108. yılda yıldızlara bakmak veya ütopya
Ekim Devrimi, Marksizmin devamlılığındaki diyalektiğin ürünü, 20. yüzyıl teori ve pratiğidir; yüzyıl boyunca hemen tüm siyasi, ekonomik ve sosyal gelişmelerine yön verirken, işçi ve emekçilerin haklarının, sosyal güvenlik sistemlerinin, kadınların kamusal hayattaki yeri dahil özgürleşme bilincinin geliştirilmesinin, sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş mücadelelerinin önünü açmıştır.
Refahın, kişi başına düşen dolar miktarıyla değil,
Sevda miktarıyla ölçüldüğü bir toplum biçimidir sosyalizm.
Bunun için kapitalizmin şifrelerini çözmek de
Sınıflı toplum öncesi ilk toplumsal pratikleri
Günümüze örnek model diye taşımak da yetmez.
Kendisi bizzat eken ve bizzat biçendir sosyalist.
Ekim Devrimi 108 yaşında
Eğer “reel sosyalizm” eleştirisi yapmak adına Marksizmi de içine alan bir yıpratma, iç boşaltma ve hiçleştirme kampanyasının bir parçası olmayacak, aksine 20. yüzyıl devrimlerinden çok şey öğrenmek gerektiğinin tekrar tekrar altını çizecek ve cehaletten maksatlı redde kadar uzanan iklimin esiri olmayacaksak; 108. yılında Ekim Devrimi’nden öğrenmeye devam edeceğiz. Eleştiri, nasıl ki toptancı bir reddiyeye vardırılmaması gerekiyorsa; öğrenmek, sahiplenmek vb. de toptan kabul anlamına gelmiyor. 1917’den öğrenmeyi, güncelleme ve yeniden üretim takip etmelidir.
Distopya tanımı yapmak, kapitalizmin başlı başına bir distopya olduğunu söylemek, kötülüğün kaynağına işaret etmek açısından önemlidir. Ancak bugüne dek yaşanmış devrim deneyimlerinin, ütopyaların en önemli halkalarından biri olan Sovyetler’i ve yaşayan somut bir örnek olan Küba’nın öğrettiklerini yok saymak; yalnızca distopyadan, dehşetten, kötülüğün iktidarlaşmasından bahsetmek; adeta bir çıkış, bir alternatif, bir gelecek düşü yokmuş gibi konuşup yazmak, bir aşamadan sonra umuda iyi gelmiyor. Halbuki devrimciler için kötülüğün varlığını, niteliğini ve boyutunu tarif etmek kadar, alternatifi tanımlamak ve mümkün olduğunca somutlayıp görünür kılmak önemlidir.
Wilde’ın yıldızı, Cibran’ın penceresi
Dikkatle incelendiğinde görülecektir ki insanlık tarihi her dönem ütopyalar barındırmıştır. Bu bazen, tutsaklığın antitezi, bazen de acılara karşı bir deva tarifi olmuştur. Tutsaklık sonrasında Reading Zindanı Baladı‘nı yazan Oscar Wilde, bu şiirde artık yalnız kendi acısını değil, bütün insanlığın acısını dile getirir. “Hepimiz bir zindanda yaşarız/ama bazıları hâlâ yıldızlara bakar.” Benzer şekilde farklı zaman ve bağlamlar içinde Halil Cibran, “Hepimiz mahpusuz. Ama kimimizin hücresinde pencere var kimimizinkinde yok” der. Pencereler, yıldızlar gibi Güneş Ülkesi gibi pek çok yön, çıkış veya YOL gösteren anlatımlar, ütopya tarifleri olmuştur. Bu bazen bir şarkı, bazen bir düş, bazen de bugünden somutlanmaya başlayan, ucu sosyalizme uzanan basamaklar dizisidir.
John Lennon, 1971 yılında Imagine şarkısını yazıp seslendirir. Bu, ütopik bir şarkıdır. Şarkıda Lennon, kendi ütopyasının hayal edilmesini ister; orada ülke yoktur, millet yoktur, mülk yoktur. Orada sadece barış içinde yaşayan ve tüm dünyayı paylaşan insanlar vardır.
Sosyalizmin mümkünsüzlüğüne kadar uzanan, maksatlı değilse, sahibinin negatifliğini/yetersizliğini yansıtan pek çok karamsar tarifin tersine, ütopya, “Umudun politikleşme biçimi (…)mümkünün kıyısıdır (…), Bugünün eleştirisi”( Bloch ) “yarının gerçeğidir.” ( Hugo ) Bu bağlamda ütopya, sadece varılacak yer değil, yön gösteren ve ilerlemeyi sağlayan bir içerik, bir ışıktır.
Oscar Wilde, “Harita üzerinde Ütopya’yı bulamayan insan, ilerlemenin ne olduğunu bilemez.” sözüyle ütopyayı hem bir adres hem de bir yol olarak görür. Diğer bir ifadeyle Wilde’da ütopya, hem yön gösteren bir pusula hem de ilham verici bir hedeftir. Tam da bu içeriklere bağlı olarak “Düş kurmak, tembellik değil; devrimci bir enerjidir.” (Bloch, Umut İlkesi). Aynı eserde dikkat çektiği gibi Bloch için ütopya, sadece hayal değil, henüz gerçekleşmemiş ama gerçekleşebilir olanın sezgisidir.
“Sosyalizm nedir” sorusuna “Başkasının mutluluğundan mutlu olmaktır yani aşktır” yanıtı veren Terry Eagleton, “Hayal kırıklığına uğramamak için ütopyayı terk etmek yerine, hayal kırıklığını aşmak için ütopyaya sarılmak gerekir.” der. Onun için ütopya, bir fantezi değil; gerçekliğe başkaldıran bir irade beyanıdır. David Harvey ise mekân, ekonomi ve ütopyayı birlikte düşünür. Ona göre ütopya olmadan alternatif kentler, yaşamlar ve ilişkiler tahayyül edilemez.
Lefebvre’ye göre “Eylemle ilgili bütün düşüncelerde ütopik boyut vardır. Özgürlük ve mutluluk gibi eylemleri taahhüt eden fikirler ütopik unsurlar içermek zorundadır. Bu böylesi ideallerin çürütülmesi demek değil, tersine hayatı değiştirecek bir projenin zorunlu koşuldur.”
Aşkın, kendi dışına taşmak, başkası için emek harcamak, mutlu etmek ve mutlu olmak anlamına gelmesi gibi ütopya da var olanın dışına çıkmak, kabına sığmamak, verilenle veya var olanla yetinmemek, bireysel olanın dışına çıkan kolektif yaşamlar öngörmektir.
Bugün ütopya ne işe yarar?
Bugünün neoliberalizm-postmodernizm kesişmesiyle malul dünyası bize bir yandan “sonsuz seçenekler” sunarken, diğer yandan hayal kurma yetimizi köreltir. Ekolojik yıkımlar, ekonomik krizler, savaşlar ve bireysel yalnızlıklar içinde, artık birçok insan başka bir dünyanın mümkün olup olmadığını bile sorguluyor. Tam da bu noktada ütopya kavramı, geçmişe öykünme veya bir fantezi değil, ahlaki ve siyasal bir zorunluluk olarak görülmelidir.
Ütopya genellikle geleceğe dair ideal bir toplum tasavvuru olarak düşünülür. Gerçekte ise yalnızca bir “Cennet” tarifi değil, aynı zamanda bugünün çeşitlenerek büyüyen, halkı adeta bezdirip “yarı ölüm” tarifleri yaptıran yıkıcı, bozucu, yalnzılaştırıcı iklimine karşı bir itirazdır; mücadeledir ve bugünün kazanılmasıdır. Bunca kötülük karşısında “Ütopya, her şeyden önce ahlaki bir görevdir.” (Eagleton)
Kapitalizm eğer Mark Fisher‘in dediği gibi artık sadece gerçeklik değil, hayal gücünün sınırı ise bu sınırı aşmak ütopya ile mümkündür. Tersine ütopyasızlık; adaletsizlik, sömürü ve baskı üzerine bina edilmiş mevcut dünyayı kabullenmektir.
Bloch’un “Umut İlkesi”ni dikkatli okuyanlar, sanatla ütopya arasında bir bağın olduğunu fark eder. Sanatın yalnızca bu dünyayı değil öte dünyayı da görünür kıldığının ayırdına varır. Tam da bu bağlamda Bloch için sanat eserleri, “ütopya nesneleri”dir. Onlar henüz olmayanı hayal etmekle kalmaz, var olanın içindeki boşlukları da işaret eder; “Sanat, dünyanın henüz tam olarak gerçek olmadığını gösterir.” Tamamlanmayı bekleyen dünyada sanat, hem bir duyumsama biçimi, hem de politik sezgi aracı olarak işlev görür.
Ütopyasızlık, umutsuzluk olduğu kadar ufuksuzluktur. Dönemin en ağır kuşatmasından hangi yöne doğru, nasıl çıkılacağı konusunda silahsız kalmaktır. Geleceğine yabancılaşmaktır. Yabancılaşma ise bir tükenme halidir; bir çeşit ruhsal ölümdür, insanın potansiyel niteliklerini yitirmesidir.
Sosyalizm bir bilimdir
“Sosyalizm insan ilişkilerinin her alanına ugulanabilen bir bilimdir.” der Bebel. Marx ve Engels’in, 1844’te Kutsal Aile‘de yaptığı tanım ise sosyalizm tarifi gibidir:
“İnsan, bütün bilgisini, algıları vb. duyularıyla ve dünyada elde edilen deneylerle kazandığına göre, dünya öylesine düzenlenmeli ki insan gerçekten insanca olan her şeyi öğrenip benimsemeli, kendisini insan olarak duymalıdır.”
Bu içeriği bugüne tercüme ederek söylersek, devrimcilik ve sosyalizm bir yasaklar paketi değil bir insanlaşma zeminidir; yasaklar, zorunlu haller için geçici olarak başvurulan çözümlerdir; sosyalizmin değerleri ile bir ilgisi yoktur; iki farklı olgudur.
Devrimcilik, anın sosyalizmi; sosyalizm, dönemin devrimciliğidir. Bu çerçevede ütopya, sınırları zorlamaktır, menzil dışı olanı görebilme çabasıdır. Bir yanıyla imkansızı istemek ise diğer yanıyla mümkünün kıyısı olduğunu bilmektir. Özetle etrafında kenetlenilen ortak değerler ve çözüm amaçlı ortak zeminler geliştikçe geleceği kazanma zeminleri de çeşitlenip büyüyecektir.
Neoliberalizmin hızlandırıcı etkisi sonucu ortaya çıkan tablo, sosyalizme olan ihtiyacı büyütüyor. Sınıflı toplumun kötüleştirdiği her insan ve kötüleşen her şey sosyalizmin/devrimciliğin karşıtıdır; alternatif de bu bağlam içinde düşünülmelidir. Sosyalizm, kapitalizmin tüm hücrelerinin, yabancılaştırmanın tüm bozuculuğunun alternatifidir.
İnsanın bozulmamış, sahiplenmeyi, dayanışmayı ve eşitliği savunan tüm halleri sosyalizme basamaktır; empati de sempati de buna dahildir. Diktatörlükler, sömürüye dayalı sınıflı toplumların ürünüdür.
Yanlış tartışmalar eşliğinde, 108. yıl
Karşıdevrimden kendi yanılgısını kendisi üreten kafalara kadar geniş bir yelpazede bugün, Ekim Devrimi, adeta yaşanmamış olması daha “hayırlı” olan “geçmiş bir hadise” gibi görülüyor/gösteriliyor. Sınıfsal niteliği gereği sermaye çevrelerinin ve sözcülerinin bunu yapması normaldir; geriye cehalet veya neoliberal içselleşmeye uğramış sol görünümlü kişi ve çevreler kalıyor.
Sanıldığının veya idda edildiğini aksine Ekim Devrimi, günümüz sol dünyasının hâlâ temelini oluşturan birçok düşünce ve değer için bir dönüm noktası niteliğindedir.
İktidarın henüz birinci yılı içinde yapılan ilk anayasaya; sömürünün kaldırılmasından emeğin ve emekçinin iktidarına, ulusların özgür birliğinden insanlığın kurtuluşu amacına ve üretim araçlarının kolektif mülkiyetinden iş yaşamının demokratikleştirilmesine kadar pek çok meselenin içerilmesi; başka hiçbir neden kalmasa sadece bu nedenle bile Ekim Devrimi’nin büyük tarihsel önemini gösteriyor. İsteyenler, bugün bir anayasa tartışması başladığında Medine Sözleşmesi’ne gidebilir; biz yukarıda aktardığımız kesite ve 1936 Anayasası’na gidip oradan öğrenmeye, Küba’ya bakmaya devam edeceğiz.
Ne yazık ki karşımızda unutulan değil, özel gayretlerle unutturulmak istenen bir umut, bir tarih var. Resmin bütününe doğru bağlamlar içinde bakmanın zayıf düşüldüğü bu günlerde; duyumlarla, kırıntılarla, çarpıtılmış sosyal medya paylaşımlarıyla sakatlanan Ekim fikri, “ütopik”, “romantik”, “diktatoryal” ya da “geçmişte kalmış bir deney” gibi sunulabiliyor.
Gerçekte ise Ekim Devrimi, Marksizmin devamlılığındaki diyalektiğin ürünü, 20. yüzyıl teori ve pratiğidir; yüzyıl boyunca hemen tüm siyasi, ekonomik ve sosyal gelişmelerine yön verirken, işçi ve emekçilerin haklarının, sosyal güvenlik sistemlerinin, kadınların kamusal hayattaki yeri dahil özgürleşme bilincinin geliştirilmesinin, sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş mücadelelerinin önünü açmıştır.
Ekim Devrimi’nin 108. yılında bugün öncelikle yapılması gereken, unutulanın neden ve nasıl unutturulduğuna dikkat çekmek; bu yanılgılı veya bozucu çabanın, umudun ve en etkili/gerçekçi çözümün silinmesi anlamına geldiğini göstermektir.
108 yıl sonra, bugün Ekim Devrimi’ni, Sovyet pratiğini, sadece hatırlamaya ve hatırlatmaya değil, bugün yeniden üretip yaşatmaya ihtiyacımız var. (MEHMET YEŞİLTEPE - SENDİKA.ORG)


