Kundaktaki bebekten, yetişkinine uzanan bu şiddete karşı çıkabilme gücünü bulmak için sürekli hatırlamamız gereken basit bir cümle var: Tartıştığımız her başlığın orta yerinde, bağlam ne olursa olsun çıplak ya da örtülü ölü kadın bedenleri uzanıyor.

PATRİYARKA İLE ŞARTLI KAVGA EDEREK YENİ ÖLÜMLERİ ENGELLEYEBİLİR MİYİZ?

Narin Güran cinayetinin duruşma çözümlemelerini okumak herkes de farklı çağrışımlara yol açıyor. Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanı, Şahsiyet dizisi, Dogville, Kafka’nın Dava’sı… Zihin, benzerliği kurgusal olanla kurmak istiyor. Bu her gün hayatta kalabilmiş olmaya şükreden kadınlar için bir başa çıkma mekanizması olsa gerek.

Bugün bu yazıya başlarken benim aklımda da yaşananların kurguyla olan benzerliğine ilişkin fragmanlar vardı. Kolektif suç ortaklığı, kolektif hafızasızlık ya da hafızanın kolektif katli gibi kavramlarla düşünüyordum. Ama sonra durdum, çünkü bir şeyler eksikti.

Bireyin toplumsal sorumluluğunu ve toplumun birbirine sorumluluğunu tartışmak elbette önemli. Ancak kolektif suç ortaklığı ve hafızasızlığın asıl mimarı olan devlet aygıtı düşünülmeden dönüştürücü pratiğin kurulamayacağı da açık.

İşkence iddiaları, iktidar eliyle sarılmış sarmalanmış siyasal islamın ezici gölgesi, teoride maddi gerçeği açığa çıkartması beklenen mahkemenin devleti koruma refleksi ile formüle ettiği hissedilen sorular… Buradaki her bir başlık üzerine mutlaka birileri yazacak. Ama peki cinayetlerin önüne geçecek bir toplumsal güce dönüşememizin temel nedenlerinden olan “seçici dayanışmamızı” ve “fail algımızı” ne zaman tartışacağız? Ya da diğer bir soru: Patriyarka ile şartlı kavga ederek yeni ölümleri engelleyebilecek miyiz? Provakatif bir yanı da olsa bu soruları tartışmadan ilerleyemiyoruz.

Feryat samimi de olsa hayat kurtarmıyor

Şüphesiz “ 8 yaşındaki çocuğa bu nasıl yapılır?” feryadı samimi. Ancak samimiyet çoğu zaman hayat kurtarmıyor. Bu feryat Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmış göçmen kadınları kucaklamadığında, bu feryat katledilen bir gerilla kadının kameralar önünde teşhir edilen bedenine göz yaşı dökmediğinde hiçbir işe yaramıyor. Kökeni aynı yerden beslenen bu farklı şiddet biçimlerinin tamamına tepki gösterip feryat edebilen bir dayanışma ve mücadele ihtiyacı her geçen gün kendini daha da fazla hissettiriyor.

Narin’in cinayeti ile ilgili yargılama, erkek şiddeti ile devlet ilişkisinin doğrudanlığının kavranılabilmesi için önemli bir potansiyel taşıyor. Narin’i fiilen katledenin „toplumun mihenk taşı olduğu“ sürekli kafamıza kazınan aile örgütü olması, köye hakim tarikatın devlet eliyle desteklendiğine ilişkin güçlü bulgular, ortaya çıkan toplumsal tepki karşısında işkencenin (fiilen ya da söylemsel olarak) devreye sokulması… Bütün bunlar Narin’i bizzat katledenlerin yanında devletin de bir asli fail olarak durduğunu apaçık ortaya koyuyor. Burada dayanışmanın öfkesini dizginleyebilecek bir “ama” yok. Narin daha 8 yaşında. Mağdur suçlayıcılara ekmek yok. Narin göçmen değil. Irkçı reflekslerle sırt çevrilemiyor. Narin herhangi bir düşmanlaştırılmış politik temsile de uymuyor. O nedenle devlete yönelebilecek öfkeyi aşağıya çekmek, ya da bir kesimle sınırlamak o kadar da kolay değil.

İşte bu noktada devreye acı pornografisi giriyor ve devletin birçok aygıtı elbirliği ile bizi Müge Anlı türünden bir reality şovun içine sürüklüyor. Böylece öfkemizin kafası karışıyor, yönü şaşıyor. Sosyo-politik bağlamları olan bir cinayetin bir vicdan muhasebesine, gözleri yaşlı bir „canilik bu“ yüzeyselliğine sıkıştırılmasının yarattığı hedef bulanıklığı arasında aslında bütün bunları daha önce de yaşadığımızı, neredeyse her gün yaşadığımızı unutturuyor. Öfke sönüp gitmiyor belki ama ya ideolojik körlükten ileri gelen seçici dayanışma eliyle ya da yaratılan bu manipülatif ortamın etkisiyle heba oluyor.

Narin’in başına gelenler münferit mi?

Diri ve dönüştürücü bir öfke, sıkı bir hafızaya muhtaç. Ancak Türkiye’de hatırlamanın yanında hafızadakilerin de yeniden inşa edilmesi ve gözden geçirilmesi gerekiyor sanki. Ve soru sormak…

Birden çok kadının her gün o ya da bu şekilde katledildiği bir coğrafyada Narin’in başına gelenler münferit mi? Narin’in isminden gelen nazeninliğin yanına Özgecan’ın parçalara ayrılan gülüşü, Ekim Wan’ın teşhir edilen ölü bedeni, Hande Kader’in yakılan ömrü ve sınırın ötesinde minicik bedeni kıyıya vuran Aylan (Kurdi) bebeğin hiç yaşanmayacak geleceğini koyun. İşte o zaman cezai sorumluluğu taşıyan faillerin esasında bu yaşadığımız ve artık hayatta kalmak için bile olsa değiştirmek zorunda olduğumuzu iliklerimize kadar hissettiğimiz bu düzenin tetikçisi olduğunu da göreceksiniz.

Münevver Karabulut, Özgecan Arslan, Emine Bulut, Şule Çet, Pınar Gültekin, Ceren Özdemir, Ayşe Paşalı, Fatma Şengül, Hande Kader, Duygu Delen, Aleyna Çakır, Gülistan Doku, Rabia Naz, Aylan Bebek… Bu listeye kendi katliamını önlemek için kendini şiddetle savunmak zorunda kalmış Nevin Yıldırım, Çilem Doğan, Yıldız Ay, Sevgi Kıran ve Yasemin Çakal’ı da ekleyelim. Bu liste o kadar uzar gider ki.

Kundaktaki bebekten, yetişkinine uzanan bu şiddete karşı çıkabilme gücünü bulmak için sürekli hatırlamamız gereken basit bir cümle var: Tartıştığımız her başlığın orta yerinde, bağlam ne olursa olsun çıplak ya da örtülü ölü kadın bedenleri uzanıyor. (ŞERİFE CEREN UYSAL - BİANET)

Daha yeni Daha eski