Antifaşizm ve işçi sınıfı


Demokrasi mücadelesi ya da antifaşist mücadele tekelci kapitalizmi, emperyalist bağımlılığı ve onun egemenlik aygıtlarını hedefe koyan bir platformu zorunlu kılmaktadır.

Saray iktidarının son süreçte içine girdiği saldırı dalgası, kurulmak istenen rejimin karakterine ve karşısında örgütlenecek seferberliğe ilişkin tartışmaları da yeniden gündeme getiriyor. Başta ağır sömürü-yoksullaştırma ve ülke kaynaklarının bir avuç tekele aktarılması yönündeki sermaye programının uygulanması olmak üzere, grev yasaklarından kayyım atamalarına kadar bütün kazanılmış hakları ve demokratik süreçleri yok etme girişiminin hızlanması, siyaset yapma hakkının uydurma yargı kararlarıyla gasbedilmesi, siyasi tutsaklara cezaevlerinde insanlık dışı koşulların dayatılması vb. adımlar ve nihayet CHP’ye yönelik operasyonlar ve el koyma girişimiyle muhalefetin bütünüyle tasfiye edilmesi planlarının devreye sokulduğu ve faşist bir rejim inşa etme çabasının esas karakterini verdiği bu faz değişiminde antifaşist mücadele ve birliklere ilişkin tartışma da daha kritik hale geliyor.

Siyasetle yakından ilgilenen herkes faşizme (ya da faşizm tehlikesine) karşı mücadele ihtiyacı bağlamında çeşitli birlikler, cepheler, ittifaklar vb. kurma tartışmasına sıkça denk gelmiştir. Türkiye örneğinde bu birlik denemelerinin çoğu başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ancak bu sonuçlar, tartışmayı gereksiz kılmaz. Çünkü ittifak, cephe ya da birlikler tartışması sosyalist siyasetin temel tartışmalarını da barındırır: Demokrasi ve iktidar sorunu, mücadele özneleri, program, strateji, taktik vd… Her ülkenin tarihsel ve özgün koşullarına bağlı olarak gerçekleşen ittifak ve birlik politikaları işçi hareketi ve komünistlere Bulgaristan, Fransa, Arnavutluk ve yakın tarihte Tunus örneklerinde olduğu gibi kimi başarılar, bazen de başarısızlıklar getirmiştir.

İşçi sınıfının, sınıflar mücadelesinde belirleyici bir mücadele öznesi olarak sahada olmadığı, işçilerin politik gerilim ve mücadele başlıklarında bir sınıf olarak davranmadığı dönemlerin böyle tarihsel dönemeçlere denk gelmesi antifaşist mücadelenin dinamiklerine dair tartışmayı zorlaştırır. Çünkü işçi sınıfının mevcut siyasal (hatta sendikal) temsiliyetine, işçi hareketinin zayıflığına, örgütlülük oranı ve bilinç düzeyi gibi somut olgulara bakıldığında antifaşist mücadelede sosyalistlerin varsaydığı merkezi konumu nasıl alacağına dair soru işaretleri kendini gösterir. Bu kafa karışıklıklarından hareketle faşizme karşı mücadele bahsinde işçi sınıfı ya “sosyalist hareket” gibi dar bir temsiliyete eşitlenir ya da sendikal-ekonomik taleplerle meşgul, “genel grev” yapması beklenen dışsal ve edilgen bir özne olarak çağrılır. Ancak bırakalım ‘demokratik mücadelede işçi sınıfının rolü’ ve ‘tarihsel devrimci özne’ gibi ezberleri; Türkiye’nin içinden geçtiği özel durum bile, işçi sınıfının politik, demokratik talepleri ve sınıf çıkarları merkezinde bir birleşik mücadele ihtiyacını her geçen gün yeniden hatırlatıyor.

Faşizmin bağlamı, antifaşist mücadelenin hedefi

Eğer faşizmi, sınıflar üstü bir devlet örgütlenmesi ya da küçük burjuvazi gibi ara katmanların geçici radikalizmi olarak ele almayacaksak; kapitalizmin kendi iç çelişkileri ve çatışmalarından türeyen bir olgu olarak anlamalı, dolayısıyla sınıflar mücadelesinin düzeyi açısından anlamlandırmalıyız. O zaman Türkiye’deki faşist inşa sürecini ve faşist devlet örgütlenmesi yönündeki yönelimi, bu bağlama yerleştirmeliyiz.

Türkiye, uzunca bir süredir ekonomik ve siyasal bakımdan belli başlı büyük tekelci sermaye grup ve fraksiyonların egemenliği, kontrolü, denetimi, yönetimi altındadır. Saray iktidarının en önemli bileşeni olarak AKP, neoliberal bir parti olarak tekelci bir fraksiyonun temsilcisi olsa da bir bütün olarak tekelci sermayenin çıkarlarını da korumayı sürdürmektedir. Bu sınıfsal konum, son dönemde OVP gibi sermaye programlarıyla daha görünür hale gelse de İş Kanunu’na ilişkin düzenlemeler, grev yasakları, vergi politikaları, sendikasızlaştırma, mülksüzleştirme, büyük sermayeye kaynak transferi vb. saldırılarla AKP ezelden beri tekelci sermayenin direktif ve ihtiyaçlarına göre pozisyon almıştır.

Bir diğer bağlam dünya genelinde güçlenen faşizm eğilimidir. Yeniden Trump döneminin çarpıcı biçimde gösterdiği gibi faşizm eğiliminin dünya genelinde güçlenmesi, emperyalist çelişkilerin girdiği derin çözümsüzlüğü, küresel kapitalist sistemin sürdürülebilmesi ve yeniden üretimi açısından yapısal sorunlarla karşı karşıya olduğunu ve egemen sınıfların bu sorunları eskisi gibi yönetemediğini gösterir. Faşizm de dahil siyasi gericiliklerin tümü emperyalizm ve tekelci sermaye düzeninin çıkmazlarıyla ilgilidir.

Bu koşullar bize antifaşist mücadele açısından iki zorunlu sonucu göstermektedir; 1-Demokrasi mücadelesi ya da antifaşist mücadele tekelci kapitalizmi, emperyalist bağımlılığı ve onun egemenlik aygıtlarını hedefe koyan bir platformu zorunlu kılmaktadır. 2-Antifaşist mücadele dolaysız biçimde kapitalizm koşullarında sömürülen üretici ve kolektif güç olan işçi sınıfının pozisyonuna bağlıdır. Biraz detaylandıralım.

Antifaşist mücadelede işçi sınıfı öncülüğü

Emperyalizmin ve emperyalist bağımlılığın antidemokratik (demokrasi düşmanı) içsel eğilimi; günümüzde demokratik hareketin içeriğinin emperyalist bağımlılık ve tekelci burjuva egemenliğinden kurtulmanın programıyla bağlanmasını koşullandırmıştır. Çeşitli toplumsal hareketlerin ya da burjuvazinin bir kesiminin kimi demokratik reformları savunabilmesi bu durumu değiştirmez. Çünkü ulusal hak eşitliği, seçme-seçilme hakkı, ifade özgürlüğü, anayasal haklar vb. demokratik taleplerin her birinin önündeki esas engel emperyalist sistem ve Saray yönetiminin iş birlikçi iktidar düzenidir. Dolayısıyla bu tekel egemenliğini karşısındaki potansiyel güç şu ya da bu düzeyde demokratik mücadele geleneğine sahip özne değil; emperyalist tahakkümün doğrudan ve birincil hedefi olan işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, demokratik taleplerin en tutarlı savunucusu olma pozisyonuna emperyalizm tarafından itilmiştir.

Faşizm eğiliminin belki de en temel sorunu, ona zemin hazırlayan kriz ve çıkmazların aynı zamanda düzen dışı (kapitalizm ötesi) bir devrimci potansiyeli de kendi içinde taşımasıdır. Faşist bir inşa sürecinin kaderinin iktidar güçlerince sürekli el yükseltme grafiğine bağlanmasının temel nedeni de budur. Örneğin işçi sınıfı, ekonomik-sendikal mücadele alanında bile olsa neredeyse her talebinde, itirazında (ücret mücadelesinde, sözleşme döneminde, TİS masalarında, sendikalaşma çabasında) karşısında doğrudan iktidardaki sınıf temsiliyetini buluyor. Bütün bir ücret tavanı, örgütlenme düzeyi, sosyal-sendikalar haklar bariyeri tek tek işletmelerdeki patronlarca değil, sermaye iktidarı tarafından örülüyor. Kamu işçilerinin sözleşme dönemindeki “basit talepleri” karşısındaki iktidar tutumunun da ücret talepli grevlerin “milli güvenliği bozucu” nitelikte sayılıp yasaklanmasının da nedeni budur. İşçi sınıfının ekonomik-sendikal taleplerle sürdürdüğü irili-ufaklı mücadele cephelerinin demokratik-politik karakter kazanmasının zemini tekelci sermaye güçleri tarafından yaratılmaktadır. İşçi sınıfının (artık politik bir karakter de kazanan) sendikal-ekonomik mücadelenin dar sınırlarından kurtulup antifaşist mücadelenin merkezi unsuru olması hem çok daha zorunlu hem de çok daha mümkündür.

İşçi sınıfı, kapitalizm koşullarında toplumsal pozisyonu gereği diğer toplumsal kesimlerin ve sömürülen sınıf ve tabakaların taleplerini formüle etme ve çıkarlarını savunma yeteneğine sahip olan devrimci öznedir. Marksist Siyaset Bilimci Shandro’nun da belirttiği gibi Lenin’in formüle ettiği hegemonya (işçi sınıfı öncülüğü) nosyonu, basit bir üstyapı fenomeni değildir, aksine sosyoekonomik yapıda temellenmiştir.* Yani hegemonya basitçe, bir dizi faaliyet ve öz örgütlenmeler yoluyla kitlelerin rızasını kazanma aracı olarak değil; hegemonya peşindeki siyasi aktörün (işçi sınıfı), siyasal verili durum içinde hareket etme ve sınıf mücadelesinin kendiliğinden hareketi içinde kendisini uyarlama ve yeniden uyarlama yeteneğini gösterebilmesi olarak anlaşılmalıdır. Yani işçi sınıfının öncülük edeceği bir politik proje iddiasının ayırt edici noktası işçi sınıfına tanınan ideolojik, ontolojik bir üstünlük ya da işçi sınıfınca kazanılacak bir ulusal popüler irade değildir, işçi sınıfının potansiyel müttefiklerinden araçsal olarak faydalanmasını salık veren reel siyaset önerisi de değildir. Antifaşist mücadelede işçi sınıfının rolü somut-pratik arayışlara uyarlanma (ve direnç gösterme) kapasitesinde somutlaşabilir. Bu kapasite işçi sınıfına günümüz toplumsal koşulları tarafından verilmiştir. Mesele onun açığa çıkmasıdır. (ENDER ŞİAR ERGIN - EVRENSEL)

* Shandro, Alan(2021), Lenin ve Hegemonya Mantığı, Çev. Özgür Öztürk, Köstebek Kolektif, İstanbul.

Blogger tarafından desteklenmektedir.