Polisin 15 Haziran, saat 21’de Gezi Parkı’na saldırıp boşaltmasının ardından Taksim Meydanı’na çıkan yollara barikatlar tekrar kuruldu. ...
Polisin 15 Haziran, saat 21’de
Gezi Parkı’na saldırıp boşaltmasının ardından Taksim Meydanı’na çıkan yollara
barikatlar tekrar kuruldu. Ancak bu kez barikatlar taş ve demir yığınından
değil ince bir naylon şeritten ibaretti. Gerisinde direnişçiler değil polis
bekliyordu. Bu kez barikatları aşmak, dolanmak ve özgürlük gezintisine çıkmak
mümkün değildi meydan yayalara kapatılmıştı. Yaklaşık 40 saat kadar bu yasak
devam etti. Artık “asayiş berkemal” ve “düzen hükmünü sürüyor.”
Ancak bastırılmış direnişi
taşıyanların zihinlerinde hükümsüzdür ve onların iradeleri tutsak
alınamamıştır. Şimdi Taksim Gezi Parkı ile cisimleşmiş mücadelenin daha ilk
günlerinde üretilmiş slogan direnişçilerin aklını oynatmaktadır: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!”
20 gündür süren mücadelenin tek
kazanımı bu sloganı üreten bilinç sıçramasıdır. Eyleyenlerin yordamı
mücadelenin ihtiyacının süreklilik olduğunun nihayetinde keşfedilmesini de
beraberinde getirmiştir.
Süreklilik: Nöbet
İlk günlerde Gezi Parkı’na
gelenlerin sayısının artması, her seferinde mücadelenin devlet tarafından
bastırılması çabasına bir yanıt vermek ihtiyacı ve hevesinden kaynaklanmıştır.
Polisin her müdahalesi direnişin kabarmasıyla ve kalıcılaşmasıyla
karşılanmıştır: Direnişçi sayısı artmış, ziyaret aralığı sıklaşmış, devamlılık
için herkes günlük iş-dinlenme-ev rutininin dışına çıkmış, gündelik hayat
mücadelenin ihtiyacına ve mücadele ihtiyacına göre yeniden ve tekrar tekrar
düzenlenmiştir. Ama hiçbir şey, herhangi bir çizelgeye ve üst iradeye gerek
olmaksızın hayata geçirilen nöbet gerçeği kadar mücadelenin süreklilik
ihtiyacını ve keşfini ifade edemez.
Eve ya da işe dönüş yolundaki
yorgun insanların suretini kaplayan kasvet ve kaygı, bir ara sokakta
rastladıkları dinç, hevesli ve umut dolu gözlerin derinliğinde yok olup
gidiyordu. Bu hiç tanımadıkları nöbet arkadaşları bazen az sonra binilecek
otobüsten inen adımlardan belli oluyordu, bazen de denizin ortasında
karşılaşılan motorun güvertesinden usulünce kaldırılan ellerden.
31 Mayıs günü İstiklal
Caddesi’nde gaz bombası kıyametine neredeyse 24 saat direnen kitle hep aynı
insanlardan oluşmuyordu. 1 Haziran akşamı Beşiktaş, Akaretler, Dolmabahçe’de
sabaha kadar direnen kitle nöbetleşerek sürekliliği sağlamıştı. Taksim’e çıkan
yollarda kurulan (ama polisin aşmakta çok da zorlanmayacağı bilinen) onlarca
barikat savunma ihtiyacından çok mücadelenin sürekliliği, olan bitenin
devamlılığı amaçlandığı için kurulmuştu. Bugün (17 Haziran) polisin, kimseyi
sokmamak üzere, Gezi Parkı’nın önünde barikat kurması da bu sürekliliğin
bitirilmesi içindir.
Sürekli direniş kalkışmadır
Bir yordam olarak bulunan sürekli
mücadele ister istemez basit bir direnişi kalkışmaya dönüştürdü. Gezi
Parkı’ndan zorla çıkarılan direniş sokaklara tutunduğunda gecenin ikisinde
İstanbul’un bazı mahallelerinde evlerin pencerelerinden birbirine vurulan
tencereler, tavalar medyanın bilhassa ve özenle sakladığı direnişi konu komşuya
duyuruyordu. Ertesi gün direnişin metalik sesi Ümraniye’den Alibeyköy’e,
Kartal’dan Esenyurt’a kadar tüm şehre ve başta Ankara olmak üzere diğer illere
yayıldı. Evler sokaklara taştı, Taksim’in sloganları ev kadınlarının,
emeklilerin, çocukların avazlarındaydı.
Ankara ve Hatay’da mücadelenin
sürekliliği ve kalkışmanın devamlılığı İstanbul’u aşmıştır. İstanbul’dan farklı
olarak diğer şehirlerde Gezi Parkı gibi bir işgal gerçekleşmemiştir hatta
hareket uzun süre bunu daha gündemine almamış, Kuğulu Park’ın işgal girişimi
hareketin yorulduğu ve İstanbul’da ivmenin tamamen düştüğü bir anda zayıf ve
tam manasıyla gerçekleşmeyen bir hamle olarak kalmıştır.
Kalkışma işgalden fazlasıdır
İstanbul’da Gezi Parkı’nın işgali
simgesel bir nitelik taşımıştır ve aslında en başta niyet işgal bile değildir.
2 Haziran’dan sonra her an polis baskını olacağı endişesiyle barikatlar kurulurken
parka yerleşmek de düşünülmemişti. Çoğu kişi parkta çadırsız kalıyordu. Ne
zaman ki barikat nöbetleri rutinleşti ve heyecanını yitirdi; yemek ve barınma
sorunu baş gösterdi, çadırların sayısı hızla arttı, işte o zaman mücadele
gerçek bir işgal görünümü kazandı.
Mücadele İstanbul’da kalkışma,
ayaklanma olmaktan çıkıp oturduğu an işgale dönüşmüş oldu ama diğer illerde
işgal olmaksızın kalkışma, ayaklanma sürmüştür –çatışma dolayısıyla ölümlerin
İstanbul dışında gerçekleştiğini bu noktada bir kez daha hatırlanmalıdır.
Aksak mücadele
Kalkışmanın İstanbul’da işgale,
diğer şehirlerde de yenilmeyen ama aynı zamanda yenemeyen bir hal alması ve
dolayısıyla rutine, bir gündelik hayat biçimine bürünmesi mücadeleyi aksattı.
Duvar yazılarına, sloganlara, şarkılara ve barikata yansıyan yaratıcılık ve
enerji bir anda düştü. Devletin yetkesine karşı mücadele verenler izmarit
toplamak, pilates yapmak, çadır kurmak rutinine sürüklendi. Başta kandil simidi
olmak üzere bilumum dayanıklı unlu mamul gıdaların, her geçen gün sayıları
artarak etrafları saran mangal tezgâhlarındaki köftelerin, seyyar satıcıların
ürünlerinin, kötü ve pahalı çayların tüketicilerine dönüştüler. Devlete kafa
tutmuş olan bu gözü pek insanlar bıçak çeken bir işportacıyla, nara atan
sarhoşla başa çıkamayacak hale geldiler, yani mücadele öncesine benzer, edilgin
bir hayata çekildiler.
Taksim Dayanışması’ndakiler ya da
diğer örgütlerdeki insanlar da oturdukları apartmanda nara atan komşusuna nasıl
davranacağını biliyor muydu ki? Kimse parka yerleştikten sonraki durumda ne
yapılacağını bilmiyordu, örgütler de bağımsızlar da. Ne tarihsel örnekler, ne
örgütsel deneyim, ne de kişisel geçmişte bir sonraki adımın tarifi yoktu.
Olması da beklenmemelidir: Paris Komünü tarihte ikinci bir kez tekrarlanamaz.
Elbet herkes eylemsizliğin
farkındaydı ancak bunu itiraf edebilenler sadece bağımsızlardı. İnanılmaz
derece durum değerlendirmesi yapmak ve bir kazanım elde edebilmek için bir
sonraki adımı tahayyül edebilecekleri tartışmaları yapma ihtiyacı içindeydiler.
Çünkü devletin en üst kademeleriyle dahi görüşme yapılmış ancak henüz açık bir
yanıt alınmamıştı, beklemedeydiler. Hamle önceliğine ve üstünlüğüne sahiptiler
ve bunu yitirmek, devlete kaptırmak istemiyorlardı.
Sözü tüketmek
Yordam yine mücadele etmelerini
söylüyordu ama nasıl olacağını söylemiyordu –işin aslı kimse de bilmiyordu.
Yaratıcılığını yitirmiş kitle atalete savruldu ve devletin kendilerini
oyalaması ve zaman kazanması için her türlü fırsatı verdi. Bir yandan tüketici
olmak bir yandan da Taksim Dayanışması’nın kararlarına tabi olmak enerjiyi
iyice düşürdü tedirginliği üretti. Barikatlar pek çok şeye yarayabilir ama
durağanlığı savunamaz; bu kez de öyle oldu.
7 Haziran’dan itibaren iyice
yerleşen durağanlığı aşmak için eylem gerekiyordu. Devlet çatışmadan kaçındı ve
sözü kullandı. Direnişin de boğazında bir yumru olarak duran sözü vardı ama
nasıl ki parktaki beslenme ve barınma ihtiyacı dayanışmayla karşılanıyor ve
kitlenin üretici gücü ikame ediliyorsa, Park’taki söz ihtiyacı da Dayanışma
tarafından ikame edildi. Bağımsız direnişçilerin enerjisini coşturacak,
yaratıcılığını diriltecek forumlar ancak polisin 15 Haziran’daki parkı boşaltma
harekâtından bir gün önce başlatılabildi. Çok geç kalınmıştı ancak yine de bu
deneyim direnişçilerin bilincine kazınan ve hareketin geçmişinde sahip
çıkılacak bir ders olmuştur.
Özünü örgütlemek
Ama dersi yaratan da yine
hareketin içinden çıkan kendiliğinden bir çaba olmuştur: Taksim Dayanışması’nın
geniş toplantılarına katılan bağımsızlar bu toplantıları verimli bulmamış ve katılımın
artmasıyla zenginleşeceğini ve daha yaratıcı olacağını düşünmüşlerdi. Bunun
için parkı yedi bölgeye bölüp, çadırlarda kalan bağımsızların 10 kişisinin bir
temsilci seçerek düzenleyecekleri forumlara katılması için bağımsız,
kendiliğinden örgütlenmeyi hayata geçirmeye çalıştılar. Forumlarda hem mevcut
barınma, beslenme, savunma ve korunma gibi sorunları hem de mücadelenin
geleceğini tartışılacak, çözüm üretilmeye çalışılacaktı ve yine temsilcileri
aracılığıyla bu üretim Taksim Dayanışması ile paylaşılacaktı –zaten bu çaba
Taksim Dayanışması’na alternatif değildi ve bağımsız olmasına rağmen onu
haberdar ederek gerçekleştirildi. İki günlük cılız girişim 11 Haziran’daki
polis müdahalesiyle son buldu ve iki gün sonra Taksim Dayanışma’nın
gerçekleştireceği forumlar da 15 Haziran müdahalesiyle son bulacaktı.
Şimdi zihinlerde kalan bu cılız
deneyimler başka parklarda yaşatılıyor ve bundan sonra da esas katılım ve karar
alma yöntem ve aracının forumlar ve benzeri oluşumlar olacağını söyleyebiliriz.
Mücadelede aksayan sürekliliği tekrar canlandırmak için keşfedilen yöntem
nihayet hayata geçmiş gözüküyor.
Boksör
Bir boksör müsabaka sırasında
asla gardını düşürmemelidir. Gezi Parkı ile ortaya çıkan mücadele, ringde dans
etmeyi sürdürürken bir ara ellerini indirdi ve kısa sürede birkaç darbe aldı.
Ancak sersemlese de düşmedi; ne raunt bitti ne da müsabaka. Şimdi tekrar
gardını oluşturuyor, ayaklarında ritmi bulmaya çalışıyor. Neşesini, zekasını,
yiğitliğini, becerisini yitirmedi, tüm ahlaki üstünlüğünü koruyor.
Çıkardığı ders ve kazanım son
derece berrak: “Bu daha başlangıç,
mücadeleye devam!” Kazanana kadar sürekli mücadele etmesi gerektiğini
öğrendi. Mücadelede kaldıkça kazanacağını biliyor. Savunma, direnme gibi
kavramların edilgin mücadele olmadığını aksine etkin mücadele içinde olsa olsa
iki adım ileri gitmek için atılan geri bir adım olduğunu öğretiyor. Köşesinde
sürekli yumruk yediği halde yıkılmayan boksörün direnişi değil bu: Darbeden
sakınmak için geriye sıçrayarak, bir adım kenara çekilerek rakibi yoran bir
mücadele taktiğidir direniş ya da savunma; mücadelenin kendisi değil. Eyleyen
her zaman saldırmaz ama daima mücadelede kalır.
Hiçbir şey bizim kadar değişmedi
Nasıl ki “Mustafa Kemal’in
askerleriyiz!” sloganı devletin attığı gaz bombalarıyla bulut olup uçtu; solun
edilgin sloganları da sıkılan “ilaçlı” sulara karışıp gitti:
Devranın döneceği günü bekleyecek
kadar kaderci ve defansif değil artık sloganımız: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!”
Direne direne değil mücadelenin
sürekliliğini sağlayarak kazanacağız: “Bu
daha başlangıç, mücadeleye devam!”
Nasıl ki mücadele şimdi koskoca
Meclis dururken forumları üretmiştir, gelecekte de başka öz örgütlenmeler
yaratacaktır.
Nasıl ki bayrağı polis tarafından
zorla alınanlar, karşısında devlet olduğunda mücadelenin devletin bayrağı ile
yapılamayacağını öğrenmiştir, gelecekte yazacakları sloganlarla duvarları
bayrak edinecek olanlar da onlar olacaktır.
Eyleyen güzel eyliyor; eyleyen
dönüp eylemine bakıyor, sonuçlarını tartıyor ve yeniden eyliyor. “Dünya artık
eskisi gibi değil,” sözü aslında gerçekliği ters yüz etmektedir: Hayır, artık
“Eyleyen eskisi gibi değil,” eyleyen kendisiyle birlikte dünyayı
değiştirmektedir.
Bu memlekette “Nasılsın, nasıl
gidiyor?” sorusuna esnafın cevabıdır:
“Hayat hep mücadele, hep mücadele!”
17-19 Haziran 2013
Özcan Özen