İznik Konsili nasıl toplandı?
İmparator Konstantin’in mektubunu taşıyan Hosius’un yolculuğu tekil bir olay değil, imparatorluğun haberleşme ve ulaşım kapasitesinin sınandığı bir süreçti.
![]() |
| *Antalya Demre'de bulunan Aziz Nikolaos Bazilikası’ndaki İznik Konsili freski. (Fotoğraf: Encyclopedia Britannica) |
Papa XIV. Leo’nun İznik Konsili’nin 1700. yılı vesilesiyle Türkiye’ye yaptığı ziyaretle birlikte konsil yeniden gündeme taşındı. Genellikle “ilahi güç tarafından yönlendirilen” bir toplantı olarak anlatılan konsile, bu yazıda bambaşka bir yerden bakacağım: Roma İmparatorluğu’nun mektuplar, limanlar, gemiler ve kara yollarıyla ördüğü ulaşım ve haberleşme ağının içinden.
İlahî rehberlik söyleminin ardında nasıl bir posta sistemi, nasıl bir diplomatik trafik ve nasıl bir lojistik seferberlik bulunduğunu takip ederek, İznik’i “mucizevî bir an” olmaktan çok imparatorluğun son derece dünyevî bir organizasyonu olarak tartışacağım.
İskenderiye ve Antakya sinodları
İznik Konsili’ne giden süreçte, Konstantin’in mektubu ve imparatorluk posta sistemi devreye girmeden önce krizi taşıyan asıl zemin, yerel sinodlar ve bunların etrafında örülen yoğun bir mektuplaşma ağıydı. Tartışma önce İskenderiye Piskoposluğu içinde patlak verdi. 321 yılının başlarında Piskopos Alexander, Arius’un vaazları yüzünden şehir kilisesinde oluşan doktrinel bölünmeyi ele almak için Mısır ve Libya’daki piskoposları İskenderiye’de bir sinoda topladı. Athanasius’un ifadesiyle 100’e yakın piskoposun katıldığı ve neredeyse bütün Mısır-Libya bölgesini temsil eden geniş ölçekli bir kilise buluşmasıydı.[1] Sinodun kaç gün sürdüğü gün gün bilinmiyor; ancak o dönemin yerel konsilleri genellikle birkaç günlük yoğun müzakereler ve ardından karar metninin yazımıyla sonuçlanan kısa süreli toplantılar olarak tasarlanıyordu.
Bu İskenderiye sinodunda Arius’un teolojik tezleri açıktan tartışıldı, sorgulandı ve sonunda "sapkınlık” olarak nitelendirilerek hem görevden alınması hem de aforoz edilmesi kararlaştırıldı. Karar, sözlü duyuruyla sınırlı bırakılmayıp, sinodun hükmünü kayda geçiren yazılı bir synodikon ve ona bağlı karar metinleri hâline getirildi. Bu kararların etkisi, Alexander’ın inisiyatifiyle İskenderiye’nin dışına taşındı. 321’den sonraki birkaç yıl içinde (321-323 civarı), Alexander sadece kendi bölgesine değil, Doğu’daki diğer piskoposluklara da hitap eden genelge (encyclical) mektuplar kaleme aldırdı.
Bu mektuplarda önce İskenderiye’deki tartışmanın tarihçesi ve sinodun nasıl toplandığı anlatılıyor, ardından Arius’un kullandığı formüller özetleniyor ve en sonunda Oğul’un ezeliliği ve Baba ile ilişkisine dair kısa bir iman özeti veriliyordu. Alexander, bu metinleri “her yerdeki kardeş piskoposlara” gönderirken, aynı zamanda İskenderiye çevresindeki papaz ve diyakonlara, hatta tek tek bazı piskoposlara (örneğin Nil deltası ve Üst Mısır’daki piskoposlar) özel mektuplar da yolladı. Böylece henüz imparator devreye girmeden, Doğu kilisesi içinde krizi tanımlayan ve tarafları belirleyen ilk “belge zinciri” İskenderiye sinodu ve onun etrafındaki genelge ve polemik mektuplardan oluştu.
İkinci aşamada mesele, Doğu’nun başka bir merkezi olan Antakya’ya taşındı. 325 yılının hemen başında, Doğu’dan birçok piskoposun katıldığı bölgesel bir Antakya sinodu toplandı; bu sinod, muhtemelen yılın ilk aylarında, Paskalya öncesi dönemde bir “hazırlık konseyi” niteliğinde, kısa süre içinde (günler–en fazla birkaç hafta içinde) icra edildi. Belgeler bunu “bölgesel bir sinod” olarak tanımlar, dolayısıyla İskenderiye’deki gibi yüzlerce değil ama onlarca Doğu piskoposunun hazır bulunduğu bir toplantıdan söz edildiği kabul edilir. Bu sinodun masasına, İskenderiye’den gelen metinler ve Alexander’ın mektupları kondu ve Arius meselesi artık yalnızca bir şehir çekişmesi değil, Doğu kiliselerinin ortak sorunu olarak ele alındı.
Antakya sinodunun en somut ürünü, “Oğul’un yokluktan değil, Baba’dan doğduğunu; yaratılmış değil, gerçek bir doğuşun ürünü olduğunu” vurgulayan kısa ama sistematik bir inanç bildirisi oldu. Bu metin, daha sonra İznik’te kullanılacak dilin doğrudan öncüsüdür. Aynı sinod, Ariusçu çizgiye yakın duran bazı piskoposlara karşı disiplin kararları aldı ve bu kararları, başka kiliselere gönderilecek mektuplar hâline getirerek dolaşıma soktu. Bu mektuplarda sadece kendi inanç formülü bildirilmiyor, aynı zamanda artık meselenin yerel sinodlarla çözülemeyeceği, daha geniş, büyük bir konseyin toplanması gerektiği açıkça dile getiriliyordu.
Mektup, lojistik ve imparatorluk ağı
İmparator daha sonra, en etkili dinî danışmanlarından biri ve dönemin saygın piskoposlarından olan Hosius aracılığıyla bu mevcut kilise içi kararları ve metinleri değerlendirecek, onlardan hareketle kendi uzlaştırma mektubunu kaleme alacak ve nihayetinde de imparatorluk çapında bir konsili, yani İznik Konsili’ni toplama kararını verecekti.
Konstantin’in uzlaştırıcı mektubunun Doğu’ya ulaşması ile İznik Konsili’nin resmî açılışı arasındaki tarih farkı yaklaşık iki ila üç aylık bir pencereye işaret eder. Antakya sinodunun 325 yılının ilk aylarında toplandığı, ardından Konstantin’in Hosius aracılığıyla mektubu bahar başında (büyük olasılıkla Mart-Nisan aralığında) gönderdiği bilinir. Konsilin 20 Mayıs 325’te açıldığı dikkate alındığında, mektubun dağıtılması, tartışmaya taraf piskoposların yanıt üretmesi ve nihayet büyük toplantı çağrısının duyurulması için maksimum 60-90 günlük bir diplomatik döngü ortaya çıkar.
Bu sürenin bu kadar kısa olması, Hosius’un ve ardından konsile katılacak piskoposların yüksek hızlı hareket edebilen bir ulaşım hattı kullanmış olmasını neredeyse zorunlu kılar. Kuzeyden güneye uzanan kara yolu, ortalama bir resmi kuryenin günde yaklaşık 40 kilometre ilerleyebildiği düşünüldüğünde Nikomedia’dan İskenderiye’ye 3-5 haftadan önce varamazdı. Buna karşılık, Marmara kıyısındaki limanlardan —özellikle Kalkedon (Kadıköy) veya Helenopolis— denize açılıp Ege kıyıları üzerinden Rodos veya Kıbrıs aktarmasıyla İskenderiye’ye ulaşmak, rüzgârın uygun olduğu günlerde 10-15 gün gibi çok daha kısa bir süreye düşüyordu. Kötü havalarda bu süre 20 güne çıksa bile deniz yolu hâlâ kara hattından belirgin şekilde hızlıydı.
Bu nedenle Hosius’un hareket planının kara yoluna değil, bir deniz rotasına dayandığını varsaymak tarihî akışla daha uyumludur. Çünkü mektubun ulaşması, cevapların dönmesi ve konsil çağrısının kesinleşmesi çok kısa bir sürede oldu; kara yolu tercih edilmiş olsaydı mektuplaşma döngüsü tek yönlü bile bu kadar kısa sürede tamamlanamazdı. Dolayısıyla imparatorluk idaresi, krizi geniş bir konsile taşımadan önce deniz taşımacılığının hız avantajına dayanan bir diplomatik lojistik işletmiş olmalıdır. İmparatorluk limanlarında devlet tarafından kiralanan ticaret gemileri, cursus publicus[2] kapsamında görevlendirilen kuryeler ve liman geçişlerinde kullanılan resmî mühürler bu süreci hızlandıran görünmez altyapıyı oluşturur.
İmparator Konstantin’in mektubunu taşıyan Hosius’un yolculuğu tekil bir olay değil, imparatorluğun haberleşme ve ulaşım kapasitesinin sınandığı bir süreçti. Bu ağ, yalnızca at ve yol istasyonlarından ibaret olmayıp, devlet tarafından (yerel kaynakların sömürülmesine dayanan) finanse edilen bir lojistik bütçe, maaşlı personel, askerî refakat ve yol bakım ekipleriyle destekleniyordu. Konsil sürecinde bu hat olağanüstü bir statü kazandı; Hosius’un seyahati ve taşıdığı resmî yazışmaların masrafı piskoposluklara değil, doğrudan imparatorluk hazinesine yüklendi. Aynı model İznik Konsili katılımcıları için de uygulandı. Piskoposların kullanımı için devletin yol istasyonları, konaklama alanları ve ulaşımları tahsis edildi; konsil süresince yiyecek, barınma ve genel giderler imparatorluk tarafından karşılandı. Böylece normalde yerel kiliselerin yükümlülüğü olan yol ve iaşe masrafı kaldırılmış, özellikle Suriye, Filistin, Kilikya, Kapadokya ve Mısır’dan gelen delegelerin katılımı ekonomik engellere takılmadan sağlanmıştır.
Roma İmparatorluğu’nda kuryeler işlevlerine göre birkaç ana gruba ayrılır. İlki, temel olarak imparatorluk mektuplarını ve hızlı talimatları taşıyan hızlı ulaklar; ikincisi, idari yazışma ve rutin haberlerin aktarımında görevli daha düşük rütbeli taşıyıcılar; üçüncüsü, kamu mülkiyetindeki köle veya görevlilerden oluşan devlet mensupları; dördüncüsü, doğrudan sarayın emrine tahsis edilmiş özel haberci birimleri; beşincisi, eyalet ve merkez arasında uzun mesafe koşullarında çalışan atlı ya da yaya koşucular; altıncısı, askerî yapı içinde görev alan haber taşıyıcıları; yedincisi, imparatorluk denetim ağını temsil eden ve gözetim-raporlama işlevi de üstlenen ajan niteliğindeki iletişim görevlileri ve sonuncusu da özellikle kritik bölgelerde bilgi toplayıp merkeze aktaran yarı-istihbarî haber taşıyıcıları şeklinde çok katmanlı bir sınıflandırma yapılır. Bu gruplar statüleri, hız kapasiteleri, görev alanları ve kimin emri altında çalıştıkları bakımından yan yana karşılaştırılır. Böylece Roma’daki iletişim sisteminde cursus publicus yalnızca maddî altyapıyı — yol, hayvan, istasyon, taşıma desteği— sağlayan bir mekanizma olarak kalırken, asıl haber akışının bu farklı kurye tiplerinin görev, hiyerarşi ve kullanım hakkına göre şekillendiği, Anne Kolb’un Transport und Nachrichtentransfer im Römischen Reich adlı çalışmasında açık biçimde ortaya konmaktadır.
Ulaşım sürecinin bir diğer boyutu, yolların korunmasıydı. Devlet haberleşmesi ile taşınan sacra’nın[3] güvenliği için lejyoner devriyeleri ve praetoria[4] statülü kuryeler yol güzergâhlarında görev yapıyordu. Özellikle Küçük Asya hattında yol güvenliği dönem dönem haydutluk, kabile saldırıları ve geçiş vergileri nedeniyle zayıflayabildiği için, devlet kurye geçişi olduğunda istasyonlar önceden haber alır, yol temizliği ve refakat görevlileri hazırlanırdı.
Deniz ulaşımı için finansman modeli kara taşımacılığına benzer şekilde işliyordu. Devletin kendi filosu sınırlı olduğundan, çoğu zaman ücret karşılığı ticaret gemileri kiralanır, kaptan ve mürettebatın ücreti merkezî hazine tarafından ödenirdi. Diplomatik taşıma statüsüyle seyahat eden kuryeler gemide ayrı kamaralarda tutulur, yük taşımacılığından bağımsız güvenli geçiş garantisi verilirdi. Konstantin döneminde bu uygulama publicum navale[5] protokolü altında yürütülmüş olabilir; böylece Hosius’un İskenderiye veya Antakya’ya ulaşması yalnızca zamanlama değil, finansal akış açısından da planlanmış bir devlet programına dönüşüyordu. Bu yönüyle İznik Konsili, Roma İmparatorluğu’nun iletişim ve lojistik kapasitesinin en geniş anlamda kullanıldığı bir olay olarak da okunabilir.
Konsilin toplanışı ve demografik yapısı
İznik Konsili’ne katılım yalnızca piskoposlardan ibaret değildi; her piskopos yanında bir ya da birkaç presbyter (papaz), karar metinlerini yazan ve tartışmaları kayda geçiren diyakonlar, bazen kâtipler ve uzun yolculuk için hizmetliler ile birlikte gelmişti. Dolayısıyla toplantıda imzası bulunan 200-318 arası piskopos gerçekte yaklaşık 1200-1800 kişilik hareketli bir ruhban topluluğunu temsil ediyordu. Kimi kaynaklar da bu sayıyı 250 ila 300 katılımcı piskopos olarak verir.[6] Dinî kaynaklar bilhassa 318 sayısını dile getiriyorlar, çünkü aynı zamanda Eski Ahit’te Yaratılış 14:14’te İbrahim’in yanında savaşan 318 eğitimli adamdan söz edilir. Bu, aynı zamanda konsilin ilahiliğine de başka bir delalet olarak kabul edilir.
Katılımın coğrafi dağılımı da dikkat çekicidir: Küçük Asya ve Ermenistan en kalabalık bölge olup 100’ün üzerinde piskoposla konsilin omurgasını oluşturmuş, bunu Suriye-Filistin-Antakya hattından gelen 40-50 civarı piskopos ve Mısır-Libya merkezli yaklaşık 20 temsilci takip etmiştir. Balkanlar ve Trakya’dan yalnızca birkaç piskopos bulunurken, Batı dünyası —Roma, Kartaca, Die, Calabria gibi merkezler— konsilde yalnızca birkaç piskopos ve Roma’nın gönderdiği iki presbyter ile sınırlı, daha çok sembolik bir ağırlık göstermiştir. Roma’nın imparatorun fiilî ikametgâhı olmadığını; Konstantin’in bu dönemde özellikle Nikomedeia’da (İzmit) konuşlandığını ve konsilin de bu doğu merkezine yakınlığı sayesinde İznik’te toplandığını unutmamak gerekir.
Ayrıca kaynaklar, toplantıya Pers topraklarından ve İskitya’dan birer temsilcinin katıldığını aktararak konsilin Roma sınırlarını aşan kapsamına işaret eder. Böylece İznik, haftalar boyunca farklı dillerde konuşan, farklı teolojik okullardan gelen ve her piskoposun yanında taşıdığı küçük heyetlerle genişleyen büyük bir ruhban nüfusu ağırlamış; şehir, konsil süresince neredeyse bir teoloji başkenti hâline gelmiştir.
İlk Hristiyan toplulukların eşitlikçi düşüncelerinden Roma İmparatorluğu’nun resmî dinine dönüşme süreci ile İznik Konsili’nin tartışmaları, aslında daha geniş bir sınıfsal ve toplumsal dönüşüm bağlamında ele alınabilir; ancak şimdilik şunu söyleyebiliriz: Bu ilk konsil beklenen ilahî birliği kalıcı biçimde tesis edemedi. Nitekim o dönemde yürütülen tartışmalar da iddia edildiği gibi nihai bir sonuca ulaşmadı. İzleyen yüzyıllarda Ermeni, Süryani ve Doğu kiliseleriyle başlayan ayrışmalar giderek derinleşti; Roma’nın gücünü yitirmesiyle birlikte merkezî otoritenin bağlayıcılığı da zayıfladı. Böylece İznik’te hâlâ hissedilen imparatorluk desteğinin ilerleyen dönemlerde ya tamamen ortadan kalktığı ya da etkisizleştiği düşünüldüğünde, bölünmelerin kaçınılmazlığı daha anlaşılır hâle gelir.
Elrond Divanı: İlahî gücün toplantısı
İznik Konsili sadece dinî tartışmaları etkilemedi; edebiyatta, filmde, sanatta birçok alanda karşımıza çeşitli biçimleriyle çıktı. Bunların belki de en meşhuru Elrond Divanı’dır. J. R. R. Tolkien’in eseri Yüzüklerin Efendisi’nde merkezi noktalardan biri de Elrond Divanı’nın toplanma sürecidir. Bu, tek bir otoritenin merkezi bir çağrı mekanizmasından ziyade, Orta Dünya’daki siyasal ve metafizik gelişmelerin üst üste binmesiyle ortaya çıkan çok boyutlu bir konsolidasyon örneğidir. Sauron’un güç kazanmasıyla belirginleşen savaş tehdidi, farklı krallık ve topluluklarda diplomatik hareketliliği tetiklemiş; Kuyutorman’dan Erebor’a, Gondor’dan Shire’a uzanan kriz hattı hem elçilik trafiğini hem de acil bilgi aktarımını zorunlu hâle getirmiştir.
Aynı dönemde Tek Yüzük’ün yeniden görünür olması, bağımsız şekilde ilerleyen aktörleri —hobbitleri, büyücüleri, kralların varislerini— Elrond’un entelektüel ve politik otoritesi etrafında toplama işlevi görmüştür. Rüya ve kehanet yoluyla şekillenen bireysel yönelimler (özellikle Boromir’in gelişi), cüce ve elf krallıklarının gönderdikleri resmî temsilcilikler ve Frodo’nun yüzükle birlikte Ayrıkvadi’ye ulaşması, tek bir koordineli davetin ürünü olmayıp, karşılıklı güven, tarihsel ittifaklar ve tehdit altında şekillenen zorunlu bir karar mekanizmasının sonucudur. Bu bağlamda Elrond Divanı, hem uluslararası bir diplomatik müzakere hem de kaderî kırılmaların ortak bir istişare alanı olarak değerlendirilmelidir; toplantının kendisi, çağrılmaktan çok, koşullar tarafından belirlenmiştir. Elrond’un kendisi kimseyi çağırmadığını söyler; bu koşulları yaratan ve insanların bir araya gelmesini mümkün kılan irade, Yüzüklerin Efendisi dünyasının ilahi yaratıcısı Eru’dur.
Tolkien’in kendisi alegorileri sevmemesine ve kullanmamaya özen göstermesine rağmen, aslında bu anlatı, İznik Konsili’nin edebî bir yansıması olarak da okunabilir. Katolik, Ortodoks ve Doğu Kilisesi için İznik Konsili, Kutsal Ruh’un rehberliğiyle kilisenin Tanrı’nın iradesine uygun karara varması olarak yorumlanır. Tolkien’in koyu bir Katolik olduğunu hatırlatmakta da fayda var. Ermeni Peder Mikael Uçar’ın İznik Konsili’yle ilgili güncel yorumunu hatırlayalım: “Konsil, o dönemin Doğu Roma İmparatoru Büyük Konstantin’in çağrısıyla gerçekleşiyor. Çünkü Hıristiyanlık; Rab Mesih İsa’dan sonra özellikle Petrus, Pavlus, 12 Havari’nin çalışmaları ve Tanrı’nın isteğine göre kilisenin stabilize olması, yavaş yavaş gelişmesi doğrultusunda birçok teolojik problem, sorun gündeme geldi. Bu normal bir süreçti. Çünkü Tanrı’nın gizemi açılmıştı.’’
Alegoriyi reddeden Tolkien’in anlatısı bile, ilahi yönlendirilmiş bir konsil fikrinin —ki bu son derece güçlü ve İznik Konsili’yle hâlâ anlatılan bir fikirdir— modern mitolojik karşılığını kurar. Elrond Divanı’nda, herkes “kendiliğinden buraya geldim” derken, İznik Konsili ise devasa bir haber ve seyahat ağına sahipti. O zamana kadar belki de ilk defa katılımı bu kadar yüksek ve bu kadar geniş coğrafyadan olan bir toplantı gerçekleştiriliyordu. (VARTAN HALİS YILDIRIM)
Dipnotlar:
[1] Athanasius, Apologia contra Arianos (Schutzschrift gegen die Arianer), çev. Jos. Fisch, Bibliothek der Kirchenväter, 1. Serie, Bd. 29 (Kempten 1875), s. 144.
[2] Cursus publicus, Latince ‘kamu yolu’ anlamına gelen, Roma İmparatorluğu’nun resmî ulaşım ve haberleşme ihtiyaçları için yol, istasyon, hayvan ve taşıma altyapısını sağlayan devlet destekli posta-ulaşım sistemidir.
[3] Sacra, Latince “kutsal şeyler” anlamına gelen ve devletçe korunması gereken resmî dinî emanetleri ifade eden bir terimdir.
[4] Praetoria, Latince “praetor’a ait / praetor’un çevresine mensup” anlamına gelen ve özellikle imparatorluk döneminde imparatorun seçkin muhafız birliği olan Praetorianus askerlerini ifade eden bir terimdir.
[5] Publicum navale, Latince “kamuya ait denizcilik hizmeti” anlamına gelen ve devletin resmî deniz taşımacılığı ya da deniz yoluyla yapılan kamu hizmetlerini ifade eden bir terimdir.
[6] Lewis Ayres, Nicaea and Its Legacy (Oxford: Oxford University Press, 2004), s.19.
