Muhataplarının inanmayacağından eminim. Umurumda da değil. Ama peşinen söyleyeyim, bu yazı Hasan Cemal’in yazabilme, sansürlenmeden fiki...
Muhataplarının inanmayacağından eminim. Umurumda da değil. Ama peşinen
söyleyeyim, bu yazı Hasan Cemal’in yazabilme, sansürlenmeden fikirlerini
yayabilme özgürlüğünü savunuyor. Çünkü sevelim sevmeyelim, bu kadar
güçlenmesinde kendisinin de payı olan canavarın bilinen son kurbanı olan
Hasan Cemal’in yazabilme özgürlüğünü savunmak benim de yazabilme,
konuşabilme özgürlüğümü savunmak anlamına geliyor. Sizin de. Ya da
iktidar odaklarının ve sözcülüğünü yapanların ısrarla “terörist” diyerek
susturulmalarına kılıf bulmaya çalıştığı tutuklu meslektaşlarımızın da
yazabilme, konuşabilme özgürlüğü anlamına geliyor. Ancak sansür ya da
otosansür sorununun “tartışılması” için neden illa meşhur birinin
susturulması gerekiyor anlamış değilim. Yazarların beslendikleri
haberlere imza atan muhabirlerin sansürlenmesi, periyodik olarak işsiz
bırakılması, editoryal bağımsızlığın güvencesi sendikal örgütlenmenin
esamisinin okunmaması neden dert edilmez acaba? Bir de Hasan Cemal
örneğinden yola çıkarak sansürün kaynağını patronlarla sınırlı tutmaya
çalışanlar var ki onlar da, “Patronların iktidar eleştirisi yapan
yazarlarını neden susturduğu” sorusuna yanıt arasalar fena olmaz.
Türkiye medyasının unuttuğu gazetecilik
Adeta darbe koşullarının yaşandığı bu ağır baskı döneminde Milliyet gazetesi unutulmaya yüz tutmuş bir iş, asli görevi olan habercilik yapınca kıyamet kopuverdi. Anladığınız üzere, “İmralı Tutanakları” adıyla anılan Abdullah Öcalan’la BDP’li milletvekillerinin yaptığı görüşmelerin geçtiğimiz haftalarda haberleştirilmesinden bahsediyorum. Haber yayımlanır yayımlanmaz hikmetinden sual olunmaması bir kural haline getirilen, terbiye sınırlarını geçmekte pek mahir Başbakan gürlemekte hiç vakit kaybetmedi. Sahibi bağırıp çağırınca beslemelerin saldırması da adettendi. “Komplo, savaş kışkırtıcılığı, sabotaj, ikinci Oslo, baltalamak” gibi kavramların içlerinde sıklıkla geçtiği ve maalesef ki haber ya da yorum sınıfına sokulan yazılara imza atıldı. Esir aldıkları televizyon ekranlarından ve gazetelerden yalanlar sıralayan hükümet sözcülüğü yapanlardan sıklıkla olduğu üzere bir kez daha “Beyefendi çok rahatsız” telefonları açıldı. Komplo teorilerinin havada uçtuğu bu dönemde ayar verilenler de kendine çeki düzen vermekte gecikmedi. Ayarın muhatabı gazete patronları ve yöneticileri olunca da en basit ve en yaygın çözüm devreye giriverdi: Sansür.
Allah korusun!!!
Öyle ya “beyefendiyi daha fazla rahatsız etmemek” gerekirdi. Eğer ki asli işlevlerini yani haberciliği yerine getirirlerse patronlarının tüp gaz satışları düşebilir, Demirören AVM örneğinde olduğu üzere planlanan yeni talanların önü kesilebilirdi, hatta mal varlığı kadar vergi cezası kesilmesi de mümkündü. Daha kötüsü memleketin yeniden dizayn edilmesinin aracı olarak kullanılan KCK, Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargâh listesine son olarak eklenen DHKP-C gibi davalardan birinin tutuklu sanıklarından biri olabilirdi. Her birinin mümkün olabileceği kesin olan bu ihtimallerden hiç biri yaşanmasın diye Hasan Cemal de, önce “cezalandırıldı”. Bir süre yazı yazmaması istendi. Cemal’in içine nasıl sindirebildiğini anlamadığımız bu süreç sonunda gönderdiği yazısı da yayımlanmayınca mutlak son gerçekleşti. Nihayetinde Cemal de susturulan yazarlar kervanının son yolcusu oldu. Cezaevindeki 70’in üzerindeki gazeteciyi ve ifade özgürlüğü bağlamında değerlendirilecek soruşturmalarla özgürlüğü çalınan binlerce tutsağı düşünürsek Hasan Cemal’i şanslı saymamız da mümkün.
Yeni kurbanlarını arayan susturulanlar listesi
Kervan dememiz boşuna değil. Yakın zamana dek iktidarı paylaşan iki güç olan AKP-Cemaat koalisyonunun hışmına uğrayarak gazetelerdeki köşelerini terk etmek, televizyon ekranlarındaki programlarını bırakmak zorunda kalanlardan bir çırpıda aklımıza gelenleri sayalım: Nuray Mert, Ece Temelkuran, Yıldırım Türker, Ruşen Çakır, Banu Güven, Can Dündar, Ayşenur Arslan, Metin Münir, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Ali Akel… Liste daha uzundur elbette, ismini anımsamadıklarım affetsinler. Bunlar susturulanlardan isimleri bilinen ya da öne çıkan kişiler bir de kurumsal olarak susturulanlar var ki ona da ana akım medyanın dışında kalanlar hariç şerhiyle basının tümünü dâhil edebiliriz. Çünkü AKP, Ergenekon soruşturma sürecinin de başladığı ikinci iktidar döneminden sonra daha da hızlanarak Türkiye’de basın özgürlüğünü, genel olarak da ifade özgürlüğünü adım adım sınırladı. Son bir kaç yıldır da göründüğü üzere tamamen ortadan kaldırılması hedefleniyor. Aslında bilinen şeyleri tekrarlamaya lüzum yok. Sürecin berbatlığını kanıtlayan olgu, muhalefet yaptığı iddiasıyla toplumsal kutuplaşmayı keskinleştiren, hakaretamiz söylemler ve buram buram ırkçılık kokan haber ve yorumlara yer veren kimi gazetelerin satış rakamları. Kimi internet sitelerinin takipçi sayısı. Ana akım medyanın sessizliğine yönelik protesto maalesef ki doğru bir muhalif dil tutturamayan bu medya organlarını büyüttü. İşin ironisi ise bu sorunlu muhalif dilin, muhalefet edildiği söylenen iktidar odaklarını daha da güçlendirmesi ve hatta beslemesiydi. Ana akım medya susturulurken terbiye sınırlarını aşan bu yayınları yapanların var olduğuna örnekleyerek Türkiye’de basın özgürlüğü olduğunu savunanlara, bu yalanlarıyla artık kimseyi kandıramadıklarını da söylemek gerek.
Sahte demokratların feveranı
Bu kandırmacanın araçları olarak kullanılanlardan biri de yakın zamana dek Hasan Cemal’di. Tıpkı şimdi, haklı olarak, feveran eden ve kendilerine liberal, birçok örnekte takındıkları tutumla bu sıfatı hak etmediklerini kanıtladıkları üzere, demokrat diyen yakın arkadaşları gibi. Tek tek isim saymaya gerek yok. Çünkü çeşitli isimler altında vücut bulan ve liberal olarak anılmalarına karşın, patenti Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Hâkim Orhan Gazi Ertekin’e ait olan kavramla söylersek, “entelektüel sefalet” yaşayan bu cenahın feveranları hiç inandırıcı değil. Daha çok liberallerin bir zavallı olarak portresini yansıtmaktan öteye gidemeyen bir can acımasını kanıtlıyor bize yaşananlar. Duyulan ihtiyaç üzerine kol kanat gerilen, hukuksuzluklara, adaletsizliklere toplumsal meşruiyet sağlamanın aracı olarak kullanıldıktan sonra işlerinin bittiği kendilerine anladıkları dille söylenen bu arkadaşlara bakarsanız AKP ve cemaat Türkiye’ye ileri demokrasi getirmişti. Askeri vesayetten kurtulmuş sivilleşmiştik. Hele ki basın her şeyi serbestçe yazabiliyordu. Bu yalanlardan yola çıkarak her şey hakkında serbestçe yazmaya çalıştıkları için tutuklananlar ise elbette gazeteci değil terörist idi. Hem de bu demokratik açılımları sağlayan hükümeti darbe yaparak alaşağı etmek isteyen teröristler.
Zulmü canı acıyınca fark etmek
Aslında bu yazıyı yazıp yazmamak konusunda tereddütlerim vardı. Hükümet baskısının devreye girmesiyle patron sansürüyle bir meslek büyüğünün susturulması karşısında eski defterleri açmanın ne kadar doğru olup olmadığı konusunda çelişkilerim vardı. Ama öfkeliyim. Öfkeli olmakta da haklıyım. Gerici bir faşistten demokrat yaratmaya çalışmayacaklardı. Sivilleşme, demokratikleşme, derin devletle ve darbelerle hesaplaşma adı altında yapılan toplum mühendisliğinin yalanlarını doğru göstermeye çalışmayacaklardı. Bu dönemin sol içindeki yeni habis uru DSİP’li mücahitlerle el ele verip yeni dönemin JİTEM çetesi cemaatle aynı yatağa girmeyecek İslam soslu neo-liberal AKP’ye payandalık etmeyeceklerdi. Uzatmayayım kısacası zalimin zulmüne çanak tutmayacaklardı.
Yazıyı yazmak konusunda tereddütlerimi gideren isim Cengiz Çandar oldu. Yakın arkadaşının da susturulmasıyla canı en çok yananlardan biri de o. Kolay değil elbet. Kendisi de aynı yolun yolcusu biliyor. Tıpkı iktidar yanlısı medyanın yaymaya çalıştığı bu garip “barış” sürecinin ne kadar sahte olduğunu bildiği gibi. Basın ve ifade özgürlüğünün olmadığı, hoşa gitmeyen her yazının sansürlendiği, yazmakta diretenlerin kapı önüne konduğu daha kötüsü tutuklandığı bir ülkeye gelecek olanın adının barış olmayacağını da biliyor. Bu köklü sorunu çözmek değil yönetmek isteyen Başbakanın amacının, içindeki diktatörün “başkan” sıfatıyla anılması olduğunu da biliyor. Ama artık çok geç. Bunu da biliyor.
Bu yüzdendir ki Cengiz Çandar şu sıralar çok öfkeli. Hem arkadaşı susturuldu hem de “yeni Türkiye’nin yeni medyasının” ne anlama geldiğini, nasıl lümpen ve zevzek olduklarını kendisine saldırdıklarında keşfetti. Yazılarından, katıldığı televizyon programlarında söylediklerinden bunu anlamak güç değil. Kendisini en son, fanatiği olduğu Fenerbahçe’yi mağdur eden ve adına “şike soruşturması” denilen komplo davası sırasında bu kadar öfkeli görmüştük. Çandar 18 Mart 2013 gecesi Sky Türk televizyonunda arkadaşımız Hilmi Hacaloğlu’nun konuğuydu. Basın ve ifade özgürlüğünün nasıl kısıtlandığından yakınıyordu. Bu kez de ben öfkelendim. Âdetim değildir ama yayını aradım. Ve Çandar’a şu soruyu yöneltmelerini istedim: “Kitap ya da haber yazdığı için terörist denilerek bir gazetecinin susturulmasıyla Hasan Cemal’in susturulması arasında bir fark var mı?”
Çandar’ın söyledikleri ve söylemedikleri
İletişim kazası, sorum istediğim gibi sorulmadı araya benim de hatamla başka şeyler de sıkıştı. Hatam, Çandar’ın tutuklu olduğumuz ilk haftalarda bir İngiliz gazetesine yazdığı yazının adresini yanlış aktarmamdı. Independent demiştim ama doğrusunu zaten Çandar, Guardian diyerek kendisi söyledi. O yazısında bizlerin gazetecilik faaliyetinden değil terörist olmaktan tutuklandığımızı söylediğini aktarmıştım. Bunu da düzeltti Çandar: “Terörist demedim asla demedim. Basın ve ifade özgürlüğünü kısıtlama anlamına gelecek bir iddia sonucunda tutuklanmadılar demiş olabilirim. Katiyen katılmadığım ve inanmadığım bir örgüt bağlantısı kurdular. O suçlamayla tutuklandılar ve tahliye oldular. İyi ki oldular. Onlar teröristtir anlamında hiçbir zaman söylemedim. Terörist tabirini terörist denenler için bile kullanmıyorum. Ahmet Şık için nasıl kullanayım.”
Bunlar televizyon ekranlarında söyledikleri. Birazdan okuyacaklarınız ise Çandar’ın 28 Mart 2011’de Guardian gazetesinde yayımlanan “Kim Türkiye’ye polis devleti diyor?” başlıklı yazısından. Odatv baskınıyla Ergenekon soruşturmalarıyla ilişkilendirilerek tutuklanmamızın ardından dünya medyasında Türkiye’deki ifade özgülüğü sorununa ilişkin eleştiriler sıklıkla işlenmeye başlanınca durumdan vazife çıkardığı anlaşılan yazısında Çandar, Türkiye’nin bir polis devletine dönüştüğü eleştirilerine karşı çıkıyor. Batı medyasının bu konuyla ilgili AKP hükümetine yaptığı saldırıların kuşkulu bir gündem yaratma çabası olduğunu belirten Çandar, bunun nedeninin de ABD ve İsrail’deki AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtı neo-conlar olduğu tespitini yapmış!
Çandar şöyle devam etmiş: “Washington’daki İsrail yanlısı neo-konların Erdoğan’ı sevmemeleri şu anda gerilemekte olan Türkiye İsrail ilişkileri ile de açıklanabilir. Yakın zamanda ODATV için çalışan gazetecilerin tutuklanması da Trük hükümetini eleştirmek için onlara altın bir fırsat sundu. Neo-conlara göre tutuklamalar bağımsız ve eleştirel gazeteciliğin susturulması için planlandı (ODATV hükümet karşıtı yayınlarıyla biliniyor)… Batılı gazete ve dergilerde yer alan editoryal yazılar Türkiye’de bu tutuklamaların olduğu bağlamı dikkate almadan yazılmış gibi görünüyorlar. Eksik olan şu: Bu tutuklanan gazeteciler gazetecilik faaliyetlerinden dolayı, ya da fikirlerini ifade ettikleri için tutuklanmadılar. Onlar sivil hükümeti devirmeye yönelik bir komplonun parçası olmakla suçlanıyorlar.”
Yanıtını arayan sorular
Sahibinin söylemini kullanmayarak terörist demek yerine “gazetecilik faaliyetinden tutuklanmadılar” diyen Çandar , “1990’larda medya içindeki bazı unsurlar ordu öncülüğünde Necmettin Erbakan hükümetine karşı 1997’de yürütülen psikolojik harekâtın bir parçası oldu. O zamanki bazı insanlar şimdi Türkiye’de ifade özgürlüğüne indirilen darbelerden ve sözde polis devletinden şikâyet ediyorlar” dediği yazısında şu anki söylediklerinin aksine bakın nasıl bir tespitte bulunuyor: “Türk medyasını düzenli takip eden herkesin de bildiği üzere, bu medyada Erdoğan hükümeti ile ilgili keskin eleştiri eksikliği yok. İfade özgürlüğü günlük hayatın bir parçası. Türkiye hala bir liberal demokrasi olamamış olabilir, fakat onun bir polis devletine dönüştüğünü söyleyenler kamuoyunu yanlış yönlendiriyor. Ortadoğu’nun içinde bulunduğu bu kritik dönemde Türkiye bir Müslüman demokrasisinin en güzel örneğidir ve bu durum arkasını orduya dayamış eski yönetici sınıfını rahatsız ediyor. Onlar da aynen Washinton’daki neo-con arkadaşları gibi mevcut Türkiye hükümetine karşı yeni bir kampanyaya girişmekte kararlı görünüyorlar. Bu tehlikeli ittifakı açık etmenin zamanıdır.” (Meraklısı yazının tamamını http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2011/mar/28/turkey-freedom-speech-turkish-government?INTCMP=SRCH) linkinden okuyabilir.)
Şaşırtıcı değil elbette. Niyesini yukarıda anlatmaya çalıştık. Ama daha anlaşılabilir olması için Çandar’ın 9 Temmuz 2011’de Radikal’deki yazısının başlığını aktarmak yeterli: “Ergenekon ve Balyoz doğru Fenerbahçe operasyonu haksız”. Çandar’a benim hatam nedeniyle yanlış aktarılan sorumla birlikte, “Medyada Erdoğan hükümeti ile ilgili keskin eleştiri eksikliği yok” çizgisinden bu noktaya gelmesi için illa canının yanması mı gerekiyordu diye sormaktan da kendimi alamıyorum.AHMET ŞIK-BİRGÜN
Türkiye medyasının unuttuğu gazetecilik
Adeta darbe koşullarının yaşandığı bu ağır baskı döneminde Milliyet gazetesi unutulmaya yüz tutmuş bir iş, asli görevi olan habercilik yapınca kıyamet kopuverdi. Anladığınız üzere, “İmralı Tutanakları” adıyla anılan Abdullah Öcalan’la BDP’li milletvekillerinin yaptığı görüşmelerin geçtiğimiz haftalarda haberleştirilmesinden bahsediyorum. Haber yayımlanır yayımlanmaz hikmetinden sual olunmaması bir kural haline getirilen, terbiye sınırlarını geçmekte pek mahir Başbakan gürlemekte hiç vakit kaybetmedi. Sahibi bağırıp çağırınca beslemelerin saldırması da adettendi. “Komplo, savaş kışkırtıcılığı, sabotaj, ikinci Oslo, baltalamak” gibi kavramların içlerinde sıklıkla geçtiği ve maalesef ki haber ya da yorum sınıfına sokulan yazılara imza atıldı. Esir aldıkları televizyon ekranlarından ve gazetelerden yalanlar sıralayan hükümet sözcülüğü yapanlardan sıklıkla olduğu üzere bir kez daha “Beyefendi çok rahatsız” telefonları açıldı. Komplo teorilerinin havada uçtuğu bu dönemde ayar verilenler de kendine çeki düzen vermekte gecikmedi. Ayarın muhatabı gazete patronları ve yöneticileri olunca da en basit ve en yaygın çözüm devreye giriverdi: Sansür.
Allah korusun!!!
Öyle ya “beyefendiyi daha fazla rahatsız etmemek” gerekirdi. Eğer ki asli işlevlerini yani haberciliği yerine getirirlerse patronlarının tüp gaz satışları düşebilir, Demirören AVM örneğinde olduğu üzere planlanan yeni talanların önü kesilebilirdi, hatta mal varlığı kadar vergi cezası kesilmesi de mümkündü. Daha kötüsü memleketin yeniden dizayn edilmesinin aracı olarak kullanılan KCK, Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargâh listesine son olarak eklenen DHKP-C gibi davalardan birinin tutuklu sanıklarından biri olabilirdi. Her birinin mümkün olabileceği kesin olan bu ihtimallerden hiç biri yaşanmasın diye Hasan Cemal de, önce “cezalandırıldı”. Bir süre yazı yazmaması istendi. Cemal’in içine nasıl sindirebildiğini anlamadığımız bu süreç sonunda gönderdiği yazısı da yayımlanmayınca mutlak son gerçekleşti. Nihayetinde Cemal de susturulan yazarlar kervanının son yolcusu oldu. Cezaevindeki 70’in üzerindeki gazeteciyi ve ifade özgürlüğü bağlamında değerlendirilecek soruşturmalarla özgürlüğü çalınan binlerce tutsağı düşünürsek Hasan Cemal’i şanslı saymamız da mümkün.
Yeni kurbanlarını arayan susturulanlar listesi
Kervan dememiz boşuna değil. Yakın zamana dek iktidarı paylaşan iki güç olan AKP-Cemaat koalisyonunun hışmına uğrayarak gazetelerdeki köşelerini terk etmek, televizyon ekranlarındaki programlarını bırakmak zorunda kalanlardan bir çırpıda aklımıza gelenleri sayalım: Nuray Mert, Ece Temelkuran, Yıldırım Türker, Ruşen Çakır, Banu Güven, Can Dündar, Ayşenur Arslan, Metin Münir, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Ali Akel… Liste daha uzundur elbette, ismini anımsamadıklarım affetsinler. Bunlar susturulanlardan isimleri bilinen ya da öne çıkan kişiler bir de kurumsal olarak susturulanlar var ki ona da ana akım medyanın dışında kalanlar hariç şerhiyle basının tümünü dâhil edebiliriz. Çünkü AKP, Ergenekon soruşturma sürecinin de başladığı ikinci iktidar döneminden sonra daha da hızlanarak Türkiye’de basın özgürlüğünü, genel olarak da ifade özgürlüğünü adım adım sınırladı. Son bir kaç yıldır da göründüğü üzere tamamen ortadan kaldırılması hedefleniyor. Aslında bilinen şeyleri tekrarlamaya lüzum yok. Sürecin berbatlığını kanıtlayan olgu, muhalefet yaptığı iddiasıyla toplumsal kutuplaşmayı keskinleştiren, hakaretamiz söylemler ve buram buram ırkçılık kokan haber ve yorumlara yer veren kimi gazetelerin satış rakamları. Kimi internet sitelerinin takipçi sayısı. Ana akım medyanın sessizliğine yönelik protesto maalesef ki doğru bir muhalif dil tutturamayan bu medya organlarını büyüttü. İşin ironisi ise bu sorunlu muhalif dilin, muhalefet edildiği söylenen iktidar odaklarını daha da güçlendirmesi ve hatta beslemesiydi. Ana akım medya susturulurken terbiye sınırlarını aşan bu yayınları yapanların var olduğuna örnekleyerek Türkiye’de basın özgürlüğü olduğunu savunanlara, bu yalanlarıyla artık kimseyi kandıramadıklarını da söylemek gerek.
Sahte demokratların feveranı
Bu kandırmacanın araçları olarak kullanılanlardan biri de yakın zamana dek Hasan Cemal’di. Tıpkı şimdi, haklı olarak, feveran eden ve kendilerine liberal, birçok örnekte takındıkları tutumla bu sıfatı hak etmediklerini kanıtladıkları üzere, demokrat diyen yakın arkadaşları gibi. Tek tek isim saymaya gerek yok. Çünkü çeşitli isimler altında vücut bulan ve liberal olarak anılmalarına karşın, patenti Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Hâkim Orhan Gazi Ertekin’e ait olan kavramla söylersek, “entelektüel sefalet” yaşayan bu cenahın feveranları hiç inandırıcı değil. Daha çok liberallerin bir zavallı olarak portresini yansıtmaktan öteye gidemeyen bir can acımasını kanıtlıyor bize yaşananlar. Duyulan ihtiyaç üzerine kol kanat gerilen, hukuksuzluklara, adaletsizliklere toplumsal meşruiyet sağlamanın aracı olarak kullanıldıktan sonra işlerinin bittiği kendilerine anladıkları dille söylenen bu arkadaşlara bakarsanız AKP ve cemaat Türkiye’ye ileri demokrasi getirmişti. Askeri vesayetten kurtulmuş sivilleşmiştik. Hele ki basın her şeyi serbestçe yazabiliyordu. Bu yalanlardan yola çıkarak her şey hakkında serbestçe yazmaya çalıştıkları için tutuklananlar ise elbette gazeteci değil terörist idi. Hem de bu demokratik açılımları sağlayan hükümeti darbe yaparak alaşağı etmek isteyen teröristler.
Zulmü canı acıyınca fark etmek
Aslında bu yazıyı yazıp yazmamak konusunda tereddütlerim vardı. Hükümet baskısının devreye girmesiyle patron sansürüyle bir meslek büyüğünün susturulması karşısında eski defterleri açmanın ne kadar doğru olup olmadığı konusunda çelişkilerim vardı. Ama öfkeliyim. Öfkeli olmakta da haklıyım. Gerici bir faşistten demokrat yaratmaya çalışmayacaklardı. Sivilleşme, demokratikleşme, derin devletle ve darbelerle hesaplaşma adı altında yapılan toplum mühendisliğinin yalanlarını doğru göstermeye çalışmayacaklardı. Bu dönemin sol içindeki yeni habis uru DSİP’li mücahitlerle el ele verip yeni dönemin JİTEM çetesi cemaatle aynı yatağa girmeyecek İslam soslu neo-liberal AKP’ye payandalık etmeyeceklerdi. Uzatmayayım kısacası zalimin zulmüne çanak tutmayacaklardı.
Yazıyı yazmak konusunda tereddütlerimi gideren isim Cengiz Çandar oldu. Yakın arkadaşının da susturulmasıyla canı en çok yananlardan biri de o. Kolay değil elbet. Kendisi de aynı yolun yolcusu biliyor. Tıpkı iktidar yanlısı medyanın yaymaya çalıştığı bu garip “barış” sürecinin ne kadar sahte olduğunu bildiği gibi. Basın ve ifade özgürlüğünün olmadığı, hoşa gitmeyen her yazının sansürlendiği, yazmakta diretenlerin kapı önüne konduğu daha kötüsü tutuklandığı bir ülkeye gelecek olanın adının barış olmayacağını da biliyor. Bu köklü sorunu çözmek değil yönetmek isteyen Başbakanın amacının, içindeki diktatörün “başkan” sıfatıyla anılması olduğunu da biliyor. Ama artık çok geç. Bunu da biliyor.
Bu yüzdendir ki Cengiz Çandar şu sıralar çok öfkeli. Hem arkadaşı susturuldu hem de “yeni Türkiye’nin yeni medyasının” ne anlama geldiğini, nasıl lümpen ve zevzek olduklarını kendisine saldırdıklarında keşfetti. Yazılarından, katıldığı televizyon programlarında söylediklerinden bunu anlamak güç değil. Kendisini en son, fanatiği olduğu Fenerbahçe’yi mağdur eden ve adına “şike soruşturması” denilen komplo davası sırasında bu kadar öfkeli görmüştük. Çandar 18 Mart 2013 gecesi Sky Türk televizyonunda arkadaşımız Hilmi Hacaloğlu’nun konuğuydu. Basın ve ifade özgürlüğünün nasıl kısıtlandığından yakınıyordu. Bu kez de ben öfkelendim. Âdetim değildir ama yayını aradım. Ve Çandar’a şu soruyu yöneltmelerini istedim: “Kitap ya da haber yazdığı için terörist denilerek bir gazetecinin susturulmasıyla Hasan Cemal’in susturulması arasında bir fark var mı?”
Çandar’ın söyledikleri ve söylemedikleri
İletişim kazası, sorum istediğim gibi sorulmadı araya benim de hatamla başka şeyler de sıkıştı. Hatam, Çandar’ın tutuklu olduğumuz ilk haftalarda bir İngiliz gazetesine yazdığı yazının adresini yanlış aktarmamdı. Independent demiştim ama doğrusunu zaten Çandar, Guardian diyerek kendisi söyledi. O yazısında bizlerin gazetecilik faaliyetinden değil terörist olmaktan tutuklandığımızı söylediğini aktarmıştım. Bunu da düzeltti Çandar: “Terörist demedim asla demedim. Basın ve ifade özgürlüğünü kısıtlama anlamına gelecek bir iddia sonucunda tutuklanmadılar demiş olabilirim. Katiyen katılmadığım ve inanmadığım bir örgüt bağlantısı kurdular. O suçlamayla tutuklandılar ve tahliye oldular. İyi ki oldular. Onlar teröristtir anlamında hiçbir zaman söylemedim. Terörist tabirini terörist denenler için bile kullanmıyorum. Ahmet Şık için nasıl kullanayım.”
Bunlar televizyon ekranlarında söyledikleri. Birazdan okuyacaklarınız ise Çandar’ın 28 Mart 2011’de Guardian gazetesinde yayımlanan “Kim Türkiye’ye polis devleti diyor?” başlıklı yazısından. Odatv baskınıyla Ergenekon soruşturmalarıyla ilişkilendirilerek tutuklanmamızın ardından dünya medyasında Türkiye’deki ifade özgülüğü sorununa ilişkin eleştiriler sıklıkla işlenmeye başlanınca durumdan vazife çıkardığı anlaşılan yazısında Çandar, Türkiye’nin bir polis devletine dönüştüğü eleştirilerine karşı çıkıyor. Batı medyasının bu konuyla ilgili AKP hükümetine yaptığı saldırıların kuşkulu bir gündem yaratma çabası olduğunu belirten Çandar, bunun nedeninin de ABD ve İsrail’deki AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtı neo-conlar olduğu tespitini yapmış!
Çandar şöyle devam etmiş: “Washington’daki İsrail yanlısı neo-konların Erdoğan’ı sevmemeleri şu anda gerilemekte olan Türkiye İsrail ilişkileri ile de açıklanabilir. Yakın zamanda ODATV için çalışan gazetecilerin tutuklanması da Trük hükümetini eleştirmek için onlara altın bir fırsat sundu. Neo-conlara göre tutuklamalar bağımsız ve eleştirel gazeteciliğin susturulması için planlandı (ODATV hükümet karşıtı yayınlarıyla biliniyor)… Batılı gazete ve dergilerde yer alan editoryal yazılar Türkiye’de bu tutuklamaların olduğu bağlamı dikkate almadan yazılmış gibi görünüyorlar. Eksik olan şu: Bu tutuklanan gazeteciler gazetecilik faaliyetlerinden dolayı, ya da fikirlerini ifade ettikleri için tutuklanmadılar. Onlar sivil hükümeti devirmeye yönelik bir komplonun parçası olmakla suçlanıyorlar.”
Yanıtını arayan sorular
Sahibinin söylemini kullanmayarak terörist demek yerine “gazetecilik faaliyetinden tutuklanmadılar” diyen Çandar , “1990’larda medya içindeki bazı unsurlar ordu öncülüğünde Necmettin Erbakan hükümetine karşı 1997’de yürütülen psikolojik harekâtın bir parçası oldu. O zamanki bazı insanlar şimdi Türkiye’de ifade özgürlüğüne indirilen darbelerden ve sözde polis devletinden şikâyet ediyorlar” dediği yazısında şu anki söylediklerinin aksine bakın nasıl bir tespitte bulunuyor: “Türk medyasını düzenli takip eden herkesin de bildiği üzere, bu medyada Erdoğan hükümeti ile ilgili keskin eleştiri eksikliği yok. İfade özgürlüğü günlük hayatın bir parçası. Türkiye hala bir liberal demokrasi olamamış olabilir, fakat onun bir polis devletine dönüştüğünü söyleyenler kamuoyunu yanlış yönlendiriyor. Ortadoğu’nun içinde bulunduğu bu kritik dönemde Türkiye bir Müslüman demokrasisinin en güzel örneğidir ve bu durum arkasını orduya dayamış eski yönetici sınıfını rahatsız ediyor. Onlar da aynen Washinton’daki neo-con arkadaşları gibi mevcut Türkiye hükümetine karşı yeni bir kampanyaya girişmekte kararlı görünüyorlar. Bu tehlikeli ittifakı açık etmenin zamanıdır.” (Meraklısı yazının tamamını http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2011/mar/28/turkey-freedom-speech-turkish-government?INTCMP=SRCH) linkinden okuyabilir.)
Şaşırtıcı değil elbette. Niyesini yukarıda anlatmaya çalıştık. Ama daha anlaşılabilir olması için Çandar’ın 9 Temmuz 2011’de Radikal’deki yazısının başlığını aktarmak yeterli: “Ergenekon ve Balyoz doğru Fenerbahçe operasyonu haksız”. Çandar’a benim hatam nedeniyle yanlış aktarılan sorumla birlikte, “Medyada Erdoğan hükümeti ile ilgili keskin eleştiri eksikliği yok” çizgisinden bu noktaya gelmesi için illa canının yanması mı gerekiyordu diye sormaktan da kendimi alamıyorum.AHMET ŞIK-BİRGÜN