düşünün. Lalettayn, adsız bir vatandaş, lütfen kalkıyor, devlet başkanına, hiç bir izah yapmaksızın:
"Sen bir hırsızsın!"
diyor. Bunun üzerine devlet başkanı Ömer ne yapıyor? Ne yapsa beğenirsiniz? Yani, ondan sonra çeker kılıcını, uçururdu söyleyenin kellesini, değil mi?.. Hayır. Hazreti Ömer:
"Bu sözün sebebi var mı? Ben neden hırsızım? Bilmiyorum. İzah et. Eğer hırsızsam hakikaten, sözümü keseyim."
dedi: Soğukkanlılığa, tahammüle, tenkit karşısındaki insanca tepkiye bakalım. Bundan, bugün için bugünkü devletle vatandaş arasındaki münasebetler için büyük neticeler çıkarmaya çalışalım. O zaman, bu adsız vatandaş; cemaat ortasında kalkıp kendi üstünü gösterdi:
"İşte bak" dedi,
"Hepimize dağıtılan kumaştan ben de üzerime elbise yaptım. Ancak küçük bir sağ kol, küçük bir ceket çıktı bana... Halbuki sen, Ey Ömer! boyunca kocaman bir cübbe giymişsin. Bu cübbeyi yapmakla, sen,o kumaştan bütün vatandaşlara düşen paydan iki hisse aldın. Demek,çaldın.. Demek hırsızsın! öyle ise, ben senin hilafetini tanımıyorum, sen sus!" dedi. Bunun üzerine Hazreti Ömer ne yaptı? Hiç kızmadan, tehdit etmeden sükunetle oğluna:
"Ya Abdullah! Kalk cevap ver" dedi. Oğlu kalktı. Dedi ki:
"Vatandaşlar, görüyorsunuz.:" dedi,
"Benim üzerimde sizinki gibi kısa bir ceket te yok. Ben hissemi babama verdim. Babam da bir cübbe yaptı."
bunun üzerine Ömer:
"- Ne dersin?" diye sordu o vatandaşa. Ve vatandaş cevabında:
"- Peki. " dedi.
"Anladım, hırsız değilmişsin, Ömer. Otur şimdi, söyle, dinleyeceğim." dedi.
Vatandaşlar!...
İnsanlık tarihinde, bizim yakından tanıdığımız halkçı idare üç dört günde icat edilmiş bir şey değildir. Bizim, en müstebit sultanların zulüm yaptığı Şark memleketlerimizde dahi, öyle büyük geleneği olan bir demokrasi 1400 yıl evvel kurulmuştur. Biz hala bugün, o kadar kuvvetli demokrasinin vücudunu hayranlıkla:"- Acaba var mıymış? Nasılmış? Ah! Ben de öğrenebilsem.." diye arıyoruz. Hepimizin, şu mübarek tanrı evinde, beş vakitte dualarla andığımız hayat, özlediğimiz şey: O büyük insan demokrasisi değil mi? Lakin ondan sonra ne oldu, vatandaşlarım? Daha Muaviye denilen zat Suriye valisi iken, o büyük demokrat Hülefâyi Raşidiyn'in memleketteki izlerini silmeye çalıştı. Muaviye kimdi, bilir misiniz? Muaviye, Kureyş'in para ile Müslüman olmuş büyük bezirganlarından Ebü Süfyan'ın oğlu idi... İşte, bizim Şark memleketlerimizde vatandaşla devlet arasında ilk zehiri koyanlar.. Bu, 1400 sene evvel para ile Müslüman olmuş bulunanlara
"Müellifetül-kulub" mü diyeceksiniz?.. O Müellifetül-kulub, hatta, Kur'an i Kerim'in bile içinde, tahsisat alma haklarını kazanmışlardı... İşte bu adamlar, memlekette kendi bezirgan kârlarını, kendi bezirgan ruhlu çocuklarını ilerletmek için, vatandaşlara karşı suikast hazırlarken.. ilk işleri, o demokrat devlet başkanlarını, Hülafayi Raşidiyn'i ortadan kaldırmak olmuştu. Ve derebeğilik ondan sonra başladı.1400 sene, mütemadiyen derebeylerin art arda gelişi ile, insanlar adeta hak aramaktan korkar hale geldiler, ve siyaset demekten korkar hale geldiler.
Bugün vatanımızdaki fakir fukaranın "siyaset"in sözünden korkmalarının baş sebebi, o büyük geleneği silmiş olan Şark derebeyliğidir. (Osmanlıca'da siyaset sözünün lugat karşılığı bile "adam asmak" anlamına geliyordu!). Bugün, Osmanlı İmparatorluğundan, maalesef bize hala o kötü terbiye: Siyasetten kaçmak, hakkını aramamak gerektiği gibi kötü adetler.. hâla intikal etmiş bulunuyor. Ve biz hâla memleketin idaresini yalnız birkaç büyük bezirganın yapabileceğini zannediyoruz. Halbuki, büyük bezirganların yaptıkları nedir? İşte bugünkü PAHALILIK'tır, vatandaşlarım. Bir parti çıkarırlar: "Demokrat Parti" derler. Bu Demokrat Parti:" - Halk idaresini; halk hürriyetini ortaya koyacağım" der. Fakat en büyük vaadettiği şey malüm. Halka:" - Sana ucuzluk getireceğim. "der, vatandaşlarım. Bir de bakarsınız, 7 yıl sonra ne olmuştur? İşler, tepesi taklak gelmiştir.. O zamana kadar görülmedik bir pahalılık başlamıştır. Ondan sonrada Sayın Menderes.. Bakın, geçen gün gazeteye verdiği beyanatta, bakın ne diyor:" - Göstersinler bir çare... Çare yoktur, pahalılığın çaresi yoktur!" buyuruyor:
Vatandaşlarım, ben. size, herhangi bir hastalık karşısında kaldık mı, nasıl hareket ettiğimizi hatırlatacağım. Evvela hastılığın mikrobu nedir. Hastalığın sebebinedir? Onu buluruz... Değil mi, vatandaşlarım? Sonra, o sebebe karşı ilaç ararız, ilaç buluruz. .. Bizim memleketimizdeki pahalılığın sebebi nedir acaba? Eğer bugünkü iktidara bakarsak, memlekette her yer güllük gülistanlık.. Pahalılık denilen şey de yoktur.... Öyle mi, vatandaşlarım? Evet, pahalılık bazı kimseler için yoktur. Günde 2 bin lira kazanan bir insaniçin, fasulye 1 lira da olsa, 4 lira da olsa, hiç fark etmez. O kimse belki de sadece pirzola yiyecektir... Onun için pahalılığın manası mı olur?.. Ama günde 4 lira ücret alan bir işçi vatandaş için fasulyenin 1 liradan 4 liraya çıkması, çoluk çocuğunun o gün ekmeksiz kalması demektir.
Rakamlara istinad ediliyor. Geçen gün Sayın Celal Bayar hazretleri diyor ki:" Milli gelirimiz, biz (yani Demokratlar) iktidara gelmezden önce 400 lira idi (Senede480 veya 380 imiş. Ben size rakamları basitleştirerek 400 veriyorum). Biz iktidara geldik, bugün, ilmi şekilde her vatandaş başına düşen para 800 lirayı geçmiştir" diyor. Ve bununla, bu rakamla ispat etmek istiyor ki, vatandaşların kazancı Demokrat Parti sayesinde iki misli olmuş, artmıştır. Doğru mu acaba, vatandaşlarım? Rakamlar doğru. Ama bu rakamların arkasındaki hakikat nedir? Vatandaşın kazancı hakikatte fazla artmış mıdır?Artmıştır, ama artan şey sadece kağıt paradır. Hepimiz pek iyi biliyoruz: Kağıt paranın kendine has bir kıymeti yoktur.
Kağıt para bir kıymetin ifadesidïr. Ve mecburi olduğu... onu elden ele geçirmeğe mecbur olduğumuz için, tedavülü mecburi olan bir nesne olduğu için kıymetli gibi görünürbize. Hakikatte o kağıt para: Mecburi elden ele geçecek diye bir devlet zoru olmasa... onu sokağa atsanız kimse dönüp bakmaz bile, pis bir kağıttır. Üzerine mikrop bulaşmıştır. Hatta ele alınır kağıt değildir. Kullanılmış kağıt parçasını kim eğilir de yerden alır? Ne çare ki, mecburiyet hepimizi bu kağıdı almaya sevkeder: Sahici paranın kıymeti onun üzerine harcanmış emekle ölçülür. İnsan emeği ne kadarsa paranın üstünde, o kadar değeri yüksek olur. Nitekim altın böyle, üzerine fazla insan emeği harcanmış büyük değerde bir nesnedir. Ve kıymetli para altındır, vatandaşlarım. Halbuki, Celal Bayar'ın.. İşte söylediği para, kağıt paradır: zati kıymeti bulunmayan, ancak Merkez Bankası'ndaki kasalara karşılığı altın olarak konulmuş senesinde bu memlekette 350 bin memur vardı. Bugün sayısını Allah bilir. Layuudvela yuhsa, dedikleri eskilerin. Peki, vatandaşlarım, bu memurlar çoğalmakla acaba kendileri bahtiyar oluyorlar mı? Hayır. Memurlar çoğalmakla bu memleket refah görüyor mu? Tamamen tersine. Bakın izah edeyim. Hepiniz de biliyorsunuz. Herhangi bir daireye gittiğiniz zaman, uğradığınız müşkülatı bilmiyor musunuz? Sebebi nedir? Düşün.
Ben size iki kelime ile izah edeyim: Memur çokluğu!.. emin olun, baş sebep buradan çıkıyor. Evet, iktidar da:Gelen vatandaşı, git bugün, yarın gel, örselemeye başlıyor. Ötede kaşaneler kurulur, sırça saraylarda sefa sürülürken; memur bir kaç yüz lira maaşla akşama kadar o karanlık odada otursun.. o da insan ya, dayanamıyor: Masa başında: Hırsından vatandaşı tersliyor. İş oraya kadar iniyor. Fakat asıl millete olan oluyor. Bir kere muameleler uzuyor, zorlaşıyor. Ondan sonra da. Maaşlara bakalım. Rakamlar meydanda. Sayın Menderes mütemadiyen rakam veriyoruz, diyor. Biz de sana rakam verelim, Sayın Menderes. İşte rakam: Başvekalet Umum Müdürlüğünün neşrettiği rakamlar.. Kimse uydurmuyor. Milli Mücadele zamanında Türkiye'de devlet memurlarının maaşı bütçemizin % 4 ü idi. Yani bizden toplanan yüz liralık verginin memurlara maaş diye verilen kısmı 4 lira idi. 926 senesinde memurların bütçeden aldığı maaş % 8 e çıktı: İki misli oldu. Yine çok artmamış: İkinci Cihan Harbi başlarken, memurlara verilen maaş % 16 ya çıktı:Bir iki misli daha.. yine azmış, vatandaşlarım: Bir bakıyoruz ki, 1948 senesinde maaşlar bütçenin % 40 ına çıkmış. Milletten toplanan 100 liralık verginin 40 lirası memur beslemeğe tahsis edilmiştir. Arada Demokrat Parti geldi. Bundan 6 ay evvel Bütçe münakaşaları oldu, Vatandaşlarım. O münakaşaları takib ettiyseniz, hatırlarsınız. Bir "Personel masrafı" diye laf geçti. Frenkçe bir laf ediyorlar. Personel masrafı dediği: Memurların aldığı maaş! Türkçesini söylesene be Müslüman! Memurların aldığı maaş.. Hayır, Personel Masrafi diye sokuşturuyor. Bu Personel Masrafı: İktidara bakarsanız... Dahiliye vekilli çıktı: % 49 ile 45arası diyor. Yani; 100 lira alınan verginin 45-49 (50 ye yakın lirası: Resmen, iktidarın da kabul ettiği gibi personel masrafı.. Fakat muhalefet başka bir hesap yapmış: % 60 dır diyor. Yani, memlekette 100 lira toplanan verginin 60 lirasını memurlara veriyorsun, diyorlar. Hayır mı görüyor bu memurlar? Onlara da yazık oluyor. Fakat millete de yazık olmuyor mu? Bu pahalı devlet nedir, vatandaşlarım? Bu fukara millete, bu lüks devlet yaraşır mı, vatandaşlarım? Hepiniz görüyorsunuz: sokaklarımızda canavarlar gibi gezen İskandinavya otobüslerini. Hepiniz biliyorsunuz, değil mi? Dağ gibi nesneler. Bunları bize satan İsveç'tir. Yani biz daha araba yapamıyoruz: O, İskandinavya yapıyor. O memlekette, bizim şu hür basından birisi gitmişti de, nasıl olmuştu da, nasılsa yanlışlıkla şöyle bir fıkra anlatmıştı.
Okuyan vatandaşlarım da belki okumuşlardır. Ben size hatırlatayım. Diyor ki: İsveç in başvekili tramvayda ölmüş! İbret alın, vatandaşlarım. Bizden onkere zengin olan bir memleketin Başvekili, makamına tramvayla gidiyormuş ta, hemölecek hale gelen Başvekil yine tramvayla gidiyormuş ta, tramvayda ölmüş, vatandaşlarım. Aynı adam, o İsveç'in Harbiye Nazırının, muazzam ordularını güden adamın, her sabah evinden bisiklete binerek Harbiye Nezaretine gittiğini yazıyor. Karısı da çalışıyor. Evde tek hizmetçisi de yok. Dikkat buyurun, vatandaşlarım. Bizden on kere zengin Harbiye Nazırının evinde tek hizmetçisi yok. Karısı öğretmenlik yapıyor; akşam gelip yemeğini de pişiriyor; haftada çamaşırını dayıkıyor; ev hizmetini de görüyor. Bize böyle devlet lazım, böyle hükümet lazım, vatandaşlarım! Biz hepimiz kan kusan bir milletiz, on para kazanmak için. Ne oluyor? Nerede ise mahalle bekçisinin altına kadillak verecekler. (alkışlar). Bu para bizim kesemizden çıkıyor ve bu para bizim çoluk çocuğumuzun rızkından çıkıyor.
İşte görüyoruz, çocuklarımız meydanda: Hepsinin boynu çöp gibi kalmış; hepsinin ayağında ayakkabı yok; kimisi yalınayak, kimi nalınla, kimisi yırtık lastikle geziyor. Böyle memlekette kadillak ne demektir? Vali kız gibi kadillaka binip torniston ediyor. İsveç başvekili gibi, bu da resmen İsveç başvekili gibi tramvaya binsin. İstanbullu yağma mı var? Ondan sonra Taşlıtarla'ya giden vatandaşlar üst üste hınca hınç gaz tenekesinden arabaya binsinler. Üst üste gidebilene aşk olsun. Yahu, ne oluyor? o kadillaklara verilen para ile bu milletin seyrü seferine yarar iki üç tane daha geniş otomobil, kamyon ve Otobüs, alınamaz mı? Doğru mu bu vatandaşlar? Diğer partili arkadaşlarım. Bize ağır sanayi lazım, dediler, vatandaşlarım. Ağır sanayi, yani memleketimiz, demin de arz ettiğim: 77.5 milletin panayırı halindedir. Gidin Beyoğlu'na: yerli malı yok. Bütün ne varsa, donumuzun yamasını dikmek içiniğne bile Avrupa'dan geliyor. Bu ne faciadır, kardeşlerim? Bu millet bundan beş yüzsene evvel dünyada görülmemiş topları kullanmış. Bütün surları yıkmış. Şu dünyanın payitahtını zaptetmiş.. Teknik kuvvetle, o zamanın hiçbir memleketinde görülmeyen topu yapmakla zaptetmiştir. Ne olduk ta, bugün kara arabamızı da yapamıyoruz? Neden bizim otomobillerimiz kendi fabrikalarımızdan çıkmasın? Bir otomobili memlekete yüz bin liraya sokup ta ateş pahası yapalım? Vatandaşın rızkını mahvedelim? Zorlamak iyi midir? Birtakım yağlı, yavan kendine iktisatçı süsü veren dolandırıcılar: Türkiye'deağır sanayi olmaz, Türkiye'nin pazarı küçüktür, diyorlar. Utanmıyorlar,arlanmıyorlar.25 milyon nüfus ne kadar küçük? Şu İsrail, o çölün içinde şu Yahudi memleketi.. Şu da, Osmanlı Devletinin dün küçücük bir çöl vilayeti idi. Bugün bize kamyon yapıp ta satıyor. Biz 25 milyon nüfus daha bir kamyon yapamıyoruz. Birmilyon nüfuslu İsrail: Penisilin bile yapıyor, en lüzumlu ilacını da yapıyor, radyosunu da yapıyor, her şeyini de yapıyor, otomobilini de yapıyor. Biz 77,5 mïllete verelim paramızı, canımızı, ırzımızı, ruhumuzu.. Gelsin bozuk düzen arabalar, 77,5 çeşit makinalar.. kırılsın. Ondan sonra paramparça. Bu yedek parça ki, tamir edilsin de, ondan bir rızık çıkarasın. Bizim de bir motor fabrikamız; onun yanında bir traktör, bir otomobil fabrikası olmaz mıydı? Milyonlarca altınımız gitti. Bunların 30 milyon, 40 milyona birisi çıkabilir. 30-40 milyon nedir ki, bugünkü para ile?.. Yüzlerce milyonumuz havaya gidiyor da, şu memleketin cancağızına faide edecek işler yapılmıyor. Yaptın şeker fabrikası: Yapmaz olaydın, diyeceğim geliyor. Evet; yapılsın şeker fabrikası amma, bu memleketin köylüsü asırlarca tatlısını kendi pekmezinden yemedi mi, vatandaşlar? Bu memlekette ilk şeker fabrikası kurulduğu zaman, reklam olsun diye, Halk partisi köylülere şeker getirmişti. Yani şeker satılsın diye!Şeker lazım diyelim, her zaman, amma birinci ihtiyacımız değildir. Biz pekmezimizle de idare ederdik. Ne oldu üzümlerimiz? Bağlarımızı verelim inhisar'a: Çıksın alabildiğine tonlarca rakı, yığsın milletin başına ispirto.. zehirlesin halkımızı. Sonra şeker fabrikası kursun. Alkışlıyalım!... Bu mu? Bu memlekete şeker fabrikasından evvel, makina yapan fabrika lazım, vatandaşlarım. Ondan sonra, bir makina yapmağa başladık mı, iki sene içinde: Şeker fabrikasını da kurarız, çimento fabrikasını da kurarız, yollarımızı da kurarız, her şeyimizi yapana. Hem harice on paramız gitmez. Ve o kurulan fabrikalarda benim vatandaşım, benim milletim, benim işçim ekmek bulur. Bugün ne oluyor? Yabancı memleketin işçileri şunları yapıp geçiniyorlar. Biz buna harç vererek, oradan mal getiriyoruz. O da ne demektir? Onu ödemek için ecnebi bizim kağıt paramıza metelik vermiyor. Ecnebi altın istiyor, vatandaşlarım. Zaten bütün mesele bundan çıkıyor: Senin kağıt para yalnız sana geçer. Yeter altını ödedi mi; bugünkü hale gelir paramız işte. Ondan sonra da düşer de düşer. Bunun çaresi yok mu? Gayet açık var. Amma memlekette iktisat dediğimiz geçim işlerinin bütün zemberekleri, maalesef, Vatan Partisi'nin her zaman söylediği gibi, bezirganların elindedir. Bezirgan nedir? Buna tüccar diyorlar. Tüccar değil, vatandaşlarım. Tüccar, kendi memleketinin fabrikasından çıkan malı ecnebiye satmak için uğraşan adamdır. (Alkışlar).
Bizim tüccar dediklerimiz, ecnebi mallarının binbir çeşidini Türkiye'ye sokup, Türk'ün kanını kurutan insandır. Demin arz ettiğım gibi, oturduğu yerde bir işçinin bin senede kazanamayacağı milyonları, bir haftada, bir kalemde, oradan oraya aktarmakla cebine atan insanlardır. Buna karşı nasıl tedbir bulunmaz? Kaç kişidir bunlar? Bu memlekette gene Başvekalet istatistikleri gayet açık sayıyor. Yalnız İşçi sigortalarına yazılı olan işçilerimiz500 küsur bini geçmiştir. İşçi Sigortalarına yazılı işçilerimiz, diyorum. Ya yazılmayanlar? Ya işçiden sayılmayan fakir fukara? Buna mukabil işveren kaç kişidir, biliyor musunuz, vatandaşlarım? Resmen 16 bin kişidir. Bunun da 4-5 bini devlettir. Devlet işveren gibi görünüyor. O halde, 10-11 bin kişi, bu memleketin bütün kazancını, milyonların hayatı pahasına kendi kasasına indirirse, fukaralık kalkar mı? Fakat iş yalnız fukaralıkla bitse, gene bir derece razıyım. Daha feci tarafı: Bu bezirganlar bu memlekette yerli sanayiin kurulmasına da düşmandırlar. Neden düşman? Çünkü bütün bezirganlar (gidip Ticaret Odası'na: okuyun, listelere bakın, dosyalara bakın.. ) hepsi falan filan kefere memleketin buradaki acentesidir. Bütün ecnebi malların Türkiye'deki mümessilleri bezirganlar, o ecnebi malının kârını yapmak için, Türkiye'de ona benzer malın yapılmamasını isterler. Menfaatleri budur. Bu böyle bir lanet zümredir ki, memleketimize de, maalesef sanayiimize dahi kasteder. İşte bu zarurete karşı biz... Bunlar da, mamafih, insan olarak böyle görmüşler, böyle gidiyorlar. Belki onlara bizler, siyasetiyle, dürüstlüğü ile: Bu kaabil işleri bırakın; sermayenizi bu memlekete, vatandaşlara iş, ekmek temin edecek fabrikalara yatırın.. diye söylersek, o zaman onlar da daha hayırlı iş görürler belki. Fakat bugünkü şartlar içinde, iş onların elinde kaldıkça, şu meşhur davulu dövülen bezirgan Partiler memleketin kaderine hakim oldukça, bu işin sonu gelmez. Bu bezirganlar bu memlekette sanayiye de yer vermezler. Sadece iki üç fabrika kurarlar. Bu kurdukları da, yalnız, gene bir keferenin, bir Amerikalı Tornburg isminde akıl hocalarının onlara tavsiye ettiği sanayi olur. Yani, o adam: Siz Türkler hafif sanayi kurun, der.. Şeker fabrikası, çimento fabrikası, tamirhane.. Ben size makina yollayacağım, siz bunları tamir edecek yer açın... Bunu söylüyor, ve biz de onu yapıyoruz. Bu felakettir, vatandaşlarım. Bu memleket kendi makinasını kendi yapmazsa, demin bir kardeşimizin söylediği gibi, daima ecnebiye haraçgüzar oluruz, daima işsizlik bu memleketten en büyük afet olur. Neden yüzlerimiz daima solgun? İşsizlikten. Neden her şey ateş pahası? Gene işsizlikten, vatandaşlarım. Bu meseleler o kadar at ve deve, müşkül meseleler değil. Eğer bizim fakir fukara halkımız, şu önümde gördüğüm, beni dinlemek zahmetine katılan sevgili vatandaşlarım oylarını kendi menfaatleri için hakkı ile kullanabilseler, oraya kendi içlerinden kasketli çarıklıları gönderebilseler, emin olun ki çarçabuk düzelir. Bu kadar basit.. Karışık iş değil. Söylediğim gibi: 4 milyar bütçe!... O 4 milyar bütçenin % 60 ını verin memurlar yesin. Peki, bu memurlar yiyor da rahat mı ediyorlar? Onlar da etmiyor, çünkü hayat boyuna pahalılaşıyor. O halde memurumuza da iş çıkacak fabrika kurarsak iyi olur. O memur masa başında otura otura... Gidin kendisine sorun: Kimisinin midesi bozuktur, kimisi romatizma olmuştur.. kimisi baş ağrısından kurtulamaz. Böyledir vatandaşlarım. Masa başında oturmak zannettiğimiz kadar sıhhat verici bir şey değildir. Ínsanı kahreder. Yani, memur vatandaşımız da hayatla temasa geçmiş olursa, sanayimiz kurulursa, o da yaratıcı insan olur. Hem memleketin geçimi yükselir, hem o vatandaşları o sahada iş bulunur. Daha dolgun para bulurlar. Hem de memleketimiz bu açlıktan ve yoksuzluktan kurtulur. İşte Vatan Partisi bütün bunlara kendi programında gayet açık, vazıh, bir çoban kardeşimizin dahi anlayacağı kadar besbelli hal çarelerini teklif etmiştir.
Vatandaşlarım!.. Dertlerimiz o kadar çok ki, bunları, sabaha kadar devam etmekle bitiremeyiz. Fakat, vakit bitmiş. Onun için daha fazla başınızı ağrıtmayacağım. Tekrar rica edeceğim: Oylarınızı verirken, Allah rızası için kendiniz gibi insanlara verin. Vermeyin kapıkullarına. Sözümü bitirirken: Her kahrına seve seve katlandığımız güzel vatanımız ve büyük milletimiz yaşasın! Her kahra katlanan işçi, köylü, fakir fukara vatandaşlarımız yaşasın! Ve fakir fukara partisi olan Vatan Partimiz yaşasın! (Her cümleden sonra: Alkışlar)
MAHKEMECE VERİLEN SURETTİR
(Vatan Partisinin 15.10.1957 Salı günü saat:13.00 - 17.00 arasında Eyüp Meydanı'nda takip ettiği açıkhava toplantısında Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın diktafonla tespit edilen konuşmasıdır.)