HIDE

GAZETE DEMOKRAT / EKONOMİ

GRID_STYLE

SON HAVADİS

SHOW_BLOG

Artık AKP’yi ne yeni bir film ne yeni bir rol kurtarabilir

AKP’nin başarısızlıklarını bile başarı olarak algılamak, algılatmak artık sıradanlaştı. Kuşkusuz bundaki en büyük etken AKP kontrolündeki...

AKP’nin başarısızlıklarını bile başarı olarak algılamak, algılatmak artık sıradanlaştı. Kuşkusuz bundaki en büyük etken AKP kontrolündeki yazılı ve görsel basının hegemonyası. Ancak sistem içi muhalefetin yetersizliğini, çapsızlığını da mutlaka eklemek gerek.
On günlük bayram tatili boyunca yaşanan trafik keşmekeşi, ulaşım sorunları kendiliğinden vuku bulan ve engellenmesi mümkün olmayan bir doğa olayı gibi algılandı, algılatıldı. On küsur yıldır iktidarda olan ve en büyük meziyetlerinden biri olarak “ulaşımda yaptıkları atılımı” anlatan AKP’nin bu sonuçta sanki hiçbir sorumluluğu yoktu (!) Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere AKP’li belediyelerin de şehir içi ulaşım sorunlarının devasa boyuta ulaşmasında da hiçbir sorumluluğu yok. Kadir Topbaş, kendisi on yıldır, partisi 20 yıldır İstanbul’u yönetiyor olmasına rağmen, hala yaptıklarını değil, yapacaklarını propaganda ederek seçime hazırlanıyor. Neymiş 2015’te, 2019’da, 2023’te metro durakları açacakmış.
Bunlardan da önemlisi, ülkede son on yılda trafik kazalarındaki ölüm oranı yüzde 184 artmış. Bu on yıl içinde 42.721 kişi hayatını kaybetmiş, 870.000 kişi yaralanmış. Bu bilgi neredeyse tüm haber bültenlerinde yer almasına rağmen, hiçbir haber kanalında bu ülkeyi on yıldır AKP’nin yönettiği hatırlatılmadı. AKP’nin övünç kaynağı duble-yollardan bahsedilmedi. Kimse hava ve deniz ulaşımına sözde çok önem veriyorsunuz da bu insanlar neden karayolunu tercih edip, o yollarda ölüyor diye sormadı. “Toplum asayişi için on binlerce çevik polis besliyorsunuz da trafik asayişi için ne yapıyorsunuz” diye sorgulamadı. Eğer bunlar sorgulansaydı AKP iktidarının “insan için değil”, sermaye ve rant için varolduğu yanıtına rahatça ulaşılabilirdi!
Benzer bir “akıl tutulması” kaçırılan pilotların kurtarılmasında(!) da yaşandı. Yaklaşık iki aydır Lübnan’da Hizbullah’ın paravan bir örgütü tarafından esir tutulan iki pilot sonunda ülkeye getirildi. Kahraman ve işbitirici Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu ikilisi pilotları havaalanında uçağın kapısında karşıladı ve bu başarılı operasyon(!) AKP’nin hanesine yazılıverdi. Kimse bu olayın siyasi sorumlusunun kim olduğunu tartışmadı, sorgulamadı. Sanki bu iki pilot, AKP’nin dış politikasının bir sonucu olarak kaçırılmamıştı. Pilotlara karşılık pazarlık konusu yapılan Lübnanlı hacıların kaçırılmasında (ki içlerinde Hizbullah’ın yöneticilerinin de olduğu biliniyordu) AKP’nin rolü hiç tartışılmadı. Pilotların serbest bırakılma sürecini AKP’nin dışişleri bakanlığının değil de Katar-İran-Lübnan üçlüsünün örgütlediği de arka planda kaldı. AKP’nin bu dış politikasıyla, bu ülke vatandaşlarının hiçbirinin yurtdışında güvende olmayacağı uyarısı ise hiç ama hiç duyulmadı zaten. Eğer bunlar sorgulansaydı AKP iktidarının, “Ortadoğu halkları için değil”, emperyalist çıkarların ve dini gericiliğin yayılması için varolduğu yanıtına rahatça ulaşılabilirdi.
Akıl hocalığını ve yürütücülüğünü Davutoğlu’nun yaptığı Tayyip Erdoğan’ın tutarsız, eyyamcı dış politikası, artık İsa’ya da Musa’ya da yaranamıyor! ABD’nin ve İsrail’in “rahatsızlıklar”ı, Tayyip Erdoğan’ın MİT Müsteşarı olan Hakan Fidan’ın dünya medyasında gündem haline getirilmesiyle iyice gün yüzüne çıktı. Hatırlanacağı gibi Hakan Fidan, MİT Müsteşarlığı’na atandığı günden itibaren tartıştırılmaya başlanmıştı zaten. (İsrail, Fidan’ı İran yanlısı olmakla değerlendirmişti). Daha sonra PKK ile sürdürülen Oslo görüşmeleri ifşa edilmiş ve Fethullah eliyle yürütülen operasyonla Hakan Fidan hakkında dava bile açılmıştı da Tayyip Erdoğan hızla devreye girip yeni yasa çıkartarak yargılanmasını engellemişti.
Bu yeni itibarsızlaştırma operasyonunun da en azından ülke içindeki bölümü yine cemaat kadrolarınca yürütülmekte. Ancak bu durum Tayyip Erdoğan ile cemaat arasında süren devlet kadrolarının paylaşılması pazarlığından ya da ülkedeki siyasi etkinlik ağırlığının artması geriliminden daha farklı (öyle olsa MİT Müsteşarı ile uğraşmak yerine farklı bir şahıs, örneğin Muammer Güler ya da Yalçın Akdoğan seçilirdi). Anlaşıldığı kadarıyla Hakan Fidan üzerinden Erdoğan ve Davutoğlu hedeflenmekte ve AKP’nin başta Suriye olmak üzere uyguladığı Ortadoğu politikası “rahatsızlık” yaratmaktadır. Bu kadar hassas dengenin olduğu bir coğrafyada ABD, en ufak “özerk politikaya” dahi tahammül edememektedir. AKP, ABD’nin değişen tercihlerine ayak uyduramamış ve süreçlerden dışlanmakla kalmamış (Filistin, İran ve Suriye süreçlerinden), önü kesilerek kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır. Özellikle El-Kaide gibi kontrol edilemeyecek radikal İslamcı gruplarla geliştirilen ilişkiler, ABD’nin Suriye’de Rusya üzerinden sağladığı yeni denge düzlemine zarar vermektedir. Ancak AKP için artık çok geç. Çünkü şimdiye kadar Erdoğan, Davutoğlu ve Fidan üzerinden İslamcı çetelerle kurulan ilişkiler kolayca tasfiye edilecek türden değil (üstelik böyle bir girişim, bu çetelerin AKP’yi hedef almasına da yol açacaktır). Diğer yandan da AKP’nin elinde bu çetelerden başka kendi hesabına siyaset yaptıracağı herhangi bir araç da kalmadı. Hatta ilişkide olduğu bütün eski aktörlerin neredeyse hepsinin pozisyonu değişti; Katar Şeyhi etkisizleştirildi, Mursi gönderildi, Hamas Katar’a taşındı, Ahmedinecat artık yok, Maliki ile arası zaten bozuk vs. Değişmeyen tek aktör Abdullah Öcalan mı?
AKP’nin Ortadoğu’daki yalıtılmışlığı bir yana Kürtlerle geliştirdiği yeni ilişki düzlemi de her an farklılaşma potansiyeli taşımakta. Bir yandan Suriye Kürtleri ile Barzani üzerinden kurulan ilişkinin yetersizliğini kavramasıyla PYD ile doğrudan ilişki kurmak zorunda kalan AKP, diğer yandan PKK ile başlattığı müzakere sürecini oyalama taktikleriyle sürdürmenin hesabını yapıyor. Abdullah Öcalan’ın ifadesi ile müzakere sürecinin ilk bölümü 15 Ekim’de bitti. (KCK’nın açıklamasına göre ise süreç tamamen bitti). Tayyip Erdoğan ise sözde demokratikleşme paketi ile verebileceğinin neredeyse tamamını vermiş görüntüsü çiziyor. Bundan sonra yapılabilecekler ise zamana yayılan ve kerhen bahşedilebilecekler olacak. Ancak Tayyip Erdoğan istediği kadar sürecin kontrolünü elinde tutma görüntüsü versin, gelinen noktada Kürtlerin nesnel pozisyonu, Erdoğan oyalamalarıyla yaşanacak bir yerel seçim sürecine (ve elbette Suriye Kürdistanı sürecine)  olanak vermez.
Tüm bu dönem yaşananlar AKP’nin “kimyasını” bozmuş durumda. Artık AKP süreç(ler)i belirleyen aktör olmaktan çıkmış, gelişmeler karşısında taktik belirlemek zorunda kalan figüran rolüne indirgenmiş durumda. Bu edilgen pozisyon, AKP’nin seçimler öncesindeki alışılagelen hegemonik görüntüsünün bile değişmesine yol açtı. Artık belediye başkan adaylarını açıklamak için bile karşı adayları kimler olacağını görme ihtiyacı duyuyor. Özellikle İstanbul ve Ankara’dan birini bile kaybetmesi durumunda tüm hesapları yeniden yapmak zorunda olduğunun farkında Tayyip Erdoğan. Kadir Topbaş’ın adaylığı bile garanti değil, Melih’inki hiç değil. Bu gelecek endişesi, AKP’yi her adımı temkinli atmasını ve her aşamada yeni taktikler geliştirmesini zorunlu kılıyor.
Yerel seçim sürecinde (özellikle Batı’da) zorlanacak, zorlanan bir diğer siyasal güç ise kuşkusuz Kürtler. Yapılacak tercih sadece BDP-HDP formülasyonunun başarısını test etmekle sınırlı kalmayacak, aynı zamanda sonucu da belirleyecek. Artık iyice kamera arkasından kamera önüne geçme kararı vermiş olan Sırrı Süreyya Önder’in son dönemlerde, ne yapmayı amaçladığı çok anlaşılır olmasa da (bir adayım, bir değilim, bir şaka yaptım, yok vazgeçtim) verdiği demeçler bunu kanıtlar nitelikte, aynı zamanda belediye başkanı olamayacağını da. Özellikle en son açıkladığı kendi adayları, Kürtlerin nerede sıkışacağını gösteriyor. Hatırlanacağı gibi Sırrı Süreyya, kendini aday göstermekten vazgeçince, iki farklı aday (tercih) açıkladı; ÖDP Genel Başkanı Alper Taş ve Numan Kurtulmuş’tan kazık yemiş HAS Partili Bekaroğlu. Aslında ikilem tam da budur. Solculardan oy alabilecek bir aday mı, yoksa AKP’lilerden oy alabilecek bir aday mı? Kürtlerin tercihi büyük oranda İstanbul’un kaderini, dolayısıyla AKP’nin geleceğini belirleyecek.
Ne olursa olsun AKP için artık bir tarihsel dönem sona ermiştir. Artık kaderi (içerde, dışarıda, sokakta), kendi dışındakilerin tutumuna bağlıdır. Attığı hiçbir adımın, kendisi için başarı şansı garanti değildir. İlerlemek AKP için kaçınılmaz olduğu kadar, ilerleme adına atacağı her adım da kendisini durduracak ciddi sonuçlar doğurabilecektir. En somut örnek ODTÜ’den. Bir tarafta yerel seçim öncesi yolları bitirmek zorunda kalan Melih Gökçek’in sıkışmışlığı, diğer tarafta her an yeni bir İsyan’ın fitilini ateşleme korkusu. Her adım bir öncekinin sonuçlarını en ince ayrıntısını değerlendirerek atılmak zorunda. (Bu tarz AKP’nin hiç de alışık olmadığı bir kimya yaratacak.)
Bir diğer örnek Alevilerden. Atılmayan her adım ise AKP için bir başka “sorun” kaynağını daha da büyütüyor, büyütecek. İşbirlikçi İzzettin Doğan’ı (Cem Vakfı) dışında bırakarak tüm Alevi örgütleri tek bir amaç için hareket eder duruma geldi. AKP’nin yapmadıkları, Alevileri hem birleştiriyor hem de işbirlikçileri tasfiye ettiriyor.
Bir başka örnek Kasım ayında çıkartılmaya çalışılacak olan yeni çalışma yasaları (kıdem tazminatının kaldırılması, kadın istihdamı, taşeron yasası, özel istihdam büroları). Avrupa Birliği’nin bu gerekçeyle sırtını sıvazladığı AKP, krizine, emeği çok daha ucuzlatarak ve güvencesiz hale getirerek çare bulmaya çalışacak. Ancak onlar da biliyor ki göz boyamayı başaramazlarsa, halkı kandırmayı beceremezlerse çok daha büyük bir “yaptırmama” gücüyle karşı karşıya kalacaklar ve bu seferki yarattıkları tüm fiili durumları gerçek bir kaosa sürükleyecek.
Emeğin kazanılmış en temel haklarını ortadan kaldıran bu sermaye politikaları, esas olarak, Türkiye halklarının ve ülkenin geleceğinin karartılması ve ipotek altına alınmasıdır. Bu nedenle sendikaların da önemli bir kısmını teslim alma ve toplumu yalanlarıyla maniple etmeyi hedefleyen AKP karşısında, direnişin etkin ve güçlü bir biçimde örgütlenmesi üç seçimli bir döneme ilerleyen AKP ile halk arasındaki kopuşun cisimleştiği yeni bir aks yaratabilecektir. Emeğin çok daha büyük ölçekte ucuzlatılmasını ve güvencesizleştirilmesini hedefleyen bu sürecin sonuçlarının sadece emek alanıyla sınırlı kalmayacağı açıktır. Tüm toplum yaşamını topyekûn belirleyecek olan girişimleri engellemek de toplumsal muhalefetin kaçınılmaz görevleri arasında olacaktır.SENDİKA.ORG

Business News