Türkiye’de neden ırkçılığı tartışmıyoruz, tartışamıyoruz? Irkçılık hakkında tartışma neden bu kadar az? Türkiye’de ırkçılığın olmadığı, vars...
Türkiye’de neden ırkçılığı tartışmıyoruz, tartışamıyoruz? Irkçılık hakkında tartışma neden bu kadar az? Türkiye’de ırkçılığın olmadığı, varsa bile bunun tehlikeli, ama önemsiz addedilebilecek bir sapma, pek de güçlü olmayan, etkisiz bir politik hat olduğunu düşünmek neden bu kadar yaygın? Irkçılık neden üzerine pek düşünmediğimiz, hakkında derinleşmediğimiz bir husus? Çıkış noktamız bu sorular.
Türkiye’de bildiğimiz anlamda, klasik ırkçılığın olmadığı ya da ırkçılığın çok sınırlı örneklerle kendini gösterdiği tezi sadece geniş toplumsal kesimler açısından değil, Türkiye düşün dünyasının anaakım ve eleştirel kesimleri açısından da, kısmen olmak kaydıyla, paylaşılıyor üstelik. Örneğin, Türkiye’de Kürtlere yönelik ırkçılık, devletin asimilasyoncu politikaları ileri sürülerek pek ele alınmaz, ilgili literatürde bile görünmezleştirilir.
Oysa devletin Kürtlere yönelik politikalarının sadece asimilasyoncu nitelikte olmaması, asimilasyonculukla inkâr ve imha arasında gidip gelen bir sarkaç içinde, farklı politikaları geniş bir repertuar içinde birlikte uygulaması bir yana, asimilasyonculuk sonucunda da farklı ırkçılık biçimleri tezahür edebilir.
Bir başka örnek, Türkiye’de kapitalist devletin oluşum sürecinde gayrimüslim toplulukların tasfiyesi, ardından bilhassa Rum ve Ermeni toplumlarının adeta bir “apartheid rejimine” tabi kılınması süreçleridir.
Bu tarihsel arka plan anaakım akademik yazında, ırkçılık, “azınlık karşıtı politikalar” ya da genelgeçer “milliyetçilik çalışmaları” başlıkları altında tasnif edilerek marjinalleştirilir. Çoğu zaman cumhuriyet rejiminin çalkantılı kuruluş sürecine dair uzun erimli sonuçları olmayan bir parantez olarak ele alınır. Türkiye’deki ilksel birikim ve sınıf oluşum süreçlerine damgasına vuran, modern kapitalist devletin şekillenmesi sürecini belirleyen, dolayısıyla kalıcı izler bırakan bir ırksal tahakküm biçimi olarak ele alınmaz.
Irkçılık hakkındaki perspektiflerin bu kadar dar ve sınırlı olmasının önemli sonuçları var. Türkiye’deki farklı ırkçılık türlerinin, örüntülerinin, yapısal politikaların ve ırkçı pratiklerin doğallaşması, onları görünmez kılıyor. Böylece kurumsal ve sistematik ırkçı pratiklerle mücadele de etkisizleşiyor.
Daha çok milliyetçilik çalışmalarıyla şekillenmiş sosyal ve beşeri bilimler literatüründe, genel durumun iç açıcı olmamasına karşın, önemli çalışmalar yayımlandı şüphesiz. Hepsini saymak iddiamız olmadan söylersek, Nazan Maksudyan, Talin Suciyan, Güllistan Yarkın, İmren Borsuk, Nesrin Uçarlar, Taner Akçam, Zeynep Gambetti bu alanda çalışmış ve akla gelen ilk isimlerden.
Türkiye’de ırkçılık sorun edildiğinde dahi, ırkçılığı esas itibariyle önyargılarla, ırkçı klişe ve stereotiplerle, zihni kalıplarla, cehalet ve bilgisizlikle açıklayan liberal bir dizge hâkim. Toplumlar ırkçı önyargılarından arındırılabilse, farklı “azınlık” grupları siyasi ve ekonomik liderlik pozisyonlarında daha fazla görünür olursa ırkçılığın geriletilebileceğini öne süren bir anlayış bu.
Toplumsal bir yapı olarak ırkçılık
Toplumsal yapıları tartışmaya açmayan, mevcut sömürü ve tahakküm yapılarının ırksal hiyerarşileri nasıl yeniden ürettiğini dikkate almayan ve bunları değiştirmeye yönelmeyen böyle bir ırkçılık karşıtlığını sınırlı buluyoruz.
Bu türden sınırlı, liberal bir ırkçılık karşıtlığı, bugün küresel düzeyde yeniden üretilen ve tahkim edilen köklü, yapısal ırkçılık biçimlerini kavramakta yetersiz kalacaktır. Dünya çapında güçlenen ve ulus ötesi bağlarla, kimi araştırmacılara göre, bir “faşist enternasyonal” olarak örgütlenen ırkçılık biçimleri, kapitalist ilişkiler içinde ve yeni sömürgeci tahakküm yapılarına eklemlenerek işliyor. Neofaşist hareketlerin ürettiği farklı politik retorikler de küresel düzeyde dolaşıyor ve yayılıyor.
Göçmen karşıtı ırkçılığın politik retoriği bunun en belirgin örneklerinden biri. Tıpkı Fransa’da olduğu gibi, Türkiye’de de göçmen karşıtı ırkçılık, göçmenlere “fazla hoşgörülü” davranıldığından yakınabiliyor, her iki ülkede de göçün bir “istila” haline dönüşmesinden dolayı Türk ve Fransız olmanın utanılacak bir şey haline geldiğinden söz edebiliyor. Göçmenlerin ulusal demografik yapıyı çökertmeye dönük bir komplonun parçası olduklarını öne süren “büyük yerinden etme” argümanı, farklı bağlamlarda farklı yerel renklere bürünerek de olsa Amerika’dan Avrupa’ya, Tunus’tan Türkiye’ye taraftar bulabiliyor.
Biz ırkçılığı toplumsal bir yapı olarak tartışmak istiyoruz. Teker teker insanlar ırkçı önyargılara sahip olmayabilir, ama siyasi, iktisadi ve sosyal kurumlar, yapılar ırkçı olabilir. Bir başka deyişle, toplumu oluşturan insanların çoğunluğu ırkçı fikirlere sahip olmasa da aynı toplum ırkçılık temelinde işleyebilir. Tam da bu yüzden, sistemik ve kurumsallaşmış ırkçılığın farklı ve değişen tezahürlerini tartışmak istiyoruz.
Irkçılığı böyle ele almak istememizin bir nedeni de şu: Eğer ırkçılık bireysel önyargılardan daha fazla bir şeyse, sömürü ve tahakküm yapılarıyla alâkalıysa, o zaman ırkçılık karşıtlığı, o yapıları dönüştürmek için kolektif eylem gerektiği anlamına gelir. Irkçılıkla mücadele, insanların ırkçı önyargılardan vazgeçmesi ya da nefret söylemlerine başvurmaması için eğitilmesi gibi bir yaklaşıma indirgenemez. Irkçılık, ırkçılığı mümkün kılan toplumsal ve iktisadi yapıların dönüştürülmesi ve ortadan kaldırılmasıyla altedilebilir.
Irk rejimleri
“Irk” modern bir buluştur, inşa edilmiş bir farklılık kategorisidir ve ırkçılık da modern kapitalist toplumların karakteristik özelliği olan tarihsel bir yeniliktir. Ancak, ırkın ideolojik bir icat, bir kurgu olması, onun sadece bir yalan, bir yanılsama, yanlış bilinç ya da boş inanç olduğu anlamına gelmez.
Irk somut toplumsal ilişkiler ve kurumlar üzerinden inşa edilir ve bu anlamda belirli bir ırkın üyesi olarak sınıflandırılmanın, yani ırksallaştırılmanın gerçek ve maddi sonuçları vardır. Irksallaştırılmış farklılığın üretilmesiyle birlikte, örneğin, “Suriyeli” ya da göçmen olmak, işgücü piyasasındaki yerinizi, eğitiminizi, yaşadığınız mahalleyi vb. belirleyen çok önemli bir faktör haline gelir.
Irkçılığa karşı köktenci bir mücadele, ırkçılığın diğer tüm sömürü ve tahakküm yapılarıyla nasıl eklemlendiği üzerine düşünmek ve buna karşı politika üretmek anlamına gelir. Irkçılığın kapitalist üretim ilişkileriyle, heteronormatif patriyarkal sistemle nasıl eklemlendiği çok temel bir mesele.
Göçmen karşıtı ırkçılığın göçmenlerin emek sömürüsü için ideolojik çerçeve kurmasından ayrı düşünülemeyeceği gibi, Kürt düşmanlığı aynı zamanda Kürt tarım emekçilerinin ücretlerini kırmak için de işe yarıyor. Farklı gruplara yönelik ırkçı pratikler ve retorikler, kapitalizmi, militarizmi, heteronormatif patriyarkayı güçlendiriyor. Örneğin, “sınır namustur” sözünün gösterdiği gibi, birbiriyle ilişkilendiriyor, sürekli ve gündelik olarak yeniden tahkim ediyor.
Irkçılığı bir kalıntı, geçmişte kalsa da zaman zaman hortlayan irrasyonel bir arkaizm saymıyoruz. Aslında, Marx’ın meşhur deyişine atıfta bulunarak, bugün dünyada dolaşan hayaletin ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hatta faşizmin hayaleti olduğu rahatlıkla söylenebilir. Tam da bu yüzden ırkçı yapıların kendilerini farklı koşullarda yeniden üretme biçimlerini, ırksal rejimlerin tarihsel ve güncel biçimlerini tartışmak istiyoruz.
Faşizmi olmuş bitmiş, tarihte “yerini” almış bir şey saymadığımız gibi, ırkçılığı da günümüz gerçekliğine yabancı bir gerçeklik saymıyoruz. Irkçılığı bir istisna, mevcut toplumsal düzenle bağı olmayan, hatta onu tehdit eden bir irrasyonel patlama, bir sapma olarak görmüyoruz, tersine onun bizzat o düzende temellendiğini tartışmak istiyoruz.
Irkçılığı geçmişte kalmış, olmuş bitmiş ve arada bir yeniden ortaya çıkan bir anomali olarak görmüyoruz, ama aynı zamanda Türkiye’de ezelden gelip ebede giden, değişmeyen ve monolitik tek bir ırkçılık biçimi olduğunu ileri sürmekten de geri durmak gerektiğine inanıyoruz. Irkçılık diye tarih üstü bir soyutlama yoktur, her tarihsel dönemde farklı bir biçime bürünür, farklı bir içerik kazanır. Tam da bu nedenle zaman içinde değişen, farklı siyasal ve toplumsal güç ilişkileri içerisinde şekillenen farklı (Cedric Robinson’un tabiriyle) “ırksal rejimleri” tartışmak ve sorgulamak gerektiğine inanıyoruz.
Türkiye’de ırkçılığın güzergâhlarını incelerken, üzerine dikkatle çalışılması gereken, nüanslı bir perspektife ihtiyacımız var. Burada pek çok parametreyi dikkate almak gerekiyor; ırkçılık biçimlerinin dönemselleştirilmesi ve farklı tarihsel momentlerde aldığı farklı biçimler, bu biçimler arası süreklilikler ve kopuşlar, sermaye birikimi rejiminin ihtiyaçlarıyla ilişkiler, politik ve toplumsal hareketlerin oluşturduğu birikime karşı mobilizasyon ve iktidarın ya da devlet aygıtının farklı klikleriyle kurulan farklı ilişkiler gibi pek çok açıdan derinleştirilmiş çalışmalar şart.
Örneğin, Ermeni karşıtı ırkçılık soykırım inkârından (Talin Suciyan’ın tabiriyle, “inkâr habitusundan”), Kürt karşıtı ırkçılık ise Kürt hareketinin tarih sahnesine çıkmasından ve yarattığı politik zeminlerin sömürgecilik yapılarını dönüştürmesinden ya da onlara meydan okumasından bağımsız ele alınamaz. Dolayısıyla, inceltilen, nüanslı bir perspektifle farklara ve benzerliklere dikkat kesilen, Türkiye tarihine teleolojik bir biçimde bakmayan çalışmalar bu alanda ufkumuzu açacaktır.
Irkçılık dendiğinde Türkiye’de çoğu zaman yapıldığı gibi, sadece “kafatasçılığı”, yani biyolojik ırk temelli dar anlamda ırkçılığı anlamıyoruz. Günümüzün “yeni” ırkçılıkları zaten bazı “ırkların” diğerlerine karşı biyolojik üstünlüğünü değil, “etnik gruplar” arasındaki özsel addedilen kültürel farklılıkları öne çıkarıyor.
Özselleştirilen, değişmez addedilen, hâkim toplumsal yapılar aracılığıyla sürekli olarak ırksallaştırılarak yeniden üretilen her “farkın” (kültürün, dinin, “medeniyetin”) bir ırk işareti haline gelebileceğini biliyoruz. Irkçılığı bu geniş temelde tartışmak istiyoruz. Dolayısıyla, Türk milliyetçiliğinin ırkçı damarını 1940’lı yılların ilk yarısında egemen olmuş, “zamanın ruhu” itibarıyla gelişmiş, lakin sonrasında gerilemiş kökü dışarıda bir parantez addetmiyoruz.
Bu bağlamda, bizim için politik olarak en önemli şeylerden biri, ırksallaştırma süreçlerinin mükemmel kabul edilen, şiddetle tamamlanmış örneklerine bakarak bunun olmadığı her durumda ırkçılık olmadığını varsayan bakışın rahatlatıcılığına itiraz etmek. Bunu herhangi bir alarmist yaklaşımdan ötürü değil, bugünün karanlığında, yanan bir dünyada ve yanı başımızda devam eden Filistin soykırımının yakıcılığında konuştuğumuzu unutmayalım.
Avrupa’da ve Amerikalar’da Filistin soykırımının meşruiyetinin kurulmasında Arap karşıtı, Filistin karşıtı ırkçılık çok önemli bir rol üstlendi. Ya da yine Filistin’deki soykırımın meşrulaştırılmasında, çok önemli bir ırkçılık biçimi olan anti-semitizmin farklı kötüye kullanımlarının katkısı oldu. Dolayısıyla, ırksallaştırma süreçlerinin dinamik, sürekli değişen ve kolaylıkla farklı bağlamlara adapte olabilen yapısını akılda tutmak gerekiyor.
Siyah derili emek
Patriyarkadan ya da ırksal tahakkümden ya da sömürgeci rejimden azade, “saf” bir kapitalizm diye bir şey yok, hiç olmadı. “Reel kapitalizm”, yani gerçekte var olan kapitalizm daima toplumsal cinsiyet ve ırk temelli tahakküm biçimleri aracılığıyla işlemiş, bu tahakküm biçimleri sermaye birikim sürecinin işleyişinin ayrılmaz parçası olmuştur.
Bu anlamda ırk ve ırkçılık, sözde “renk körü” kapitalizme eklenen ikincil unsurlar değil, onun işleyişinin ayrılmaz bir parçasıdır. Kapitalizmi, işleyişinin bir parçası olarak cinsiyete dayalı ve ırksal baskının sürekli olarak yeniden üretildiği karmaşık bir bütünlük olarak anlamamız gerektiğine inanıyoruz.
Sınıfsal sömürü ve ırksal tahakkümü birbirine dışsal, birbirinden bağımsız iki ayrı hakimiyet sistemi olarak görmüyoruz. Sınıfsal sömürüyü esas addedip ırksal baskıyı ikincil konuma, bir üstyapı ya da kimlik meselesine ve “kimlik siyasetine” havale eden yaklaşımı reddediyoruz. Irkçılığı hâkim sınıfın bir oyununa, sınıfı bölmek, onu gerçek çıkarlarını idrak etmesini önlemek için kullandığı bir hileye indirgemiyoruz.
Sınıfın inşa sürecinde “ırkın”, “ırkın” inşa sürecinde sınıfın belirleyici olduğunu savunuyor, sermaye birikim ve sınıf oluşum süreçlerinin ırksal baskı ve tahakkümle spesifik bütünleşme biçimlerinin sorgulanmasının önemli olduğunu düşünüyoruz.
Burada özellikle şunun altını çizmek isteriz: Irkçılık doğal olarak “birlik” olan işçi sınıfını yapay yollarla “bölmez”. Sermaye birikimi işçilerin koşullarında genel bir homojenizasyona neden olmaz. Tersine, çalışma koşulları ya da ücret düzeylerinde sürekli olarak farklılaşmalara neden olur.
Sermaye, kârını emeğin toplumsal koşullarını homojenize ederek değil, ırk, ulus, coğrafi köken ve toplumsal cinsiyete göre belirlenen farklılığın toplumsal üretimi yoluyla maksimize eder. Sınır, vatandaşlık ya da sosyal güvenlik politikalarında ve iş hukukunda somutlanan sistemik ırkçılık, bu eşitsizliği meşrulaştırma ve işgücü piyasasındaki rekabeti düzenleme yollarından biridir.
Kapitalizm işçileri geçim araçlarına ulaşmak için sürekli olarak birbirleriyle rekabet etmek basıncıyla karşı karşıya bırakır. Kimin hangi işe, hangi koşullarda sahip olup olamayacağı emek piyasasında işçileri birbirleriyle karşı karşıya getiren bu rekabet sonucu ortaya çıkar. İşte ırkçılık, tıpkı patriyarkal tahakküm gibi, işçiler arasındaki bu rekabet ilişkisini regüle edip yönetmenin yollarından biridir.
Kapitalizmin diğer tüm sömürü ve tahakküm yapılarıyla birlikte iş gördüğünü düşününce akla ilk gelen kavram kesişimsellik olmak zorunda da değil üstelik. Kesişimsellik de eleştirilerle birlikte kullanılabilecek bir kavram şüphesiz, ama pek çok başka sosyal ve beşeri bilimci gibi biz de, kapitalizmin kuruluşundan itibaren diğer sömürü ve tahakküm yapılarıyla eklemlenerek ve Gabriel Winant’ın vurguladığı gibi, aynı zamanda “koruma-çözülme” ilişkisi içinde, onlarla ilişkisel bir biçimde kurulduğunu söylüyoruz.
Klasik Marksizmin sınıf oluşumuna dair çalışmalarında, işçi sınıfının hem çok dilli, çok etnisiteli, ulus aşırı, enternasyonal yapısı hem de işçi sınıfının kurtuluş ufkunun ancak enternasyonalist, ulusal sınırları aşan bir politik perspektiften olacağı vurgulanır. Amerika’daki köleciliğe karşı “Siyah derili emeğin damgalandığı yerde, beyaz derili emek kendisini kurtaramaz” diye yazan, İngiliz işçi sınıfı içinde İrlandalılara karşı olan nefreti, “İngiliz işçi sınıfının örgütlülüğüne rağmen güçsüzlüğünün sırrı” olarak tanımlayan Marx, işçi sınıfının oluşumundaki çoğulluğun gündeme getirdiği siyasal sorunlar karşısında son derece duyarlıydı.
İngiliz işçi sınıfının oluşumuna dair çığır açan birçok çalışmada, özellikle de Marcus Rediker, Peter Linebaugh gibi isimlerin eserlerinde, bu sınıfın aslında Atlantik işçi sınıfı olarak şekillendiği ve kuruluşundan itibaren beynelmilel olduğu görülür. Dahası, Marksist feministler, belki en belirgin biçimde 1960’lar ve 1970’lerden itibaren, üretim ve yeniden üretimin ancak birlikte düşünülebileceğinin altını çizer.
Bu bakımdan, işçi sınıfının hem uzun erimli kurtuluş mücadelesi hem de kısa erimli ücret mücadeleleri, örneğin, ailenin toplumsal konumundan, kadın emeğinin denetiminden ve eviçi emeğine el konma biçimlerinden de ırksal ve ulusal tahakküm pratiklerinden de ayrı, soyutlanarak düşünülemez.
Dolayısıyla, sesi son zamanlarda giderek daha çok çıkan “milli solun” telaşla ileri sürdüğü gibi, diğer tüm sömürü ve tahakküm ilişkilerinden ve yapılarından azade, her şeyle ilişkisiz bir işçi sınıfı oluşumu uydurulmuş bir mittir. Tersine, kapitalizmde ırksal, coğrafi ya da etnik kimlik, Stuart Hall’un deyişiyle, “Sınıfın onun aracılığıyla deneyimlendiği usul, sınıf ilişkilerinin tecrübe edildiği vasıta, onun sahiplenildiği ve mücadele edildiği biçim” halini alır.
Dolayısıyla, “saf” bir muhayyel sınıf politikasını “kimlik politikalarının” karşısına koyan her yaklaşım beyhudedir. Bu bakımdan, kapitalist sermaye birikimi süreçleri ile ırksallaştırma süreçlerinin bir aradalığı ve eşzamanlılığı basitçe kapitalizme “kimlik meselesini” katmaya dair bir tartışma değildir, bu süreçler sermaye birikimi rejimlerinin kendisine mündemiçtir.
Irkçılık karşıtı siyaset, sınıf siyasetinin ayrılmaz bir parçasıdır. Etkili bir sınıf örgütlenmesi ve siyaseti, kapitalizmin ırksal ayrımları sürekli yeniden üretmesi karşısında, ırkçılık karşıtlığını da içermelidir. Yani sınıf siyaseti ve mücadelesi, açık ırkçılık karşıtı taleplerle birleştirilmelidir. İşçi sınıfının sadece “genel” ya da “evrensel” çıkarlarına odaklanan ırk körü bir sınıf siyaseti kesinlikle işe yaramayacaktır. Angela Davis’in bir zamanlar söylediği gibi, “Irkçı bir toplumda ırkçı olmamak yeterli değildir; ırkçılık karşıtı olmalıyız.”
Sömürgeci bumerang
Sömürgeciliğin ırkçı tahakkümün oluşumunda belirleyici rol oynadığı gerçeğinden hareketle, sömürgeci pratikleri daha geniş bir çerçevede tanımlamayı hedefliyoruz. Sömürgeciliğin geçen yüzyılın dekolonizasyon süreçlerinde bitmiş gitmiş bir mesele olduğunu düşünmüyoruz. Güncel sömürgeci pratiklerin ırkçı pratikleri nasıl yapılandırıp yeniden ürettiğini tartışmak istiyoruz.
Avrupa merkezli ve deniz aşırı sömürgelerle metropolün ilişkisine dar bir çerçeveden bakarak ve bununla karşılaştırarak diğer tüm sömürgesel (kolonyal) repertuarı görmezden gelen yaklaşımların aksine, Türkiye Cumhuriyeti devleti özellikle Kürdistan’da çok belirgin sömürgeleştirme pratikleri uyguladı. Bu pratikler, Türkiye’nin pek çok yerindeki “politik ölüm” örnekleriyle birlikte düşünülebilir örneğin. Ya da başka bir şekilde söylersek, Kürdistan’daki politik ölümlerin Türkiye’nin farklı mekânlarındaki farklı gruplar açısından oluşan politik ölümlere nasıl ihraç edildiği üzerine düşünülebilir.
Ancak, sömürgecilik meselesi sadece bir şiddet fazlası olarak düşünülemez, çünkü sömürgecilik şiddet biçimlerinin yanında çok farklı unsurlar, çok geniş bir sömürgeci repertuar da içeriyor. Bu sömürgeci repertuar sınıfsal ilişkilerden ikili hukuk yapısına, farklı rıza devşirme biçimlerinden Türkiye’nin geri kalanına da sirayet eden ırkçılık pratiklerine kadar köklü bir dönüşüme yol açtı. Bugün sömürgeciliğin, örneğin, mekânla ve kent meselesiyle, heteronormatif patriyarkal ilişkilerle, gündelik hayat pratikleriyle nasıl yeniden ve yeniden kurulduğunu dikkatle düşünmek gerekiyor.
Sömürgede olan sömürgede kalmadı, Aimé Césaire’in söylediği gibi, güçlü bir sömürgeci bumerang ile Türkiye’nin pek çok yerinde, şüphesiz kılık, isim ve ilişki değiştirerek, ama bazen de benzer biçimlerde seyahat etti. Bu “bumerang etkisi”, sömürgede uygulanan baskı ve tedhiş politikalarının ister istemez sömürgeleştireni de etkileyeceği, aynı baskı ve disiplin tekniklerinin dönüp dolaşıp “metropolde” de gündeme geleceği anlamına gelir. Bu anlayışa göre, Nazizmin yaptığı, Batı dışında uygulanan ırksal hiyerarşi, kolektif cezalandırma, kırım ve tedhiş politikalarının Avrupa kıtasının içine taşınmasından ibaretti. Yani sömürgeci pratikler ister istemez bir “faşizm rezervuarı” oluşturur ve “faşizm mekaniğine” yol açar.
Üstelik, Türkiye’nin sömürgecilik pratiklerini sadece Kürdistan’la sınırlı olarak değil; Kıbrıs’tan İmroz’a, Suriye’den Irak ve Afrika’ya pek çok farklı bağlamla birlikte de düşünebiliriz. Dolayısıyla, Türkiye’de sömürgecilik temelli ırkçılık biçimlerini düşünmek demek, aynı zamanda Türkiye kapitalizmi ile sömürgeci repertuarı birlikte düşünmek, bu ikisinin, özellikle son kırk yılda, nasıl iç içe geçerek boy verdiğini, nasıl birbiriyle eklemlenerek sonuçlar yarattığını da eşzamanlı olarak düşünmek anlamına gelecektir. Bu da hem politik olarak hem de düşünsel olarak, yeni ve güçlü bir perspektif oluşturma imkânı doğuracaktır, buna inanıyoruz.
Amerikalı tarihçi, sosyolog ve sivil haklar hareketi militanı W. E. B. Du Bois, 1913’te yazdığı bir yazıda, ırk meselesini “Amerikan sosyalistinin büyük sınavı” olarak adlandırmıştı. Bugün ırkçılığın yalnızca Amerikan sosyalistleri için değil, dünyanın bütün sosyalist ve kurtuluşçu hareketleri için büyük bir sınav teşkil ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. (Özgür Sevgi Göral, Foti Benlisoy - BİRARTIBİR.ORG)
Hiç yorum yok