Kaçma şüphesi vardır

İddianame geldiğinde baktım, dava ne 141’inci maddeden açılmış ne de 159’dan. Askeri savcı, konuşmalarımda, komünizm propagandası bulmuş ve davayı, 142’nci maddeden açmış.


Bir adam durup dururken tutuklanmaz. Tutuklanması için suç işlemesi gerekir. Bir kimsenin suç işlediğine ilişkin güçlü belirtiler varsa, o kişi tutuklanabilir. Hakkında dava açılan herkesin tutuklanması diye bir kural yoktur.

Yoktur amma, gel bunu sıkıyönetimcilere dinlet dinletebilirsen. Şöyle bir sıralarsak, suç işlediğine ilişkin güçlü belirtiler bulunan bir kimse, eğer suç ağır cezalık ise tutuklanabilir. Başka?.. Başka şu… Suç devlet ve hükümet nüfuzunu kırıyorsa, sanık yine tutuklanabilir. Ayrıca, sanığın kaçma şüphesi varsa ya da suç kanıtlarını değiştirme ya da suç ortaklarını yalana zorlama sakıncası varsa, mahkeme sanığı tutuklayabilir. Bir koşul daha var. Sanık işsiz güçsüz takımındansa, yani yurda adresi yoksa, yani Türkçesi’yle ipsiz sapsız biriyse, sanık mahkemece tutuklanabilir.

18 Mart 1972 günü, Ankara Birinci Ağır Ceza Mahkemesi’nde bir davam var. Davayı Basın Savcısı Zekai Turan açmış. Bir ara, bu dava için “gıyabi” olarak tutuklandım. Neyse, Prof. Uğur Alacakaptan imdadıma yetişti, tutukluluk kararına itiraz ettik ve yargılanmanın tutuksuz olarak yapılmasını sağladık.

Suç da büyüklü hani… “Ordu’ya hakaret!..” Devir 12 Mart devri. Adamın hiç gözünün yaşına bakmazlar. Savcı Zekai Turan, Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Yılmaz Günal’ı, bilirkişi seçmiş. Yılmaz Günal da raporunu vermiş: “Sanık, yazısında orduya uyanık olmalı demiş; orduya uyanık ol demek, ordunun uyanık olmadığını kabul etmek demektir. Oysa ‘Türk Ordusu uyanıktır” gibisinden bir rapor.

Savcı tutuklanmamı istiyor. Sorgu yargıcı tutuklama istemini yerinde görmeyince, dosya, nöbetçi mahkemeye geliyor. Yargıç da kim, biliyor musunuz? Lütfü Erdemir. Yani boraks madeninin devletleştirilmesini isteyen TRT programcısını “emperyalizmi kötü gösteriyor” gerekçesiyle mahkûm eden yargıç. O da, sorgu yargıcının kararını onaylamayınca, hakkımda tutukluluk kararı çıkıveriyor. Ben o günlerde, Ankara Mahkemeleri’nde bilirkişilik yapıyorum. Mahkemelerde çalışan bir dost haber veriyor. Ben doğru Alacakaptan’a… O da bir dilekçe yazıyor. Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesi tutukluluğu kaldırıyor.

18 Mart günü işte o davanın ilk duruşmasına gidiyorum. Devrim Gazetesi Yazıişleri Müdürü Uluç Gürkan ile birlikte, mahkemeye çıkıyoruz ve ilk oturumda beraat ediyoruz.

O günün gecesi, Avukat Turan Tamar’da yemekteyiz. Prof. Mümtaz Soysal da gelecek. Birlikte, hem Soysal’ın serbest bırakılışını kutlayacağız, hem de benim beraatımı…

Telefon çaldı. Karşımdaki ses Adil Özkol’un eşinin. Ağlıyor:

- Adil’i aldılar, seni de alacaklar…

Ben de eve, anneme telefon ettim:

- Anne, arayan soran oldu mu?

Olmamış.

Fakat biraz sonra annem telaşla beni arıyor:

- Oğlum, polisler geldi, seni sordular…

Ben ne yapayım? Şimdi eve gidip, çamaşırlarımı hazırlayıp, teslim olsam iyi… İyi ama, ya yolda, kaçıyor diye vururlarsa. O günler öyle… Sokak ortasında takır takır adam vuruyorlar. Gerekçe de hazır: Güvenlik Kuvvetlerine ateş açan anarşistler silahlı çatışma sonunda ölü olarak ele geçtiler... Gerçi, bu dü­şünceye olasılık tanımıyorum pek amma yine de ne olur ne olmaz.

Telefonla Sıkıyönetim Komutanlığını arıyorum. Adımı söylüyorum.

- Beni arıyormuşsunuz, nereye teslim olayım?.

- Bizim bir bilgimiz yok efendim...

Sıkıyönetim Savcılığını arıyorum. Onlardan da bir yanıt alamıyorum.

Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne telefon ediyorum.

- Bizde adınız yok. Herhalde sıkıyönetimin işidir...

Allah Allah, biri bizi işletiyor mu yoksa?

Yıldırım Bölge Tutukevi’ne telefon ediyorum. Oradan da yanıt alamadım:

- Bizim bir bilgimiz yok…

Ben de galiba, kendimi zorla tutuklatacağım!.. Avukat Turan Tamar’a dönüp:

Tutukluluktan istifa ettim… diyorum amma, yine de aramaya devam ediyorum.

Yok; kimse kabul etmeyecek, açıkta kalacağım... Açıkta kalacağım ve üniversiteye giremeyen öğrencilere döneceğim.

Bir de Mamak Tutukevine telefon ediyorum.

Nasıl olsa oraya geleceğim amma, ben kime teslim olayım?..

Kimsenin beni kabule niyeti yok...

Neyse sonunda, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gidip teslim oldum. Durumu da anlattım. Anlayışla karşıladılar.

Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden, önce doğru, Mamak Cezaevi’ne gittik. Emniyet görevlileri, gerçekten çok nazik davranıyorlardı. Birlikte, cezaevinin bulunduğu 28’inci Tümen nizamiyesine gittik.

- Bu beyi teslim edeceğiz. Tutuklanmış da... Siyasi...

Üsteğmen beni şöyle bir süzdü:

- Ben karışmam… dedi.

Herhalde ben karışacağım!

Neyse, sağa sola telefonlar, telsiz konuşmaları sonunda, Sıkıyönetim Komutanlığı’nın emri ile gözaltına alındığım anlaşılıyor. Hemen, Muhabere Okulu Cezaevi’ne yollandık. Koğuşa “iyi akşamlar” diyerek girdim. Prof. Uğur Alacakaptan, Doçent Mukbil Özyörük ve Asistan Adil Özkol, bir sobanın başında ısınıyorlardı. Alacakaptan:

- Gözümüz yolda kalmıştı… diyor.

Gülüyoruz.

Bunları neden anlatıyorum?. Şundan: On gün sonra mahkemeye çıktım ve “kaçma şüphesi vardır” gerekçesiyle tutuklandım!

Güler misin, ağlar mısın?

Cezaevinden hemen bu tutuklama kararına itiraz ettim. Kaçma şüphesi gerekçesiyle tutuklanmamın, yasaya ters düştüğünü anlattım. Sonra devam ettim: “İşlediğimi ileri sürdüğünüz suç, Demirel hükümeti döneminde işlenmiştir. Bu hükümet ise, Cumhuriyetin geleceğini tehlikeye sokmak suçundan istifaya zorlanmıştır. Öyleyse suç, devlet ve hükümet nüfuzunu kıran suçlardan sayılmaz.”

Sıkıyönetim hukukçularının hiç böyle tartışmalara girmeye niyetleri yoktu. Hemen karar geldi:

- Oybirliği ile reddine...

Tutuklanmak için çalmadığım kapı kalmadı, sonunda kaçma şüphesi vardır gerekçesiyle tutuklandım.

Dava, önce, Ceza Yasasının 141’inci maddesinden açılıyordu. Yani, şu ünlü madde… Sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerindeki tahakkümünü kurmak amacıyla örgüt kurmak…

Örgütten bol ne var ki! Bu örgütünü, kur tahakkümünü…

Benim suçum, sınıf tahakkümünü kurmaya amaçlayan örgüte, yani Dev-Genç’e yol göstermek. “Nasıl”, diyeceksiniz?.

Efendim, yol göstermek, bilindiği gibi, yurttan sesler programında olur. Saz sanatçılarından biri, bağlamayla yol gösterir.

Öyle mi acaba?.

Savcı, 141’inci maddeden koğuşturulduğumu söyledi. Sonra:

159 da düşünülebilir… dedi. 159’uncu madde de, hükümetin, bakanların, güvenlik kuvvetlerinin ve silahlı kuvvetlerin manevi şahsiyetine hakaret suçlarını kapsıyor.

İddianame geldiğinde baktım, dava ne 141’inci maddeden açılmış ne de 159’dan. Askeri savcı, konuşmalarımda, komünizm propagandası bulmuş ve davayı, 142’nci maddeden açmış.

Ben, dava boyunca 142’nci maddeden yargılandım. Sonra dava sonuna doğru, suçun niteliği değişti. Anayasa’yı tağyir, tebdil ve ilga’dan yargılandım. Yani, 146’ncı maddeden.

Mahkeme 146’ncı maddeden mahkûm etti. Askeri Yargıtay bu hükmü bozdu. Mahkeme eski kararında direndi. Bu sırada, Af Yasası çıktı. Mahkemede son duruşmaya geldiğimizde, duruşma yargıcı Saadettin Üçüncüoğlu kararını açıkladı:

Yargıtay kararına uyuyoruz. Sizin suçunuz 312’nci maddeye giriyor o da af kapsamında. Dosyanızı kaldırıyoruz. Haydi güle güle…

Yani, aynı suç için Ceza Yasası’nın 141’inci maddesinden gözaltına alın, sonra komünizm propagandası yapmak suçundan 142’nci madde gereğince yargılan, suçun niteliği değişsin; Anayasa’yı tağyir, tedbil ve ilga suçunun kapsamına alın, Yargıtay “suç yok” desin, bundan sonra da, aynı eylem için, bir yıllık bir cezayı öngören 312’nci maddeye sokul, ondan sonra da dosyan kaldırılsın!..

Sen sağ, ben selamet!

Şimdi bana soruyorlar:

- Hangi maddeden yargılanmıştın?

Ne diyeyim?! Bunları uzun uzun anlatmamak için:

Yüz kırk altı küsur, komünizm falan, Anayasa’yı tağyir, tebdil, ilga filan... diyorum, çıkıyorum işin içinden. (Uğur Mumcu - Sakıncalı Piyade adlı kitabından aktaran BİANET) 

Blogger tarafından desteklenmektedir.