AKP’nin Kürt sorununda başlattığı yeni süreç daha ikinci adımda
tıkanma noktasında. Öcalan’ın, PKK’nin silahlı güçlerini sınır dışına
çekmesi çağrısı olumlu karşılık bulmuştu ancak bunun nasıl
gerçekleşeceği henüz belli değil. Çünkü PKK (haklı olarak) bunun için
yasal güvence yani Meclis kararı isterken AKP tarafı buna yanaşmıyor.
Hatırlanacağı gibi daha önce 1999’da PKK ateşkes kararı almış, silahlı
güçleri geri çekilirken ordu operasyonlarında çok ciddi kayıplar
vermişti. Bu gerekçeyle istediği yasal güvence, eğer sağlanırsa T.C.’nin
hukuk sistemi için çok büyük bir değişiklik yaratmış olacak.
“Bu uğurda ser (kafa) vermeye hazırım” diyen Tayyip Erdoğan ise ne Meclis’i ne de kendi hükümetini harekete geçirdiği gibi Başbakanlık yetkilerini kullanmaktan da imtina ediyor. Meclis’ten yasa çıkarabilir, KHK yayınlayabilir, hadi hiçbiri olmadı kendi MİT müsteşarı için uyguladığı yöntemi uygulayabilir. Yani savcıların bu konuda soruşturma açmasını Başbakanlık iznine yani kendi iznine bağlar. Ama yok, “ser vermek” o kadar kolay değilmiş. Tayyip Erdoğan’ın bulduğu çözüm; “silahlarını gömsünler”miş. Sanki kendi ABD başkanı, onlar da Kızılderili. Danışmanı Yalçın Akdoğan ise daha cin fikirli; bu durum PKK için bir “samimiyet testi” imiş. Eğer silahlarını teslim edip, üniformalarını da çıkartıp sınır dışına öyle çıkarlarsa “samimiyet sınavı”ndan geçecekler. Şifreci, kopyacı AKP kadroları çok güvenilir ya. ABD’den siyaset ve CIA’dan askeri eğitim almış T.C. devletinin, sistem karşıtı silahlı hareketler konusunda ezberinin tam olduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktur herhalde. (Birkaç tane besleme liberal sayılmazsa tabii). Sürecin her aşamasında zorluk çıkaracağı, en ufak bir fırsatı bile değerlendireceği, provokasyonlar yapacağı ve en nihayetinde asıl amacından yani silahlı güçleri yok etme amacından asla vazgeçmeyeceği mutlak bir gerçeklik. PKK’nin de bunu bildiğine şüphe yok.
Bu konuda “samimiyet testi” AKP ve Tayyip Erdoğan için yapılmak zorunda. Birçok gösterge sayılabilir ancak birkaç tanesi bile yeterli olacaktır bunun için. İlki, CHP’nin bu sürece olumlu bir pozisyondan aktif katılımının sağlanması. Ve MHP’nin yalnızlığa mahkum edilmesi.
Böyle bir taraflaşma, seçmen oranı düşünüldüğünde yaklaşık %80 eder ki bu da toplumsal onayın sağlanması için çok büyük bir ilerlemedir. (Böyle bir durumda “akil adamlara” bile gerek kalmayabilir).
Ayrıca MHP’nin azgınlığı da “mahalle baskısı”yla dizginlenebilir, olası provokasyonlara karşı toplumsal barikatlar oluşmuş olur. Ama AKP, testin bu bölümünden bilerek sıfır çekmiş durumda. Çünkü AKP, Kürt sorununun toplumsal çözümünden, demokratik çözümünden yana değil. İkinci olarak, bu sorunun çözüm sürecinde “kamuoyu anketler”ine[1] göre hareket edilemez. Otuz yıllık savaş boyunca hem savaşın sonuçlarının ilkel tepkileriyle büyümüş hem de siyasetçilerin doğrudan gerici-faşist manipülasyonu ile şekillendirilmiş toplumsal düşünce ve tavır alışlar kendiliğinden ileri bir hedefe yönelmeyecektir. (Hatta bu sürecin olumsuz etkilerini sosyalist olduğunu iddia edenlerde bile görmek mümkündür). O yüzden bu sürecin aşamalarını değil, yaratacağı sonucu önemseyen bir siyaset ve siyasetçi tipi gereklidir. Ne Tayyip Erdoğan böyle biridir ne de AKP içinde böyle birileri vardır. Her aşamada oy hesabı yapan, bakkal defterine attığı çentiklerle siyaset yapanlar Kürt sorununun toplumsal çözümünden, demokratik çözümünden yana değildir.
Üçüncü olarak, bu sorunun çözüm süreci doğru bir yöntemin belirlenmesiyle doğrudan ilişkilidir. Muhataplarla kurulan düzlemin bir hukukunun (kurallarının) olması, kurulan ilişkinin de eşit olması gereklidir. Bu aralar sıkça başvurulan bir vurguyu tekrarlayalım: “Muhatabınız özgür değilse adaletli bir barıştan söz edilemez.” Buradaki vurguyu Abdullah Öcalan[2] olarak anlamamak gerekir, buradaki sorun AKP’nin BDP’yi muhatap alıp almamasıdır. Silahların bırakılıp bırakılmaması konusunda değil, toplumsal çözümünün, demokratik çözümünün sağlanması konusunda. BDP ne eşit ne de özgür. Kısacası AKP, daha sürecin başında güvenilmez, ikiyüzlü ve kuralsız bir süreçte ilerlemek istediğini kanıtladı. Ancak bu noktada başladığı yere de kolayca dönemez ve dönmeyecektir de. Süreç, çok daha önceden görülebildiği gibi krizler, iniş çıkışlarla (en azından şimdilik) bir süre daha devam edecek. Her aşama yeni taktikleri de beraber getirecek.
Kürt sorununun toplumsal çözümünün, demokratik çözümünün sağlanması elbette ki AKP’den beklenemez. Bunu sağlayabilecek tek gerçek güç her iki tarafın solcularıdır; ama dikkat etmek gerekir ki (her iki taraf için de) solcu geçinenler değil. Solculuk adına şovenizm taraftarı olanlar ya da solculuk adına ulusalcılıktan yana olanlar değil. Öznel gerçekliğinden sıyrılmış, mahallenin/tabanın gerici kuşatmasına karşı durabilen, sosyalizm mücadelesinin tarihsel mirasından dersler çıkarmış ve gelecekte kuracakları komünist toplum ütopyasıyla çelişmeyen solcular. Bugün onlara çok daha fazla ihtiyaç var!
Görev ertelenemez, devredilemez. Çünkü sosyal şovenizm (onlar adına) kendi bulundukları toplumda hızla örgütleniyor, yayılıyor. Sosyal şovenizmin önüne geçilmezse yarın bugünden daha iyi olmayacak. İki halk içindeki solcuların bile karşılıklı eşit hukukla, ideolojik güvenle ve kader ortaklığıyla bağlanmadıkları bu topraklarda ancak emperyalistlerin, faşistlerin ve gericilerin iktidarı gelişir.
CHP’den umudu olanlara da bir paragraf eklemek gerek, CHP’nin bu sürecin olumlu tarafında mutlaka olması gerektiği düşünülmesine rağmen eklemek gerek: Diyarbakır’da, belki de bölge coğrafyası içinde yapılan en büyük kitlesel gösteri, Newroz kutlaması yapıldığı sırada CHP’nin Genel Başkanı, “korkma sönmez bu şafaklarda…” diye tweet atabiliyor. Bu çarpık ideolojik zihniyet, bu utanılası politik tutum (ne yazık), değiştirilmek zorunda. Değişmediği, değiştirilmediği zaman bu sosyal demokrat taban sosyalistlerin “vasıtalı yedeği” değil, faşistlerin “vasıtalı yedeği” olacaktır. Halkların ortak sorumluluğunu üzerine almayan bu çizgi, sahil kasabalarının partisi olmaya mahkum kalacak.
***
Bu koşullarda Türkiye’nin ilerici, demokrat muhalefeti 1 Mayıs sürecine girdi. 1 Mayıs’ın bu ülke için, bu ülkenin emekçisi, güvencesizi, işsizi, kadını, öğrencisi, demokratı, sosyalisti için ne anlam taşıdığını ifade etmeye gerek yok. Tarihten gelen ve geleceği hedefleyen üç temel sözcük yetiyor zaten: Birlik, Mücadele, Dayanışma.
Açık yüreklilikle belirtmek gerekir ki bu yılki 1 Mayıs’ın birtakım handikapları (koşarken taşınması zorunlu yükleri) mevcut. (Aslında üç inşaat çalışması da denilebilir.) Bunların başında da DİSK geliyor. Bilindiği gibi bir yıl önce bir genel kurul yaptı DİSK. Var olan statükolara ve dengelere sıkı sıkıya sarılarak en geniş(!) mutabakatla bir yönetim oluşturuldu. “Tek yürek, tek yumruk” diyerek oluşturdukları statükoya öyle sıkı sarıldılar ki, işçi sınıfı mücadelesinin yeni döneminin en güçlü dinamiği olan Devrimci Sağlık İş Sendikası’nın yönetime seçilmemesi için her türlü yöntemi kullandılar. Aslında DİSK’in 14. Genel Kurulu’nda Devrimci Sağlık-İş’e karşı alınan bu tutum, artık sürdürülemez olduğu herkesçe görülen geleneksel sendikal anlayışa ve statükoya teslim olmak anlamına geldiği gibi, sınıf hareketinin ihtiyaç duyduğu apaçık olan proleter yenilenmeye ve yeni dinamiklere karşı da bir tutumdu.
Ancak yönetim kurulunu bu anlayışla oluşturanlara DİSK delegasyonunun yanıtı, Devrimci Sağlık-İş’in adaylığına verdiği geniş destek oldu. Köhnemiş denge siyasetlerine dayalı, kişisel-kariyerist tutumların dayatıldığı, grup çıkarının işçi sınıfının toplam çıkarının üzerinde görüldüğü, atıl bir yönetim modeli ancak bu kadar dayanabildi. Olağanüstü genel kurul kararı alan DİSK Yönetim Kurulu, “Olağanüstü Genel Kurul kararı alınmasında belirleyici faktörün, işçi sınıfına yönelik saldırıların alabildiğine arttığı bir dönemde yaşanmakta olan sorunların bir an önce çözülerek, içinde bulunduğumuz mücadele sürecine daha etkin müdahale olanaklarının yaratılması” olduğunu söylüyor.
Neymiş bu “yaşanmakta olan sorunlar”. Herkesin bildiği kimsenin yüksek sesle söylemediğini biz bir kez daha tekrarlayalım; Statükolara ve denge siyasetlerine dayalı, kişisel-kariyerist tutumların dayatıldığı, grup çıkarının işçi sınıfı toplam çıkarının üzerinde görüldüğü ve hepsinden önemlisi bugün artık apaçık görülen sendikal hareketteki devrimci yenilenme ihtiyacını ve olanaklarını görmeyen bir yönetim anlayışı artık terkedilmelidir. Bilinmelidir ki, neoliberal kapitalist sistemin tüm masallarının bittiği ve insanlığa hiçbir vaadinin kalmadığı, emeğin meşru ve militan temelde hak mücadelelerinin yaygınlaştığı ve büyüdüğü bugün, DİSK işçi sınıfının, tüm emekçilerin ve ezilen halkaların eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesinin temel alanların birisidir.
Ve şimdi devrimciler, demokratlar DİSK handikabını da taşıyarak 1 Mayıs’a ilerleyecek. Kürt sorununun içinden geçilen süreçte devrimcileri, demokratları nesnel olarak devre dışında bırakan başka bir handikap biçimde ilerlediği de bir gerçek. Eğer bu bir ay kendiliğindenliğe bırakılmaz, alınan inisiyatiflerle demokratik çözümden yana aktif tutum alış ilerletilirse 1 Mayıs, Kürt ve Türk emekçilerinin kardeşleşmeyi alanlarda gerçekleştirdiği bir dayanışma günü olarak geleceğe iz bırakacaktır.
Ve yer tartışması da ayrı bir handikap. Özellikle İstanbul için. Taksim Meydanı’nın bir bölümünün inşaat alanına dönmüş olması, 1 Mayıs kutlamalarının nerede yapılacağını “kritik” bir soru olarak tartışılmasına neden oluyor. Taksim’de yapılabilir ya da yapılamaz, bu teknik bir sorundur, politik bir sorun değildir. Taksim, 1 Mayıs alanı olarak kazanılmıştır, ondan asla vazgeçilemez/vazgeçilmez. Fiziki şartları uygunsa yapılır, fiziki şartlarının uygun olmamasından dolayı bu yıl orada yapılamayacaksa da, oradan vazgeçildiği anlamına gelmez. Bunu egemenler de kafasına kazımalıdır. Fiziki şartları gerekçe göstererek Taksim’e gelmeyecek olanlar ya da Taksim’de yapılamaması durumunda 1 Mayıs kutlamasına katılmayacak olanlar bilmelidir ki sadece AKP’ye propaganda malzemesi olurlar. Devrimciler de bu “yer tartışmasını” hızla gündemlerinden (bu yıl için) çıkarmalı, bu tartışmanın 1 Mayıs’ın politik içeriğinin önüne geçmesine engel olmalıdır. 1 Mayıs nerede gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, sömürüye-savaşa-gericiliğe karşı birlik-mücadele-dayanışma günü olacaktır.
1 Mayıs’ın öngünlerini yaşadığımız bu yıl, emekçiler için sömürünün katlanarak artacağının kanıtlarıyla birlikte yaşanıyor. Ekonomik büyüme oranları açıklandı ve beklentilerin de aşağısında gerçekleşti: %2,2. AKP Hükümeti, çevrede yaşanan ekonomik krizleri gerekçe göstererek bunun “başarı” olduğunu söylüyor. Ve bu “başarı”nın devam etmesi için (herkes emin olmalıdır ki) özveri istenecek, sorumluluk yüklenecek kesim patronlar olmayacak. Fatura yine işçilere, emekçilere, yoksullara kesilecek. Sömürü katmerleşerek devam edecek.
***
İsrail’in ABD teşvikiyle Mavi Marmara katliamı için sözde özür dilemesinin bu dünyadaki aklı biraz çalışan herkesin de yorumlayacağı gibi “hayra alamet” sonuçları olmayacak. Bu girişim her şeyden önce ABD-İsrail bloğunun Türkiye’den önce, AKP’ye daha doğrusu Tayyip Erdoğan’a[3] verdiği açık destektir. Tayyip Erdoğan da açıkça borçlanmıştır ve bu borcu ihtiyaç duyulan neresi olursa olsun, ister Suriye ister İran ya da başka bir yer ve başka bir konu, mutlaka ödeyecektir.
AKP iktidarı döneminde gericiliğin durabileceği, yavaşlayabileceği bir aralık dahi olmayacak. Okullarda serbest kıyafet yutturmacısıyla türbanın önü bir adım daha ilerletildikten sonra şimdi de avukatlara türban serbestliği getirildi. Artık davacı, davalı, hakim, savcı, mübaşir savunma yapan şahsın yani avukatın siyasi görüşünü bir bakışta, şıp diye anlayıverecek. Hele bugünkü koşullarda türban takan avukatlar doğrudan iktidarın yakını olarak lanse edilecek, onlar da zaten bunu yapmak için özel çaba sarf edecekler. Gerici zihniyetin/örgütlenmenin yaygınlaştırılmasında bir adım daha ileriye, kadın özgürlüğünün gelişmesinde bir adım daha geriye gidilirken artık adalet önünde de herkes eşit ama türbanlı avukatlar “daha eşit” noktasına gelinmiş oldu.
***
Devrimciler halkın öfkesini hırsa dönüştürmeli, yılgınlığı kararlılığa, atıllığı devrimci atılıma. Sömürüye, savaşa, gericiliğe karşı haydi 1 Mayıs çalışmasına…
“Bu uğurda ser (kafa) vermeye hazırım” diyen Tayyip Erdoğan ise ne Meclis’i ne de kendi hükümetini harekete geçirdiği gibi Başbakanlık yetkilerini kullanmaktan da imtina ediyor. Meclis’ten yasa çıkarabilir, KHK yayınlayabilir, hadi hiçbiri olmadı kendi MİT müsteşarı için uyguladığı yöntemi uygulayabilir. Yani savcıların bu konuda soruşturma açmasını Başbakanlık iznine yani kendi iznine bağlar. Ama yok, “ser vermek” o kadar kolay değilmiş. Tayyip Erdoğan’ın bulduğu çözüm; “silahlarını gömsünler”miş. Sanki kendi ABD başkanı, onlar da Kızılderili. Danışmanı Yalçın Akdoğan ise daha cin fikirli; bu durum PKK için bir “samimiyet testi” imiş. Eğer silahlarını teslim edip, üniformalarını da çıkartıp sınır dışına öyle çıkarlarsa “samimiyet sınavı”ndan geçecekler. Şifreci, kopyacı AKP kadroları çok güvenilir ya. ABD’den siyaset ve CIA’dan askeri eğitim almış T.C. devletinin, sistem karşıtı silahlı hareketler konusunda ezberinin tam olduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktur herhalde. (Birkaç tane besleme liberal sayılmazsa tabii). Sürecin her aşamasında zorluk çıkaracağı, en ufak bir fırsatı bile değerlendireceği, provokasyonlar yapacağı ve en nihayetinde asıl amacından yani silahlı güçleri yok etme amacından asla vazgeçmeyeceği mutlak bir gerçeklik. PKK’nin de bunu bildiğine şüphe yok.
Bu konuda “samimiyet testi” AKP ve Tayyip Erdoğan için yapılmak zorunda. Birçok gösterge sayılabilir ancak birkaç tanesi bile yeterli olacaktır bunun için. İlki, CHP’nin bu sürece olumlu bir pozisyondan aktif katılımının sağlanması. Ve MHP’nin yalnızlığa mahkum edilmesi.
Böyle bir taraflaşma, seçmen oranı düşünüldüğünde yaklaşık %80 eder ki bu da toplumsal onayın sağlanması için çok büyük bir ilerlemedir. (Böyle bir durumda “akil adamlara” bile gerek kalmayabilir).
Ayrıca MHP’nin azgınlığı da “mahalle baskısı”yla dizginlenebilir, olası provokasyonlara karşı toplumsal barikatlar oluşmuş olur. Ama AKP, testin bu bölümünden bilerek sıfır çekmiş durumda. Çünkü AKP, Kürt sorununun toplumsal çözümünden, demokratik çözümünden yana değil. İkinci olarak, bu sorunun çözüm sürecinde “kamuoyu anketler”ine[1] göre hareket edilemez. Otuz yıllık savaş boyunca hem savaşın sonuçlarının ilkel tepkileriyle büyümüş hem de siyasetçilerin doğrudan gerici-faşist manipülasyonu ile şekillendirilmiş toplumsal düşünce ve tavır alışlar kendiliğinden ileri bir hedefe yönelmeyecektir. (Hatta bu sürecin olumsuz etkilerini sosyalist olduğunu iddia edenlerde bile görmek mümkündür). O yüzden bu sürecin aşamalarını değil, yaratacağı sonucu önemseyen bir siyaset ve siyasetçi tipi gereklidir. Ne Tayyip Erdoğan böyle biridir ne de AKP içinde böyle birileri vardır. Her aşamada oy hesabı yapan, bakkal defterine attığı çentiklerle siyaset yapanlar Kürt sorununun toplumsal çözümünden, demokratik çözümünden yana değildir.
Üçüncü olarak, bu sorunun çözüm süreci doğru bir yöntemin belirlenmesiyle doğrudan ilişkilidir. Muhataplarla kurulan düzlemin bir hukukunun (kurallarının) olması, kurulan ilişkinin de eşit olması gereklidir. Bu aralar sıkça başvurulan bir vurguyu tekrarlayalım: “Muhatabınız özgür değilse adaletli bir barıştan söz edilemez.” Buradaki vurguyu Abdullah Öcalan[2] olarak anlamamak gerekir, buradaki sorun AKP’nin BDP’yi muhatap alıp almamasıdır. Silahların bırakılıp bırakılmaması konusunda değil, toplumsal çözümünün, demokratik çözümünün sağlanması konusunda. BDP ne eşit ne de özgür. Kısacası AKP, daha sürecin başında güvenilmez, ikiyüzlü ve kuralsız bir süreçte ilerlemek istediğini kanıtladı. Ancak bu noktada başladığı yere de kolayca dönemez ve dönmeyecektir de. Süreç, çok daha önceden görülebildiği gibi krizler, iniş çıkışlarla (en azından şimdilik) bir süre daha devam edecek. Her aşama yeni taktikleri de beraber getirecek.
Kürt sorununun toplumsal çözümünün, demokratik çözümünün sağlanması elbette ki AKP’den beklenemez. Bunu sağlayabilecek tek gerçek güç her iki tarafın solcularıdır; ama dikkat etmek gerekir ki (her iki taraf için de) solcu geçinenler değil. Solculuk adına şovenizm taraftarı olanlar ya da solculuk adına ulusalcılıktan yana olanlar değil. Öznel gerçekliğinden sıyrılmış, mahallenin/tabanın gerici kuşatmasına karşı durabilen, sosyalizm mücadelesinin tarihsel mirasından dersler çıkarmış ve gelecekte kuracakları komünist toplum ütopyasıyla çelişmeyen solcular. Bugün onlara çok daha fazla ihtiyaç var!
Görev ertelenemez, devredilemez. Çünkü sosyal şovenizm (onlar adına) kendi bulundukları toplumda hızla örgütleniyor, yayılıyor. Sosyal şovenizmin önüne geçilmezse yarın bugünden daha iyi olmayacak. İki halk içindeki solcuların bile karşılıklı eşit hukukla, ideolojik güvenle ve kader ortaklığıyla bağlanmadıkları bu topraklarda ancak emperyalistlerin, faşistlerin ve gericilerin iktidarı gelişir.
CHP’den umudu olanlara da bir paragraf eklemek gerek, CHP’nin bu sürecin olumlu tarafında mutlaka olması gerektiği düşünülmesine rağmen eklemek gerek: Diyarbakır’da, belki de bölge coğrafyası içinde yapılan en büyük kitlesel gösteri, Newroz kutlaması yapıldığı sırada CHP’nin Genel Başkanı, “korkma sönmez bu şafaklarda…” diye tweet atabiliyor. Bu çarpık ideolojik zihniyet, bu utanılası politik tutum (ne yazık), değiştirilmek zorunda. Değişmediği, değiştirilmediği zaman bu sosyal demokrat taban sosyalistlerin “vasıtalı yedeği” değil, faşistlerin “vasıtalı yedeği” olacaktır. Halkların ortak sorumluluğunu üzerine almayan bu çizgi, sahil kasabalarının partisi olmaya mahkum kalacak.
***
Bu koşullarda Türkiye’nin ilerici, demokrat muhalefeti 1 Mayıs sürecine girdi. 1 Mayıs’ın bu ülke için, bu ülkenin emekçisi, güvencesizi, işsizi, kadını, öğrencisi, demokratı, sosyalisti için ne anlam taşıdığını ifade etmeye gerek yok. Tarihten gelen ve geleceği hedefleyen üç temel sözcük yetiyor zaten: Birlik, Mücadele, Dayanışma.
Açık yüreklilikle belirtmek gerekir ki bu yılki 1 Mayıs’ın birtakım handikapları (koşarken taşınması zorunlu yükleri) mevcut. (Aslında üç inşaat çalışması da denilebilir.) Bunların başında da DİSK geliyor. Bilindiği gibi bir yıl önce bir genel kurul yaptı DİSK. Var olan statükolara ve dengelere sıkı sıkıya sarılarak en geniş(!) mutabakatla bir yönetim oluşturuldu. “Tek yürek, tek yumruk” diyerek oluşturdukları statükoya öyle sıkı sarıldılar ki, işçi sınıfı mücadelesinin yeni döneminin en güçlü dinamiği olan Devrimci Sağlık İş Sendikası’nın yönetime seçilmemesi için her türlü yöntemi kullandılar. Aslında DİSK’in 14. Genel Kurulu’nda Devrimci Sağlık-İş’e karşı alınan bu tutum, artık sürdürülemez olduğu herkesçe görülen geleneksel sendikal anlayışa ve statükoya teslim olmak anlamına geldiği gibi, sınıf hareketinin ihtiyaç duyduğu apaçık olan proleter yenilenmeye ve yeni dinamiklere karşı da bir tutumdu.
Ancak yönetim kurulunu bu anlayışla oluşturanlara DİSK delegasyonunun yanıtı, Devrimci Sağlık-İş’in adaylığına verdiği geniş destek oldu. Köhnemiş denge siyasetlerine dayalı, kişisel-kariyerist tutumların dayatıldığı, grup çıkarının işçi sınıfının toplam çıkarının üzerinde görüldüğü, atıl bir yönetim modeli ancak bu kadar dayanabildi. Olağanüstü genel kurul kararı alan DİSK Yönetim Kurulu, “Olağanüstü Genel Kurul kararı alınmasında belirleyici faktörün, işçi sınıfına yönelik saldırıların alabildiğine arttığı bir dönemde yaşanmakta olan sorunların bir an önce çözülerek, içinde bulunduğumuz mücadele sürecine daha etkin müdahale olanaklarının yaratılması” olduğunu söylüyor.
Neymiş bu “yaşanmakta olan sorunlar”. Herkesin bildiği kimsenin yüksek sesle söylemediğini biz bir kez daha tekrarlayalım; Statükolara ve denge siyasetlerine dayalı, kişisel-kariyerist tutumların dayatıldığı, grup çıkarının işçi sınıfı toplam çıkarının üzerinde görüldüğü ve hepsinden önemlisi bugün artık apaçık görülen sendikal hareketteki devrimci yenilenme ihtiyacını ve olanaklarını görmeyen bir yönetim anlayışı artık terkedilmelidir. Bilinmelidir ki, neoliberal kapitalist sistemin tüm masallarının bittiği ve insanlığa hiçbir vaadinin kalmadığı, emeğin meşru ve militan temelde hak mücadelelerinin yaygınlaştığı ve büyüdüğü bugün, DİSK işçi sınıfının, tüm emekçilerin ve ezilen halkaların eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesinin temel alanların birisidir.
Ve şimdi devrimciler, demokratlar DİSK handikabını da taşıyarak 1 Mayıs’a ilerleyecek. Kürt sorununun içinden geçilen süreçte devrimcileri, demokratları nesnel olarak devre dışında bırakan başka bir handikap biçimde ilerlediği de bir gerçek. Eğer bu bir ay kendiliğindenliğe bırakılmaz, alınan inisiyatiflerle demokratik çözümden yana aktif tutum alış ilerletilirse 1 Mayıs, Kürt ve Türk emekçilerinin kardeşleşmeyi alanlarda gerçekleştirdiği bir dayanışma günü olarak geleceğe iz bırakacaktır.
Ve yer tartışması da ayrı bir handikap. Özellikle İstanbul için. Taksim Meydanı’nın bir bölümünün inşaat alanına dönmüş olması, 1 Mayıs kutlamalarının nerede yapılacağını “kritik” bir soru olarak tartışılmasına neden oluyor. Taksim’de yapılabilir ya da yapılamaz, bu teknik bir sorundur, politik bir sorun değildir. Taksim, 1 Mayıs alanı olarak kazanılmıştır, ondan asla vazgeçilemez/vazgeçilmez. Fiziki şartları uygunsa yapılır, fiziki şartlarının uygun olmamasından dolayı bu yıl orada yapılamayacaksa da, oradan vazgeçildiği anlamına gelmez. Bunu egemenler de kafasına kazımalıdır. Fiziki şartları gerekçe göstererek Taksim’e gelmeyecek olanlar ya da Taksim’de yapılamaması durumunda 1 Mayıs kutlamasına katılmayacak olanlar bilmelidir ki sadece AKP’ye propaganda malzemesi olurlar. Devrimciler de bu “yer tartışmasını” hızla gündemlerinden (bu yıl için) çıkarmalı, bu tartışmanın 1 Mayıs’ın politik içeriğinin önüne geçmesine engel olmalıdır. 1 Mayıs nerede gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, sömürüye-savaşa-gericiliğe karşı birlik-mücadele-dayanışma günü olacaktır.
1 Mayıs’ın öngünlerini yaşadığımız bu yıl, emekçiler için sömürünün katlanarak artacağının kanıtlarıyla birlikte yaşanıyor. Ekonomik büyüme oranları açıklandı ve beklentilerin de aşağısında gerçekleşti: %2,2. AKP Hükümeti, çevrede yaşanan ekonomik krizleri gerekçe göstererek bunun “başarı” olduğunu söylüyor. Ve bu “başarı”nın devam etmesi için (herkes emin olmalıdır ki) özveri istenecek, sorumluluk yüklenecek kesim patronlar olmayacak. Fatura yine işçilere, emekçilere, yoksullara kesilecek. Sömürü katmerleşerek devam edecek.
***
İsrail’in ABD teşvikiyle Mavi Marmara katliamı için sözde özür dilemesinin bu dünyadaki aklı biraz çalışan herkesin de yorumlayacağı gibi “hayra alamet” sonuçları olmayacak. Bu girişim her şeyden önce ABD-İsrail bloğunun Türkiye’den önce, AKP’ye daha doğrusu Tayyip Erdoğan’a[3] verdiği açık destektir. Tayyip Erdoğan da açıkça borçlanmıştır ve bu borcu ihtiyaç duyulan neresi olursa olsun, ister Suriye ister İran ya da başka bir yer ve başka bir konu, mutlaka ödeyecektir.
AKP iktidarı döneminde gericiliğin durabileceği, yavaşlayabileceği bir aralık dahi olmayacak. Okullarda serbest kıyafet yutturmacısıyla türbanın önü bir adım daha ilerletildikten sonra şimdi de avukatlara türban serbestliği getirildi. Artık davacı, davalı, hakim, savcı, mübaşir savunma yapan şahsın yani avukatın siyasi görüşünü bir bakışta, şıp diye anlayıverecek. Hele bugünkü koşullarda türban takan avukatlar doğrudan iktidarın yakını olarak lanse edilecek, onlar da zaten bunu yapmak için özel çaba sarf edecekler. Gerici zihniyetin/örgütlenmenin yaygınlaştırılmasında bir adım daha ileriye, kadın özgürlüğünün gelişmesinde bir adım daha geriye gidilirken artık adalet önünde de herkes eşit ama türbanlı avukatlar “daha eşit” noktasına gelinmiş oldu.
***
Devrimciler halkın öfkesini hırsa dönüştürmeli, yılgınlığı kararlılığa, atıllığı devrimci atılıma. Sömürüye, savaşa, gericiliğe karşı haydi 1 Mayıs çalışmasına…
[1]
En son anketi Tayyip Erdoğan açıkladı, sürece destek verenler %58.
Karşı taraf da hemen atağa geçti “ama Apo ile görüşülerek sürecin devam
ettirilmesine destek bu kadar değil. Erdoğan’ın “akil adamlar” projesini
hızla devreye sokmasında da bu etkili kuşkusuz, Abdullah Öcalan biraz
bekleyebilir, bir süre!
[2]
Öcalan’ın koşullarının her iki taraf açısından da sürekli gündemde
tutulması da sürecin bir başka çarpıklığı. Tayyip Erdoğan’ın “12 kanallı
televizyon verdik, jimnastiğini 3 günden 7 güne çıkardık, mahkum
arkadaşlarıyla
artık hergün götürüyoruz” açıklamaları ne kadar bu sürecin olması gereken ekseni değilse, BDP’nin, önemsiz sağlık sorunlarını sürekli gündemde tutması da bu sürecin ana ekseni olmamalı. Önderlik pozisyonu, aynı zamanda kişisel dertleri çalışmanın önüne koymamayı, koydurmamayı gerektirir!
artık hergün götürüyoruz” açıklamaları ne kadar bu sürecin olması gereken ekseni değilse, BDP’nin, önemsiz sağlık sorunlarını sürekli gündemde tutması da bu sürecin ana ekseni olmamalı. Önderlik pozisyonu, aynı zamanda kişisel dertleri çalışmanın önüne koymamayı, koydurmamayı gerektirir!
[3]
Sadece biçim bile bunu kanıtlamaya yeter. Dikkat edilirse cumhurbaşkanı
ya da meclis başkanı aranmıyor. Ya da kamuoyuna açık bir beyanat
yapılmıyor. Doğrudan Tayyip Erdoğan’a telefon ediliyor, malzemeyi o
kullansın diye.
SENDİKA.ORG
SENDİKA.ORG