Geride bıraktığımız yüzyılın, 1914’ten 1945’e kadar süregelen 31 yılını “Felaket Çağı”nın başlangıcı olarak niteler ünlü tarihçi Eric Hobsbawm. Emperyalist savaşın birincisini ve ikincisini birbirinden ayırmadan, birbirinin devamı ve iç içe olarak okunması fikrini ediniriz Hobsbawm’dan. Emperyalist savaş, dünyanın büyük küçük çok sayıda devletinin birbirlerini yok etmek için giriştikleri vahşi bir boğuşma olarak yer edinmiştir hafızalarımızda.
Savaşın ilk perdesi, buna “Birinci Paylaşım Savaşı” diyoruz, 1914-1918 dönemini kapsar. Sivil halkın daha çok ekonomik alanda ve manevi planda vurulduğu, yerleşim alanlarının fiziksel şiddeti daha az hissettikleri, tahribatın nispeten daha az olduğu, özetçesi muharip güçlerin “eli yüzü düzgün” ve daha “erkekçe” yürüttükleri bir savaşıdır bu ilk perde. Karşılıklı kazılmış siperlerde ölüp öldürmekten yorulup mola verdiklerinde; birbirlerine su, sigara, peksimet ikram etmek gibi insani görüntülerin de yaşandığı bir uvertür!
Dört yıl süren karşılıklı öldürüşmelerden sonra oturup ölüleri sayarlar. “Üç eksik-beş fazla” derler ama bu deyim, sonucun istatistiksel izahında pek eksikli kalır. “Bir milyon eksik-bir milyon fazla” demek daha yerinde olacaktır. Tarih kaydetmiştir tarafların budanan yanlarını. Eksiğiyle fazlasıyla 10 milyon olarak kaydedilen ölü sayısı sadece muharip sınıfa aittir. Yaralı sayısı 21 milyonu geçmiştir kayıtlara göre.
Sahi, bunu samimi olarak soruyorum: “Kayıp” ne demek? 8 milyon küsur kayıp var. Yani yer yarılmış yerin altına girmişler. Bir daha da ortaya çıktıklarına dair bir kayıt yok. Yıllar sonra bilmemne ormanında gizlenmiş birilerinin bulunduğunu gazete haberlerinde okuyoruz ancak söz konusu olan 8 milyon! Bu kadar kaybı bunca yıl hiçbir orman, hiçbir mağara kaldıramayacağına göre, bunların da büyükçe bir bölümünü -sayıyı siz saptayın artık- 10 milyona ilave etsek diyorum… Bir da Paul var! Sahi, Paul’u hesaba dahil etmişler midir ölü sayıcıları?
1918 sonrasında ortaya çıkan fotoğrafı hatırlatmama izin verin. İlk göze çarpan, dağılan dört imparatorluktur. Osmanlı, Avusturya-Macaristan, Rusya ve Almanya… Yeni doğan çok sayıda devlet ve devletçikler, emekleme sürecindedir. Savaşın başpehlivanı olarak biliriz Britanya’yı. Öyledir. Hayıflanacak halimiz yok ama durumu hiç de iç açıcı değildir. Britanya emekçileri ve Britanya’nın sömürge halkları ayaktadır. Kara Avrupası iktisadi olarak yıkılmış, emekçiler ve bütün üniversiteler isyan halindedir… Dünya Savaşı’nın birinci perdesi geçici olarak kapanıp taraflar kendi dertleriyle boğuşurken, ötelerde bir yerde, kargaşanın doğusunda yeni bir devlet doğmaktadır. Emperyalist güçlerin, ömür biçerken bir yılı bile çok gördüğü Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği…
Ömür biçtiler… “Bugün” dediler, “Olmadı yarın gider!” Üç vakte kadar gideceğine kesin gözüyle bakıyorlardı. Ömür biçerlerken pek cimriydiler. Tanımak istemediler… Büyük kurucu Lenin’i 1920’de ilk selamlayan, genç Ankara Meclisi oldu. Britanya, 1924 yılında tanıdı Sovyetleri. Amerika, dünya halklarının umut kaynağı sosyalist ülkenin yıkılacağından o kadar emindi ki 1934 yılına kadar, ha bu gün ha yarın diye bekledi. Baktı umut yok, 1934’de Sovyetleri Birliği’ni resmen tanımak durumunda kaldı! Sadece birinci evredeki paylaşımı “adilane” bulmadıklarından değil, elbette bununla birlikte, dünyanın bütün fukaralarına ve sömürge halklarına başka bir hayatın olabileceğini kanıtlayıp örnek olan Sovyet Cumhuriyeti’nin tarihten silinebileceği umuduyla açıldı ikinci perde. İçinden geçtiğimiz Eylül ayının başında, 1 Eylül 1939’da, faşist Alman orduları Polonya’yı işgal edip savaşın ikinci perdesini açtıklarında; kapitalist dünyanın beklentisi, faşist Almanya merkezli mihver devletlerin ikinci adımının Sovyetleri işgal olacağı yönündeydi. Almanya tersini yaptı. Sovyetlere yönelik yapacağı, dünyanın o güne kadar gördüğü o en vahşi kara saldırısını 1941 Haziranı’na erteleyerek yüzünü tekrar Avrupa’ya döndü. Hadi abartılı bulanlarınız çıkabilir, “göz kırpımı” demeyelim de “çok kısa bir süre” diyelim ve cümleyi sonlandıralım, Avrupa’ya, Britanya hariç, diz çöktürdü.
Sonra? Sonra Stalingrad!
Şöyle; Kızıl Ordu’nun son savunma hattı Stalingrad’ın binaları ve kanalizasyon sistemleriydi desem ne anlaşılır? Ya da “odaları temizledik ama mutfakta Kızıllardan üç çavuşun direnişi 48 saattir devam ediyor” yollu telsiz konuşmalarını neye yormalıyız? Savaşın kitabı ayrıntılarıyla ve her yazıcıda kendi meşrebince yazdı. Ortak düşülen not şudur: “Stalingrad’ı savunmakla görevli 62’inci Ordu’nun direnişi yırtıcı ve ölümlüdür. Bu birliğe gönderilen her askerin Stalingrad’daki olası yaşam süresi 24 saatten azdır…”
Çok öldüler. İstilacı Mihver’in faşist birlikleri 1943’ün başında sürünerek Stalingrad’ı terk ederken, geride sadece Sovyet topraklarında milyonlarca ceset bırakıyordu.
* * *
Altı yıl süren bu kanlı boğuşmanın ardından oturdular zayiat listesi hazırladılar: “ Şu kadar uçak, şu kadar top, tank, tüfek; şu kadar fabrika, köprü, yol, şehir, kasaba, köy… Bu kadar dağ, taş, at, katır, zayiat vardır… 73 milyonu biraz geçer ki bu da ölü insan sayısıdır…” Savaş Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olduğu 1945 Mayısında sonlandı. Mihver devletlerin Asya’daki ortağı Japonya’nın savaşacak takati kalmamıştı… Ellerini kaldırdı, “teslim” dedi. “Teslim” diyenlere atacağı atom bombalarına, ABD ne de şirin isimler bulmuş:
6 Ağustos’ta “küçük çocuk” Hiroşima’ya, üç gün sonra “şişman adam” Nagazaki’ye havadan bırakılıverdi. 73 milyonu biraz geçen de bu olmuştur: 360 bin!
Bir de Paul var…
Biz onu Erich Maria Remarque’nin romanından tanıdık… Onlar hep var. 1918 yılının Ekim ayıydı. Paul on dokuz yaşında çocuk denilebilecek bir Alman delikanlısıydı. Gönüllü asker olarak yazıldı. Dört yıldır kan gövdeyi götürürken o gün, yani Ekim ayının ılık bir sonbahar günü cephe sahiden kuş sesleri duyulacak kadar sakinken ve radyolar “Batı cephesinde yeni bir şey yok” mealinde ordu bildirisini yayımlarken, Paul bir mermiyle yere seriliverdi… Savaş bu olmalı… Ve şimdi, evet, halen “Batı cephesinde yeni bir şey yok” ve Paul’ler kimsenin umurunda değil.Mehmet Bozkurt - soL
Daha yeni Daha eski