Gelecek Gazetesi adına
Seyit Güneş ve Aziz Küçük, dış politika, Siyasal İslam, Gezi isyanı, Kürt
hareketi ve bunların birbiriyle ilişkisinin yoğun şekilde tartışıldığı şu
günlerde, Türkiye’de bu başlıkların tümü üzerine görüşüne başvurulabilecek
gazetecilerden biri olan Ruşen Çakır’la görüştü
"TÜRKİYE'DE İSLAMCILIK HİÇBİR ZAMAN SİSTEM
KARŞITI OLMAMIŞTIR"
Türkiye’de Siyasal İslam’ı ya da İslami
hareketi genel olarak sistem dışına “itilmiş” bir hareket olarak
tanımlıyorsunuz, yani sistem “karşıtı” bir hareket olduğunu
söylemiyorsunuz…
Türkiye’de İslamcılık,
sistemin dışındaki dindar kesimleri sistemin merkezine taşıma hareketidir, yani
sistemi değiştirme hareketi değil. Ben bunu 94 seçimlerinin ardından yazdığım
Refah Partisi kitabında bayağı bir tartışmıştım. Kitabın adı zaten “Ne Şeriat Ne
Demokrasi”ydi. Türkiye’deki sistem ne kadar demokratsa İslamcıların da o kadar
demokrat olduğunu söyleyebiliriz. Refah Partisi bunun ana taşıyıcılarındandı,
şimdi bunu AKP yapıyor. Genel olarak insanlar Türkiye’deki sistemin laiklik
üzerine inşa edildiğini düşündüğü için İslamcılığın da laikliği devireceğini ve
dolayısıyla sistem karşıtı olduğunu düşünür. Burada iki tane yanlış var.
Birincisi sistem laiklik üzerine inşa edilmiş değil, ikincisi de İslamcıların
laikliği devirmek gibi çok büyük bir arzuları yok. Hatırlarsınız Mısır
ayaklanmasından sonra Başbakan Erdoğan Kahire’ye gittiğinde Müslüman Kardeşler’e
laiklik tavsiyesinde bulunmuştu ve bunda samimiydi. Hatta şunu da diyebiliriz,
Müslüman Kardeşler bu tavsiyeyi dikkate almış olsaydı belki darbe de
olmayabilirdi.
"LAİKLİK VE LAİKÇİLİK
BAŞKA ŞEYLER"
Burada şöyle bir sorun var, laiklik ile laikçilik arasında
bir ayrım yapabiliriz. Laiklik, devletin dini konulara karışmaması ya da
dinlere, inançlara eşit mesafede bulunması gibi bir şeydir. Türkiye’deki laiklik
uygulaması bunu tam hayata geçiremedi. Türkiye’deki laiklik uygulaması
laikçiliğe daha yakın. Bir tür dayatma. Yani laikliği bir ideoloji haline
getirip insanların dini hayatlarına bir müdahale oldu. Yani Diyanet İşleri
üzerinden vs. Yani dinsel simgelerin kamusal alana girmesine izin vermeyerek…
Bunlar, aslında laikliğin çok özüne uygun bir şey değil. Buradaki sorun, İslami
hareketler genellikle sistem karşıtı olarak algılandı, bu hatayı sol da çok
yaptı, hala da yapanlar var.
Şimdi ulusalcılığa kaymış olan solu bir kenara bırakırsak
-onlar zaten artık kendileri Kemalist laikçi bir çizgideler ve solda değiller
zaten- onun dışındaki solda da şöyle bir hata oldu geçmişte; İslamcılığı sistem
karşıtı olarak görüp İslamcılıkla ya rekabet ya da işbirliği arayışına gidildi,
onda İran Devrimi’nin etkisi çok büyük oldu. Bir zamanlar İran Devrimi
Türkiye’de de gençler arasında tüm dünyada olduğu gibi etkili olmuştu. Onun
batıya karşı mücadelesi antiemperyalizm olarak okunmak istendi ve yanlış
yapıldı. Burada iki yanlış var; birincisi, İran’daki devrimin etkisindeki
İslamcıların antiemperyalizmini abarttı insanlar. İkincisi, İran Devrimi’nin
etkisi Türkiye’de çok güçlü değildi. Türkiye’deki İslamcı hareket esasında
İran’a da şüphe ile bakan Sünni, muhafazakâr, devletçi bir gelenektir; hele
radikalizme tamamen uzak olan, antikomünist vs. bir harekettir. İnsanlar oradaki
bir takım radikal görüntülere aldandılar. Nitekim bugün dönüp baktığımızda
Türkiye’de İrancılık neredeyse yok olmaya yüz tuttu. Ama sosyalist sol özellikle
12 Eylül’den sonra yediği darbenin etkisiyle İslamcılıkta öyle bir şeyler aradı.
Esasında Türkiye’de İslami hareket, Cumhuriyet’in kuruluşuyla beraber itildiği
sistemin dışından, merkezine taşınma durumudur.
"İSLAMİ HAREKET AKP
İLE MERKEZİLEŞTİ"
İslami hareketin ufku
Başbakan Erdoğan’ın ufku ile paraleldir demişsiniz ikinci Abdülhamit’e atıfta
bulunarak…
AKP iktidarı ile beraber artık Türkiye’deki İslamcılık,
İslami cemaatler ve dindarlar hallerinden memnun. İslamcılık baktığımızda
Türkiye’de dış politikaya endekslidir. 1980 sonrası İslamcılığa da baktığımız
zaman Afgan direnişi, Bosna meselesi, Irak, Filistin ve Suriye gibi meseleler
görüyoruz. Esas olarak İslamcılık burada kendini gösteriyor. Parası olan
destekliyor kimi eylemlerde, kimisi de cihada giderek destekliyor. E şimdi
Türkiye’de hükümet bunu büyük ölçüde yapıyor, aslında Mavi Marmara bir hükümet
projesiydi. Aslına bakarsak Mısır yazımda da dediğim gibi hükümet gaza bastığı
zaman İslamcılar da gaza, hükümet frene bastığı zaman frene basıyorlar. Mavi
Marmara gemisini hükümet kaldırdı ve takipçiliğini de hükümet yaptı. Aslında
içinde milletvekili olmaması tek başına bir şeyi değiştirmez. Normalde nedir?
Sivil kuruluşlar bunu yapar, takibini de sivil kuruluşlar yapar. Bugün sivil
kuruluşlar, yardım kuruluşları (Gülen cemaati biraz farklı ama) birçok
faaliyetini hükümetle koordinasyon içinde yapıyorlar. E şimdi böyle bir ortam
var. Ve artık Türkiye’deki İslami hareketin merkezi AKP ve başbakan. Bağımsız
olabilen kimse yok.
Suriye meselesi ile
ilgili de hem uluslararası İslami harekette hem de Türkiye’de bütün dengeleri
alt üst etti demişsiniz…
Çünkü orada garip bir denge
vardı. Örnek olarak, Suriye’de Türkiye kimle birlikte hareket ediyor? Suudi
Arabistan, Katar, Kuveyt vs. Ne için? Müslüman Kardeşler’in ağırlıkta olduğu bir
muhalefet Esad rejimini yıkmak istiyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler’i asker
deviriyor, bir nevi Esad gibi biri deviriyor. Kim destekliyor? Suudi Arabistan,
Katar vs. Kim karşı çıkıyor? Türkiye. Burada istikrarlı duran tek ülke Türkiye.
Bunu Arap Baharı ile birlikte okuduğumuzda bunların hepsindeki ana eksende
İslami hareketler var. Tunus’ta Nahda, Mısır’da Müslüman Kardeşler, Suriye’de
yine Müslüman Kardeşler. Şimdi Türkiye bunların hepsine aynı perspektiften
destek verdi, Libya’da biraz tereddüt etti ama yine destek verdi. Mısır darbesi
olana kadar hepsini tek kaba koyuyorduk. Ama Suriye ve Mısır kırılmalarında aynı
kapta olmadığını gördük. Mısır olayıyla da gördük ki Körfez ülkeleri Mısır’dan
memnun değil. Aslında Arap Baharı denilen olay toplumların özgürlük ve demokrasi
arayışı. Suriye’de de, Mısır’da da, Tunus’ta da, Libya’da da… Bıktılar otoriter,
totaliter rejimlerden. Ama daha sonra buralarda sivil toplum güçsüz olduğu için
bir süre sonra sivil toplum bunu taşıyamadı ve stratejik hesaplarla bir takım
odaklar devreye girip bunu çaldılar. Şimdi ayrı ülkelerde ayrı şeyler çalıyor.
Suriye meselesine kadar her şey iyiydi.
"TÜRKİYE DIŞ
POLİTİKADA ÇOK ZOR DURUMDA"
Suriye’deki en büyük hata
Suriye’nin çabuk yıkılacağı düşüncesiydi. Çünkü hepsi kolay gitti. Koca Mübarek
gitti, Tunus’taki Tarık Bin Ali de az buz diktatör değildi, o da gitti, Kaddafi
gitti, e Suriye de gider dendi. Çünkü Suriye’nin gitmesinin bir diğer nedeni ne?
Demokratik olarak baktığınız zaman Esad, Nusayri azınlığına dayanıyor. Ama çok
güçlü bir Sünni çoğunluk var. Orada duvara tosladı olay. Ve onunla baş edemezken
Mısır darbesi oldu. Orada büyük bir kopuş yaşanıyor ve şu anda olay çok karışık.
Mesela Suriye’de kimyasal silah atılmasıyla dendi ki tamam Esad’ın defteri
dürüldü. Ama ne oldu? Müdahale olmadı. Neden müdahale olmadı? Bunun nedeni
Suriye’deki muhalefet içerisindeki El Kaide tahakkümü.
Amerikalılar yapacakları müdahalenin El Kaide’nin önünü
sonuna kadar açacağını düşündü. El Kaide batının müdahalesinin gelmemesinin
gerekçesi oldu, üstelik El Kaideciler Kürtlere ve ÖSO’ya yer yer saldırmaya
başladı. Ortadoğu’nun her tarafında bumeranglar var, herkesin silahı elinde
patlıyor. Burada herkes, kendi savaşını başkasının üzerinden yapmaya çalışıyor.
Bu konuda en başarılı İran. Suriye’deki savaş aslında İran’ın savaşı. İran’ın
bölgedeki nüfuzunu daraltma ve yok etme savaşının ilk önemli cephesi Suriye. Ama
ne oldu? İran kazandı. Baktığımız zaman Obama ile konuştu yeni
cumhurbaşkanı.
Ortadoğu yeniden şekilleniyor ve yeni döneme giriyor. Bizim
İslam, İslamcılık ve stratejik derinlik gibi durumları yeniden okuyacağımız bir
döneme giriyor. Ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki politikalarının çoğu geçersiz
kalmış durumda, şimdi yeni politikalarla sürece ayak uydurmaya çalışıyor, bu
noktada çok zor durumda Türkiye.
"AKP'NİN SİSTEMİN
MERKEZİNE YERLEŞMESİ CUMHURİYETİN BAŞARISIDIR"
AKP’nin İslami
hareketin Türkiye’deki merkezi olduğunu söylediniz ve dolayısıyla AKP bu
çerçevede Milli Görüş’ün merkezi oluyor…
Evet, Milli Görüş’ün güncellenmiş hali. Yer yer Erbakan’dan
kopya çekilmiş gibi söylemler var, yer yerse ondan uzak duruyor. Süreklilik
değişimle beraber olur. İnsanlar genel olarak bunu algılamadıkları için aynısını
arıyor, değil. Değişim içerisinde bir devamlılık var.
Bu da AKP’nin o
sistemin merkezine yerleşme meselesinde ciddi bir başarısı olduğunu
söyleyebiliyor, değil mi?
Tabi büyük bir başarısı
var, aslında bu cumhuriyetin bir başarısı. Şerif Mardin’in de dediği gibi
cumhuriyet aslında bunu yapmak istiyordu ama bunu yaparken dindarları
dönüştürmek istiyordu. Yani opera dinlesin, bale yapsın vs. Dindarlar geldi
merkeze ama cumhuriyeti kuran iradenin istediği bir yaşam tarzıyla gelmedi,
dindar kimliklerini muhafaza ederek geldiler, e bunda da bir sorun yok. Türkiye
muhafazakâr bir ülke. Dünya çapında muhafazakâr ülkelerin arasına girebilecek
kadar muhafazakâr bir ülke, belki İran’dan daha muhafazakâr gündelik yaşamda.
Ama aynı zamanda moderniteyi de yaşıyor. Moderniteyi yaşaması insanların dini
duygularını zayıflatmıyor, bu eski bir düşünce. Eski modernizm teorilerine göre
modernite olunca gelenekler gider. Hayır! İnsanlar dini inançlarını da koruyarak
modernleşebiliyorlar. Türkiye bu anlamda muhafazakâr bir ülkedir. Dindar
insanların sistemin merkezinde olmaları kadar doğal bir şey yok. Aslında şu anda
doğal olanı yaşıyoruz. AKP şu anda muhafazakâr çoğunluğa dayanarak ülkeyi
yönetme iddiasında. Ve çoğulculuğu kapatıyor, yani çoğulculuğa kapıları
kapalı.
"CEMAAT VE AKP
ARALARINDAKİ GERİLİMİ GİZLİYOR AMA BU GERİLİM REEL"
Bunu sistem içi güç ilişkilerine yansıtan durumlar da ortaya
çıkıyor, mesela Gülen Cemaati ile aralarındaki gerilim böyle bir şey, somut
olarak iktidar kavgası, örneğin son olarak Milli Eğitim dershanelerin
kapatılmasıyla ilgili tarih verdi.
Evet, bayağı ciddiye
biniyor iş. Ama dershane bunun bir safhası. Esas kavganın miladı o değil, milat
MİT krizi. Orada yolların ayrılmakta olduğunu gördük. Gülen ile AKP arasındaki
mücadeleyle ilgili okumalar yapılıyor. O sırtını ABD’ye dayamış gibi, o oraya
dayamış gibi. Aralarında bir iktidar mücadelesi var ve mücadele sırasında
kendilerine bir takım müttefikler arıyor olabilirler. Mesela Fethullah Gülen’in
Mavi Marmara olayları zamanında yaptığı açıklama çok çarpıcıydı, resmen
İsrail’den yana tavır aldı ama nerde yaptı bunu, Wall Street Journal’a röportaj
vererek yaptı. Tavrını koydu, hükümetten yana olmadı. Aslında ilk ciddi karşı
karşıya geliş oradaydı, daha sonra MİT krizi oldu.
Ama kamuoyuna yönelik
olarak aralarındaki mücadeleyi gizliyorlar çünkü bu ikisinin de hayrına değil.
‘Kavga ediyorlar’ imajı ikisini de yaralar çünkü muhafazakârlar içinde ikisini
de eşit ölçüde seven insanlar var. Diyelim ki bir kişi oyunu AKP’ye veriyor,
maddi yardımını ise cemaate yapıyor, çocuğunu cemaatin okuluna yolluyor ama
siyasi olarak AKP içerisinde yer alıyor. Ona “Hoca Efendi ile Tayyip Bey
birbirine girdi” dediğiniz zaman “olmaz” der, ikisinden birini seçmek istemez
ama o noktaya doğru gidebilir. Bu işlerine gelmiyor çünkü ikisini birden seven
geniş bir taban var. Mesela bir kesim “Hoca Efendi’ye böyle yapıyorsa artık
AKP’ye oy vermiyorum” derse AKP zarar görür ya da cemaatin yayın organları,
medyası AKP’yi seçimlerde desteklemezse veya karşı çıkarsa çok büyük yara alır
AKP. Aynı şekilde iş adamları “Hoca Efendi hükümete zorluk çıkarıyor” derse ve
maddi yardımlarını keserse cemaat zor durumda kalır. Böyle bir durum var fakat
aralarındaki mücadele reel.
"ABDULLAH GÜL'ÜN
SIRTINI CEMAAT'E DAYADIĞINI SANMIYORUM"
Cumhurbaşkanlığı
meselesinde Erdoğan ile Gül arasındaki gerilim bunun bir parçası mı?
Hayır, o onların arasındaki bir iktidar mücadelesi. Cemaatin
hükümetle bir sorunu olduğu için hükümetin başkalarıyla olan sorunlarından da
istifade ediyor. Mesela Gezi olaylarına Cemaat ilk başta şaşırtıcı bir şekilde
serinkanlı baktı, karşı çıkmadı. Çok mu seviyorlardı Gezi’yi? Cemaatin içindeki
genç insanlar “burada bir şey oluyor, insanlar bir şey istiyor” diyebildiler.
Ama hükümeti zorladığı görüldüğünde çok da fazla üstelemediler, yine de Yeni
Şafak, Star gibi gazetelerin yaptığı Gezi’yi kriminalize etme işlevini Cemaatin
yayınlarında görmedik. Hâlbuki bu tür işleri, psikolojik harekatı onlardan iyi
bilen yok. Ergenekon davaları döneminden biliyoruz. Cumhurbaşkanlığı meselesinde
de ikisinden birini kendilerine yakın görüyor olabilirler, bu kişi de herhalde
Abdullah Gül’dür ama Gül’ün Cemaate sırtını yaslayarak bir şey yaptığını
sanmıyorum.
"SOL, KEMALİSTLERE
KAPATMASI GEREKEN KAPIYI MÜTEDEYYİNLERE KAPATTI"
Gezi olaylarında
Antikapitalist Müslümanlar, Devrimci Müslümanlar gibi ekipler vardı. Bunları
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Onlar solun geçmişteki
büyük ayıplarının bugünkü tezahürü. Normalde bir yığın genç Müslüman insan sol
sosyalist hareket içinde yer alabilecekken bazı grupların başındaki sekter, kaba
materyalist, din düşmanı insanların yaklaşımları yüzünden sola gelemediler.
Normalde dünyanın her yerindeki sol hareketlerin içerisinde dininde imanında
olan insanlar var çünkü sol hareketin meselesi dinle olan bir mesele değil ama
Türkiye’de ciddi bir şekilde hem karşı propagandanın etkisiyle, hem de bazı
insanların ve grupların üsluplarından dolayı birliktelik yaşanamadı.
Mesela artık sosyalist
hareketin içerisinde feminist unsurlar var, bizim zamanımızda ona da izin
verilmiyordu. Kurtuluş yok tek başına sloganı ondan türemiştir. Çok kötü bir
slogandır, kadınları ezmek için kullanılmıştır. Kadınların ayrı, özerk
örgütlenme talebini bastırmak için bulunmuş bir slogandır. Normalde kadınların,
eşcinsellerin, gayrı Müslimlerin kendi özerk yapılarının olması lazım. Katı,
sözde demokratik, merkezi yapılar buna izin vermedi. Dindar olan insanların da
kısa bir sürede dinden arınmasını beklediler, hatta şart koştular. Bu nedenle
Antikapitalist, Devrimci Müslümanlar dışarda bir yerde çıkıyorlar ortaya.
Onların yeri aslında İslami hareket değil sosyalist hareket. Sosyalist hareket
kapı açmadığı için onlar kendilerini İslami hareket içerisinden
bağımsızlaştırıyorlar ve sol hareketle dışarıdan bir ilişki kuruyorlar. Normalde
o insanların a grubundan, b grubundan bir takım dindar insanlar olmaları
gerekiyordu. Bunun sorumlusu o insanlar değil, soldur. Sol 12 Eylül’de o kadar
yenilmiş olmasına rağmen, İslami hareketin yükseldiğini görmesine rağmen yine
kapılarını sıkı sıkıya kapattı. Normalde solcu olacak birçok insan solun
kapıları kapalı olduğu için İslamcılığa yöneldi ve İslamcılığın içerisinde
sosyalizan şeyler geliştirmeye çalıştı. İslamcılığın içerisinde sol yaratmaya
çalıştı. Sol bu alanları tutabilse insanlar gelebilecek. Solun Kemalistlere
kapısını kapatması gerekirken bu insanlara kapılar kapatıldı.
"HAYATLARI BOYUNCA
SOLCULUK DİYE KEMALİZM YAPANLAR ŞİMDİ HER SOLDA KEMALİZM ARIYOR"
Gezi’ye geçelim
isterseniz. 8 Ekim tarihli yazınızda Oral Çalışlar’ın Gezi’nin omurgasını
anlattığı yazısına iyi bir eleştiri yazdınız.
Kendileri hayatları boyunca
solculuk diye Kemalizm yaptıkları için her solda da bir Kemalizm arıyorlar.
Gezi’nin omurgası Kemalizm değil çok şükür, Kemalizm’in böyle bir gücü yok.
Gezi’nin içinde Kemalistler de var, şu da var, bu da var. Gezi’nin başında sol
da yok ama. İlk başta baktığımızda spontan bir şekilde gelişen çevre bilincine
sahip gençlerin yaptıkları bir şey. Hükümet bunu kolaylıkla bastıracağını
düşünüp güç gösterisine girişince olayın rengi değişti ve bu hükümet karşıtı tüm
unsurları içine alan bir olaya dönüştü. İçinde herkes var; fotoğraf meşhurdur,
BDP bayraklı biriyle Türkiye bayraklı birinin olduğu. Gezi’yi gezerken de
görüyordum, bir tarafta Atatürkçüler bir tarafta İbrahim Kaypakkaya
fotoğrafları. Kaypakkaya Türkiye’deki en net Anti-Kemalist’ti oysa. Solda öyle
bir şey pek yoktu. Sonuçta Kaypakkaya ve Atatürk resimlerinin bir arada olduğu
bir yerdi Gezi ve lideri de olmadığı için hepsi birlikte durabiliyordu. İşin
ilginç tarafı çatışmadılar da pek.
Diğerlerinin de varlığıyla insanlar bir arada yaşamayı ciddi
bir şekilde ilk defa orada denediler. Çok da başarılı oldular. Bazı gruplar
militanlığı getirdi, bazıları insani duyarlılığı getirdi ve melez bir şey ortaya
çıktı. Kürt hareketinin hükümete kök söktürdüğü dönemler oldu; Dağlıca, Aktütün
vs… Bütün bunları ayrı tutarsak 11 yıldaki tek sahici muhalefet Gezi. Hükümetin
ayarlarını bozdu, hiç kimse bunu tek başına yapamazdı. Tüm güçlerin amorf bir
şekilde örgütsüz ve lidersiz olarak bir araya gelmesiyle bocaladı hükümet. Aksi
takdirde lideri, örgütü belli olsaydı biliyorlar nasıl baş edeceklerini.
Operasyon yaparak, grupları kriminalize ederek. Burada ne yapacaklarını
şaşırdılar. Mesela Kürtlere Kemalistleri, Kemalistlere Kürtleri gösterdiler.
Dediler ki Türk bayrağı bile yok, Türk bayrağı olduğu yerde de Kürtlere ‘siz
bunlarla bilmem ne mi yapıyorsunuz’ dediler. En büyük korkuları da -bu korku
hala var- Kürt hareketinin aktif bir şekilde burada yer almasıydı, olmadı.
Oral Çalışlar’ın söylediği şu şey doğru; Kürtler ürktüler ilk
başta. Ama şimdi Cemil Bayık’ın son açıklamalarında görülüyor ki hata
yaptıklarının farkına vardılar. Ne Gezi’de yer alanlar ne PKK hükümetin gücünü
hesaplayamadı. Bu hükümeti çok güçlü zannetmişiz, hükümet de öyle zannetmiş ama
kendiliğinden gelişen bu hareket hükümetin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi.
Başbakanın tepkisini sürekli yüksek perdeden göstermesi stratejiden değil
çaresizliktendi. O yurtdışındayken Abdullah Gül ve Bülent Arınç olayı çözüyordu
ama o Fas’ta basın toplantısı yaparak onlara izin vermedi; hata yaptı. Onlara
bıraksaydı onlar çözecekti ama o müdahaleyle olayı tırmandırdı.
Şimdi şundan korkuyorlar; Gezi yeniden ortaya çıkarsa ve
Kürtler buraya eklemlenirse işler çok karışır. En büyük telaş bu. Yazılar falan
da bunun için. Özellikle medya tetikçilerinin sürekli Sırrı Süreyya’ya
bulaşmaları bu yüzden. Şu an Türkiye’nin başına gelebilecek en önemli tehlike
ateşkesin bozulması. Bunu bozabilecek şey tek başına Kürt sorunu değil. Ama Gezi
olayının tekrar parlaması ve Kürtlerin eklemlenmesiyle çok şey olabilir. O
anlamda Lice olayları çok çarpıcıydı. Lice’de Medeni Yıldırım’ın ölmesi ve
insanların Kadıköy’de, İzmir’de olaya sahip çıkması onların çok korktuğu bir
şey.
HDK diye bir şey kuruyor, yıllardır Türkiye partisi olmak
istiyorlar. Niçin? Ayrı devlet fikrinden vazgeçtiği andan itibaren Türkiye’de
birileriyle ittifak yapmaya çalışıyorlar ama ittifak kurabilecekleri küçük sol
fraksiyonları bulabiliyorlar sadece; Gezi’de ilk kez çok büyük bir müttefikle
karşılaştılar. Şimdi a grubundan beş kişiyi b grubundan 3 kişi topladığın bir
hareket mi yoksa kendiliğinden sokağa dökülen dinamik binlerce insan mı? Kürt
hareketi aslında Gezi’nin cazibesini sonradan fark etti. Bundan sonra yeni bir
şey olursa işin rengi değişebilir, onun için hükümet önleyici şeyler yapmaya
çalışıyor. “Ne işiniz var, onlar Kemalist” diyorlar. Hâlbuki Kemalist falan
olmadığını en iyi onlar biliyor. Omurga Kemalist olsaydı daha önce sokağa
dökülecekleri Ergenekon davası gibi birçok sebep var.
"AKP KÜRT HAREKETİNİN
HİÇBİR BEKLENTİSİNİ KARŞILAMADI"
Ateşkesin bozulması
için Kürt sorunu tek başına yeterli olmaz dediniz. Neden?
Kürtler silahı tekrar
istemediklerini söylüyorlar ve samimiler. Ateşkes neden bozulabilir? Askeri
operasyon düzenlenirse. Güneydoğudan çıkacak böyle bir şeye kamuoyu sıcak
bakmıyor. Sen silaha başvurdun diyor. Ateşkesin bozulmasıyla insanlar PKK’yi net
bir şekilde suçlayacak. Ama Gezi gibi bir olay tekrar çıkar da Kürtler
eklemlenirse ve devlet bunu bastırmak için çok büyük güç uygularsa o ortamda çok
büyük bir şey olabilir. Gezi’deki çatışmalara PKK gücünü katmadı. PKK gücünü
katarsa çok farklı olur. Burada önemli olan toplumsal hareketlerde insanları
dinlemek ve pazarlık etmek. Hükümet bunu görmeli. Üzerlerine gaz bombası, TOMA,
polis yollamakla bu iş olmuyor. Gezi’yi sahipsiz gördüler ama yanıldılar,
insanlar ölse de devlet hareketi bastıramadı. Gezi Direnişi kendi kendine söndü,
bir yerden sonra tıkandı ama bastırılamadı. Hükümet ‘kim ki bunlar, ben 29 Ekim
gösterilerini bastırdım, askeri hizaya getirdim bunlar ne ki üç beş genç’ diye
düşündü. Eğer başından itibaren Kürt hareketi aktif bir şekilde Gezi içinde
olsaydı öyle düşünemeyecekti.
Kürtlerin bir takım
hassasiyetleri vardı, müzakere süreci üzerinden düşündüler. Onu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Oral Çalışlar’ın yazdığı gibi, onlar darbe planı, çözüm
sürecini sabote etmeye yönelik sandılar, yanlış düşündüler. Öcalan sonradan tam
tersini söyledi. İlk başta kimse anlamadı ne olduğunu. Bir de kendilerini
genellikle yalnız bırakmış bir kesimin ayaklanmasıydı, güvenmediler. Ama sonra
Cemil Bayık’ın açıklamasını okuduğumuzda ‘biz bu kadarını beklemiyorduk’
dediğini gördük. Eskiden iki taraf da ön yargılıydı. Sosyalist sol unsurlar
zaten Gezi’de çok önemli değildi, daha geniş bir insan grubu, apolitik insanlar
Kürt hareketine tabii şüpheyle bakıyorlardı. Daha sonra devletle tanıştıklarında
‘bu devlet Kürtlere kim bilir neler yapmıştır’ demeye başladılar. Devlet yanlış
bir stratejiyle doğuyla batıyı birleştirdi.
Gezi üzerine
yaptığınız analizlerden birinde Gilles Deleuze’un ‘Kapitalizm ve Şizofreni’
kitabında kullandığı ‘Rizom’ kavramından bahsetmişsizniz. İran’lı yazar Daryush
Shayegan’ın Arap Ayaklanmaları için uyarladığı bu kavramın Gezi’ye de uygun
düştüğünü söylemişsiniz. Yani alabildiğine yatay bir örgütlenme ve
varoluş…
İnternet de böyle bir şey.
El kaide de böyle. Ucunu bucağını göremediğin, dikey olmayan yatay şeyler var.
Gezi de böyle Mısır’daki hareket de böyle. Dikey hareketler buna müdahil olmaya
çalışıyor.
Bu
hareket yatay olduğu için bu kadar büyüdü ama aynı zamanda bu kadar yatay olduğu
içinde tıkandı.
Kendiliğinden kitle hareketleri diye adlandırırdık biz bunu
geçmişte. Öğrenci idareye karşı bir şey yapıyor mesela, biz hemen iradi
müdahaleyle olayı ele geçirmeye çalışırdık. Onu ele geçirmeye çalıştığın anda
kendiliğindenliğin önünü kesiyorsun, olayın özünü zedeliyorsun. Çünkü senin
derdin yemeklerin iyi çıkmaması değil o olaydan iki tane kadro devşirmek. Bundan
vazgeçmek lazım. Sol vazgeçer mi çok emin değilim. Türkiye’de bu hareketler
taşıyacak bu ülkeyi. Sol ne kadar ders çıkarır ve öğrenirse yanına kar
kalır.
Tıkanma doğal, olacak bu. Sittin sene gitsin diye bir şey
olamaz. Başka bir yerden yeni bir şey açılır, önemli olan o ruhu yaşatmak. Şimdi
bir daha kolay kolay o hoyratlıkta davranamayacaklar, insanlar hak taleplerini
daha rahat dile getirecekler. Korku eşiği aşıldı, yine bizim eski tabirlerle
diyecek olursam suni denge kırıldı. Gazsa gaz, TOMA’ysa TOMA. İnsanlar
‘saldırın’ diye çağırıyor. Devletin şiddet tekeline pasifist meydan okuduğun
zaman devlet çıplak kalıyor.
Gezi’yle ilgili
olarak yeni bir dönem başlatarak tarihteki yerini çoktan aldı dediniz. Buradan
hareketle mi söylediniz?
Evet, son on yılda Türkiye bundan daha acayip bir şey
yaşamadı. Hala üstüne mesai yapıyoruz, daha da yapılacak. Önemli olan insanların
ne yaşadığı, hissettiği. İnsanlar daralmanın, bunalmanın üstüne bir rahatlama
yaşadılar. O önemli olan. Siyasi olarak bir şeylerin değişmesi çok şart
olmayabilir. Hala oradaki çatışmaların etkisi sürüyor bazı yerlerde. Örneğin
Kadıköy’deki çatışmalar Taksim’dekinin kopyası gibiydi, aynı değildi. Hatay’da
olanlar da öyle.
Demokrasi paketi için
ne düşünüyorsunuz? Ağır eleştirdiniz yazılarınızda.
Pakette birçok temel şey
yok. Ama eninde sonunda özel okulla vs. de olsa anadilde eğitime kapı açıldı,
sadece geciktiriyorlar. Benim en büyük beklentim TMK’ydı ve KCK’lilerin
bırakılmasıydı. Türkiye iki şeyi birlikte çözmek zorunda. Kürt sorunu ve PKK
sorunu. Her ne kadar birbirleriyle iç içe geçmiş olsa da bu ikisini de birden
ayrı ayrı düşünerek çözmek zorunda Türkiye bu sorunu. Kürt sorunuyla ilgili
birkaç düzenleme var, propaganda dili serbestisi, köy adlarının geri verilmesi,
alfabe yasağı, özel okullarda anadil eğitimi gibi. Bunlar önemsiz değil ama
yetersiz. Ama PKK sorununa yönelik hiçbir şey yok. TMK’da değişiklik olsaydı ve
yüzlerce insan cezaevinden çıkıp evlerine dönseydi, milletvekilleri bırakılsaydı
acayip bir rahatlama getirecekti. Kürt siyasi hareketi ‘devlet bana bunu verdi’
diyecekti. Devlet Kürt hareketine bir şey vermedi bu paketle. Alfabe yasağı
doğrudan Kürt hareketine verilmiş bir şey değil; Kürt sorununa yönelik bir
düzenleme. Onların en büyük beklentisi Öcalan’ın durumuyla ilgili düzenleme
yapmalarıydı. Esas beklenti orada. Paketin dışında da olabilir. Bunu yapsalar
süreç rahatlar. Ama şu anda hükümet Kürt hareketinin beklentilerinin hemen hemen
hiçbirisini karşılamadı.
Neden
karşılamıyor?
Ürküyor. Bunun seçimlerde oy kaybettireceğini düşünüyor veya
şu da olabilir: İstemiyor, kendisi zaten doğru bulmuyor olabilir.
Süreci başlatması
konjonktürel mi?
Hayır, zorunda kaldılar. Özelikle Rojava olayıyla. Hemen
ardından oldu zaten. Şöyle bir şey var. Süreç başlatmak gerektiğini biliyorlar,
sürecin gerektirdiklerini de biliyorlar ama yerine getirmekte zorlanıyorlar.
Geleneksel devlet paradigması kırıldı, Öcalan da, örgüt de muhatap alınıyor, bu
olduktan sonra çözüm gelir ama tek başına bu çözüm getirmiyor. Paradigma kırıldı
ama yeni paradigmayı inşa edemediler, elleri varmıyor fakat mecburlar.
"AKP KÜRT SORUNUNU
ÇÖZEMEZSE ÖNCEKİLER GİBİ GİDER"
Bezirgân bir ruh
hissetmiyor musunuz? Rahatsız edici bir durum var.
Çünkü çaresizler. PKK
sözcüleri ‘bizi kandırıyorlar’ diyor ama on sene önce Kürt sorununun nasıl
konuşulduğunu hatırlarsak arada dağlar gibi bir fark var. Bunu kim yaptı? PKK
bastırdı ama devlet de sürüklenerek bir yere geldi, umut verici olan bu. Devlet
yapması gerekeni yapma konusunda ayakları sürüyor. Ben hep düşünüyorum,
“anadilde eğitim de olacak, birçok şey olacak, geri dönüşü yok.”
Geciktiriyorlar; içlerine sinmiyor, seçimler var, ülkede seçim eksik olmuyor ki.
İktidar partisi esas olarak oyunu Kürtlerden almıyor. Kürtlere şüpheyle bakan
diğer kesimlerden ciddi oy alıyor. Denge kurmak, siyaset yapmak zor iş. Ama
Öcalan’ın seçim kaybetme gibi bir derdi yok. On belediyeden yediye düşse ne
olacak. O başka bir yerden bakıyor. Ya da şöyle bakalım, çatışmalar yeniden
başlasa hep beraber kaybederiz, tüm Türkiye perişan olur. AKP de kaybeder, ülke
de kaybeder ama en az PKK kaybeder. Zaten buna alışmışlar; yıllardır çok kayıp
verdiler, kaldığı yerden devam ederler. Hep de bunu söylüyorlar, “bozulursa biz
eski günlere döneriz” diyorlar ama Türkiye eski günlere dönemez. Ülke bunu
kaldıramaz. Kürt sorunu bir kere daha bir iktidarı devirmiş olur. Özal’ı,
Çiller’i, Demirel’i yolladılar.
Sistem sürekli kendini
yenilemeye çalışıyor, AKP de öyle geldi. AKP’nin gelmesi Kürt sorunu yüzündendi.
Üç parti birlikteydi, üçü birden gitti. Ekonomik kriz olsa da Kürt sorunuyla
doğrudan ilgili gidişleri. Hükümetin savaşsa savaş deme lüksü yok. Savaşın
tekrar başlamaması için her şeyi yapmak zorunda olduklarını biliyorlar,
yapacaklar da ama hepsini hızla yapmak yerine daha kaldırılabilecek şekilde
taşımaya çalışıyorlar.
Ortadoğu’daki savaşa giden süreçle paralelliği
olur mu bu meselenin?
Ortadoğu’da garip bir şey
oluyor, o savaş durumundan sıyrılmaya başlıyoruz. Bir ara çok kötüydü, şimdi
Amerika yaklaşıyor. Netanyahu nükleeri bırakacak olurlarsa ben bile görüşürüm
diyor İran’la. İsrail’in İran’la yakınlaştığı bir dönemde sen niye Esad’la kavga
ediyorsun bunun açıklaması yok. Kerry kalkmış Esad’ı övmüş vs. her şey
değişiyor, kurulan eski hikâye bozuluyor.
Son
olarak Mısır’ı soralım. Mısır meselesinde nasıl bir pozisyon alacak
Türkiye?
Darbecilerle ilişkileri
tekrar kurmaya çalışacaklar. Biz büyükelçiyi çağırdık, geri yolladık, onlar da
geri çağırdı ama hala yollamadılar Türkiye’ye. “Tayyip Erdoğan değişmediği
müddetçe yollamayız” dediler. Mısır’a gittim, gördüm; Türk dediğin zaman
Müslüman Kardeşler bağrına basıyor ama diğerleri öyle değil. Mesela tutuklu
gazetecinin bir kabahati yok, Türkiye’yi cezalandırmaya çalışıyorlar.
Teşekkür Ederiz.