Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

GAZETE DEMOKRAT / İKTİDAR DOSYASI

HIDE_BLOG

AKP’yi geriletecek tek güç toplumsal muhalefetin ortak hareketi

1 Mayıs’ın sonuçları üzerinden derli toplu bir değerlendirme yapılamadan ve somut bir program çıkarılamadan ülke gündemi yeniden ve hız...

1 Mayıs’ın sonuçları üzerinden derli toplu bir değerlendirme yapılamadan ve somut bir program çıkarılamadan ülke gündemi yeniden ve hızla değişti. Oysa beklentiler 8 Mayıs’ta PKK’nin silahlı güçlerini ülke dışına çıkarma sürecinin izlenmesine ve akil insanların faaliyetlerinin sonuçlarının değerlendirilmesine odaklanmıştı. 11 Mayıs’ta Reyhanlı’da patlatılan iki bomba, iki yılı aşkın süredir Suriye’de iç savaş çıkarma siyasetinin yeni bir bedeli oldu: 100’e yakın insanın hayatı.
Geçen yaz içinde bir keşif uçağının düşürülmesi ile iki pilotun ölmesi, Akçakale’ye düşen top mermilerinin 5 kişiyi öldürmesi, Cilvegözü’ndeki bombalı saldırının 13 can alması, önceki faturalardı. (Gaziantep’i de unutmamak gerek.) Reyhanlı’nın bir son olmayacağını artık herkes biliyor; çünkü Dışişleri Bakanı Davutoğlu bunun “müjde”sini verdi, yeni bombalamalar olacakmış! Olanların ve olacakların sorumluları ise şimdiden tarih sayfalarında yerini aldı bile: Suriye’de iç savaş çıkartmayı örgütleyen başta Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu olmak üzere AKP iktidarı.
Reyhanlı’daki bombaların zamanlamasının nedeni ise Tayyip Erdoğan’ın aylardır beklediği ABD randevusu yani 16 Mayıs’taki Obama görüşmesinden beş gün önce. Obama’nın yeni görev süresi başladığından beri Tayyip Erdoğan’ın randevu almak için sık sık başvuru yaptığı gazete sayfalarında bolca yer aldı. Kuşkusuz bu talebin tek nedeni Obama ile çektireceği fotoğrafı masasının arkasına asıp iç siyaset malzemesi olarak kullanmak değil. Ülke içinde ama özellikle ülke dışında atacağı her adımı ABD onayından geçirmek, onun stratejisine uygun davranmak zorunda olan her T.C. hükümeti gibi AKP hükümeti de Suriye, İran ve İsrail ile olan ilişkilerde nasıl bir pozisyon alacağını (almak istediğini) öğrenmek, ezberlemek zorunda; özellikle içine girdiği üç seçimlik iktidar mücadelesi döneminde. Suriye konusunda ise AKP’nin “erken” inisiyatif aldığı, süreci yanlış okuduğu bir gerçek. İçine düştüğü bataklıktan geri çekilerek kurtulmak yerine ABD’yi de “ikna ederek” bataklığa daha fazla bulaşmak derdinde. Oysa Suriye’nin kaderi başta Rusya ve ABD olmak üzere İran ve İsrail’in vereceği kararlara bağlı olduğundan, AKP, sürecin bekleyen ve provokasyonlarla rol almaya zorlanan aktörü durumunda.
Reyhanlı’da öldürülen insanlar AKP’nin Suriye’de iç savaş çıkarma siyasetinde elini güçlendirmiş olsa bile AKP’nin böylesi bir süreci yönetmedeki “beceriksizliği” de kanıtlanmış durumda. Daha ilk günden hedef gösterilen Esad rejimi, El Muhaberat ve Acilciler seçenekleri hızla tüketildi ve geriye en büyük sorumlu olarak sünni-gerici ittifakın tetikçisi olan El Kaideci katiller kaldı. AKP’nin koyduğu “yayın yasağı”, yani sadece hükümet bilgilendirmesiyle yapılacak olan manipülasyon girişimi bile tek başına bunun göstergelerinden biridir. (Madem Suriye rejimi ya da onun tetikçileri yaptı, yayın yasağına ne gerek var?) Gerek yayın yasağı gerek ilk iki günden sonra neredeyse tüm savaş karşıtı gösterilere yapılan sert müdahaleler; dahası özellikle 1 Mayıs’ta ve sonrasında Taksim’deki tüm gösterilere yapılan müdahaleler göstermektedir ki AKP rejiminin gerçek içeriği faşizmden beslenmektedir. Rejimi zorlayan, AKP’nin ikiyüzlü halk düşmanı siyasetini açığa çıkarmaya çalışan her girişim, AKP faşizmiyle karşılaşmaktadır. AKP’nin bu gerçek yüzü açığa çıktıkça da iktidarı meşruluğunu yitirmekte ve toplumsal hoşnutsuzluk güçlenmektedir.
Devrimciler farkındadır ki Suriye’deki iç savaş ya da Türkiye ve Suriye arasında başlayacak bir savaş devrimci bir imkân ve seçenek ortaya çıkarmayacak. Böylesi bir durumdan çıkacak sonuç bölgenin gericilik eksenli kutuplaşması, ülke içinde ise faşist baskının artmasıdır. Şimdilik sadece Antakya bölgesinde yoğunlaşmış gibi görünse de savaş kışkırtıcılığını büyütecek her adım, başta sınır yerleşimleri olmak üzere tüm ülkeye (Trabzon, Edirne, İstanbul, Ankara) provokasyonların yayılması sonucunu doğuracaktır.
Böylesi bir provokasyon rejimine karşı geliştirilecek siyaset ise bellidir: Siyasi iktidara karşı güvensizliği örgütleyen ancak bunun yanında halklar, mezhepler, toplumsal kesimler arasında ise ortak çıkarı, kardeşliği örgütleyen bir mücadeleyi öne çıkarmak. Bu noktada Reyhanlı provokasyonunun üçüncü gününde Hatay’da gerçekleştirilen 10 bin kişilik kitlesel gösteri en iyi örnektir. Ayrıca sosyalistlere, devrimcilere düşen görev ise kısa vadeli ve grupsal çıkarları gözeten değil, tam tersine halkların kardeşliğini temel alan bir gelecek perspektifiyle hareket etmektir. Bu noktada BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Reyhanlı bombalamaları sonrası yaptığı “hükümetin yanında olunmalı” açıklaması gibi tutumlar “ne yazık ki” AKP’yi savaş kışkırtıcılığından vazgeçirmeye yönelik bir zorlama içermemektedir! Aksi yönden olsa da benzer bir durum TKP için de geçerlidir; olası senaryolardan hareketle Kürt halkını karşısına alacak siyasal tercihler emekçilerin ortak mücadelesine zarar vermektedir, zarar vermiştir.
AKP’nin çok ciddi siyasal krizlerle yüz yüze kaldığı ve bunları çözmek için güçlü projelerinin olmadığı bu dönemde toplumsal muhalefetin ortak hareketi AKP’yi geriletecek tek güçtür. MHP ve CHP gibilerini etkisizleştirmenin yollarını çok kolay bulabilen Tayyip Erdoğan, sokağın muhalefeti karşısında ise her zaman karizmasını çizdirmiştir. (Kimse merak etmesin Taksim yasağı da yakında etkisizleştirilecek ve Tayyip Erdoğan bir kez daha tükürdüğünü yalayacaktır.)
Yasak ve yalanın iktidarı olan AKP’nin son yalanlarından biri de ülke borçlarının, IMF’ye olan son borç taksitinin de ödenmesiyle azaldığı ve dışa bağımlılığın ortadan kalktığı yönünde. Rakamlarla oynayarak (paradan altı sıfırın atılması, milli gelirin hesaplanmasında yeni formüllerin icat edilmesi gibi) AKP kitlesini motive etmeyi bir tarz haline getiren Tayyip Erdoğan’ın yeni keşfi “IMF’den borç alan değil, borç veren ülke” propagandası. Ama elbette kazın ayağı öyle değil. AKP hükümeti IMF kredisini öderken her yıl başka kaynaklardan kullandığı borç miktarını yükseltti. Hükümetin 2002’de IMF’ye 14 milyar dolar ve IMF dışı kaynaklara ise 50 milyar dolar borcu vardı. Şimdi ise IMF’ye borç yok ama diğerlerine 103 milyar dolar borç var. Yani borç azalmış değil artmış durumda. Toplam dış borç da ise durum daha da vahim. 2002 yılında Türkiye’nin toplam dış borcu 129 milyar dolardı, 2012 yılında ise 343 milyar dolar oldu. Kamu borcu 64 milyar dolardan 103 milyar dolara yükseldi. Özel sektörün dış borcu ise rekor üzerine rekor kırıyor. 43 milyar dolardan 226 milyar dolara yükseldi.
Ancak tüm bu borçlanmalara rağmen devletin emekçiye ödeyecek parası yok; daha doğrusu emekçiye para ödemek gibi bir derdi yok. Taşerona para ödemek için ise kırk takla atmaya hazır. “Taşeron Yasası” kapıda fırsat bekliyor.
AKP bir diğer yandan sendikasızlaştırma, sendikaları itibarsızlaştırmada ise her yolu deniyor. Türk Hava Yolları işçileri 22 yıl sonra ilk kez greve çıkıyor. Tek talepleri bir yıl önce atılan 305 işçinin geri alınması. Hatırlanacağı gibi AKP iktidarı bu talebi yerine getirmemek için “havayollarında grev yasağını” yasalaştırmıştı. Şimdi ise aklına gelen her yolu denemeye çalışıyor: Greve çıkmayanlara, erken emeklilik hakkından yararlandırma, sendikalı olmadığı halde toplu sözleşmeden yararlandırma, seyyanen zam vaatlerinde bulunma gibi kirli yöntemleri deniyor. Yeter ki sendikalar, yeter ki işçi sınıfı mücadelesi zayıflasın, itibarsızlaşsın. Benzer örneklerde başarılı olduğunu da teslim etmek gerek. (İşçilerin ülke çapındaki farklı işyerlerine dağıtıldığı Kristal İş’in Şişe Cam direnişinde olduğu gibi…) Ancak AKP’nin anlamadığı, anlamak istemediği bir şey var: emeğin mücadelesi sömürü olduğu müddetçe engellenemez, sadece zayıflatılabilir, geciktirilebilir. İşte devrimcilerin görevi de burada başlar.SENDİKA.ORG