(İlkokul öğretmenim Zeki İdiman ve bu topraklar üzerinde yaşayan diğer bütün eli öpülesi öğretmenlerimize...Sevgi, saygı, onur ve şeref....)
Sayın M. Kerem Doksat,
Politika Dergisi web sitesinde yayınlanan “CHP Nasıl Yok Edildi?” başlıklı yazınızı okudum. Sonra söz konusu yazıyla ilgili olarak yazının hemen altında “maviizmir” rumuzuyla bir yorumum yer aldı. Ardından bir de elektronik ileti gönderdim. Daha sonra kendi içimde yaptığım değerlendirmemde, yazınızla ilgili düşüncelerimin, adınızın başındaki “prof” unvanı nedeniyle öyle ulu orta söylenmemesi gerektiğine inandığım kısmını kapsayan bu iletimi burada açıkça yazmakta bir sakınca olmadığına karar verdim. Yorumum, başta da belirttiğim gibi, ilgili yazının hemen altındaki yorumlar arasındadır. İleti ise şöyleydi;
“AYIP OLMASIN DİYE...YANİ SİZİ DÜŞÜNEREK DEMEK İSTİYORUM...POLİTİKA DERGİSİ SİTESİNDE AÇIKÇA SÖYLEMEDİM AMA...SİZ FENA HALDE IRKÇISINIZ HOCA...SAHİ O YAZIYI NEDEN YAZDINIZ...? HERŞEY BİR YANA...ÇOK DA ACELEYE Mİ GELMİŞ NE...ÖYLE BİR HALİ VAR YAZINIZIN...HANİ NASIL DERLER...BİRAZ EĞRETİ...BİR YERLERE İLİŞTİRİLMEYE ÇALIŞILMIŞ DA BAŞARILAMAMIŞ GİBİ...ÇOK AMATÖRCE OLMASININ NEDENİ DE GALİBA BİRAZ BURADAN KAYNAKLANIYOR...İÇİNİZDE BİR NEFRET OLDUĞUNA VE BUNU ALELACELE KUSMAK GEREKLİLİĞİNE...SİZİN AÇINIZDAN ASLA İNANMAK İSTEMİYORUM...İNANMAK İSTEMİYORUM, ÇÜNKÜ...SİZ BİR BİLİM ADAMISINIZ..."KUSMAK" EYLEMİ İÇİN GENELLİKLE LAVABOLARIN KULLANILMASI GEREKTİĞİNİ HEPİMİZDEN ÇOK DAHA FAZLA, ÇOK DAHA İYİ BİLİRSİNİZ DİYE DÜŞÜNÜYORUM...YİNE DE SEVGİ VE SAYGI..."PROF" SUNUZ YA...ONDAN DİYORUM...YANLIŞ ANLAMAYIN...”
Bu yazıya gelince… Yazıyı kafamda tasarlarken, yol haritamın, sizin yazdıklarınız üzerinden teker teker gitmek gerekliliği üzerinde şekillenmiş olması nedeniyle buna uygun davranacağım.
Yazınızın ilk cümleleri;
“Yok, Çirkin Kral’mış, yok büyük sinema üstâdıymış, yok şuymuş buymuş! Yâhu Yılmaz Pütün (sonradan Güney) kelimenin tam anlamıyla kaatildir, Kürtçüdür ve Fransa’nın koruması altında kanserden oralarda ölmüştür. Babası Siverekli Zaza ve annesi Varto’lu Kürt olmakla birlikte, aslen Adana doğumludur. Kendisini “asimile edilmiş Kürt” olarak tanımlamıştır. Yâhu, bir de edilmese neler yapardı acaba?”
şeklinde dizilmişler.
Bu cümlelerden olmak üzere, birincisi…
“Çirkin Kral” lakabını Yılmaz Güney’e yakıştıran kendisi değildir. Bu yakıştırma onun iradesi dışında gelişmiştir hoca…
İkincisi…
Evet, siz isteseniz de, istemeseniz de, Yılmaz Güney, bu topraklar üzerinde yetişen ve yurtiçi ya da yurtdışı birçok ödülü olan ve dahi nerede sinema sanatından konuşuluyorsa, orada adı geçen, herkesçe bilinen, tanınan bir sinema ustasıdır.
Üçüncüsü…
Doğru, Yılmaz Güney bir katildir… Bir sarhoşu, “komünist köpek” diye masadan masaya sarkan, yetmedi, karısına sataşan, yetmedi üzerine yürüyen tırnak içerisinde, bir dengesizi, hani nasıl derler… Kendi deyimiyle, ”indirmiştir”… “İndirmiştir”, çünkü kendisi de o sırada kör kütük sarhoştur.
Dördüncüsü…
Kürt olmak, hiç kimseyi rahatsız etmemelidir. Bir bilim adamını, üstelik de bir profesörü hiç mi hiç rahatsız etmemelidir. “Yâhu, bir de (asimile) edilmese neler yapardı acaba?” sorusu, ırkçı bir sorudur, kışkırtıcıdır, tehlikelidir, mesnetsizdir, insanın başına türlü işler açar ve dahi hiç gereği olmayan bir soru olduğu için bir bilim adamına yakışmamaktadır.
Beşincisi…
“Fransa’nın koruması altında kanserden oralarda ölmüştür” cümlesi, sanki biraz, (size ait olan şu an tam olarak adını koyamadığım) bir değişik ruh halinin tezahürü gibi durmaktadır. Hani nasıl derler, “oralarda gebermiştir” demeye ramak kalmış ya da yazarken bir an için kendine gelip “frene basma” sonucu ortaya çıkmış bir cümle, yanılıyor muyum? Ben sizin yerinizde olsam bunca nefrete rağmen, “kanserden oralarda” dedikten sonra frene basmaz, içimdekini koyuverirdim. Bu noktada dürüstçe olan tavır budur çünkü.
Yazınıza devam ediyorum…
Asimile sorusundan sonra tam dört adet link vermişsiniz, giriş cümlelerinizi destekleyen “kanıtlar” olarak. Bu linklerdeki videoları zaten cümle alem biliyoruz… Dolayısıyla;
Bir, videoları hepimiz, herkes bildiğimiz için, sizin yeni bir keşfetmişliğiniz falan söz konusu değil. Oysa siz bir bilim adamısınız, bize yeni ve bilmediğimiz şeyler söylemeniz gerekirdi.
İki,
Sizin bu video atraksiyonlarınızı, artık, bu ülkede internet kullanabilen ahali içerisindeki 15-18 yaş grubu kullanıcılar yapıyor sadece… Yani kanları kıpır kıpır ama yaşam tecrübesizlikleri nedeniyle öyle pek de “hesap kitap” veya ne bileyim “yol, izan” düşünmeyen çok ama çok toy gençler.
Üç,
O videoların bir tekinde bile “Kürtçülük” yok. Bahsedilenler ise yalnızca sosyalist bir devrim için söz konusu edilebilecek yöntemler ve arada bir de bu anlamda olmak üzere ve o tür toplantılarda hep yapıla geldiği üzere, kısa kısa “gaz vermeler”den ibaret.
Sizin belki haberiniz yoktur ama, (olduğunu da hiç sanmıyorum) Yılmaz Güney’in politik geçmişi, sizin deyiminizle “Kürtçülük” üzerinde şekillenmemiştir. Yılmaz Güney, 80 darbesi öncesi, faaliyet yürüten, hani bir kısmımız tarafından “Maocu” olarak sınıflandırılmış bir gelenek içerisinde şekillenmiştir. Aslında ben bu “Maocu” sözünden nefret ederim ama bilmeyen biriyle konuşurken hep yaptığım gibi, derdimin iyice anlaşılabilmesi için kestirme bir yol aradığımda başvurduğum ve bu anlamda epeyce işime yarayan bir nitelemedir bu “sihirli” sözcük.
Devam ediyoruz…
“Bu videoları mutlaka da indirin, yarın öbür gün bir Atatürkçü dernek tarafından(!) gene yasaklanmadan önce… Arşivde bulunsun…” demişsiniz. Demişsiniz ama niye? Dedim ya, o videolar sizi desteklemiyor ki. Üstelik akıl hastası falan olduğumuzu da hiç zannetmiyoruz. Niye indirip kaldıralım, ya da saklayalım.
İndirme, kaldırma ve saklama faslından sonra gelen bir cümle ve link var ki inanılır gibi değil. Hani insana, bu yazıyı, bu “prof”un adını kullanarak çok sığ, çok sıradan biri mi yazdı acaba, dedirtecek türden…
“Filmlerinin de hiçbir san’atkârâne özelliği yoktur; bol feodal kabadayılık, bıçkınlık ve antisosyallik: http://www.youtube.com/watch?v=73PWJzwon-I&feature=related , http://www.youtube.com/watch?v=qDjHtmmnXiI&feature=related , http://www.youtube.com/watch?v=sLF0kDyEcLc&feature=related , http://www.youtube.com/watch?v=2qTd8dNHlXA&feature=related …”
Verdiğiniz linkteki o çok kısa sahnenin de içinde yer aldığı film arşivimde var. Hatta Güney’in, bir kadının cinsel organına yılan başı sokmaya çalıştığı bir sahnenin yer aldığı film de. Ama aynı arşivde, Düşman, Yol, Sürü, Duvar, Umut da var. Hani şu her gittikleri yerde bütün ödülleri toparlayıp giden filmler.
Kadının apış arasına yılan başı sokmaya çalışan da Yılmaz Güney’dir; Sürü filminde, ellerini önünde kavuşturup babası rolündeki Tuncel Kurtiz’den dayak yerken sesini çıkarmayan da… Bu bir dönüşümdür hoca… Siz aynı nehirde kaç defa yıkanabileceğinizi sanıyorsunuz, öyle değil mi? Diyalektik nedir biliyorsunuz herhalde.
Yılmaz Güney’i böylece tamamladıktan (!) sonra o dizginlenemez öfkenizi bu kez Ahmet Kaya’ya yönlendiriyorsunuz ve diyorsunuz ki…
“Şimdi de Başbakanımız’ın çılgınca hayranı olduğu Ahmet Kaya’nın videosunu seyredin: http://www.youtube.com/watch?v=2qTd8dNHlXA&feature=related. Bu derin mütefekkirin lâflarını dinleyin (takıyyeye dikkat): http://www.youtube.com/watch?v=NVKDERSnPJM&feature=related.”
Merak etmeyin Hoca, hiç üşenmeyip o videoyu da izledik. Ama yazınızın burasına böyle bir bölüm niçin “sokuşturulmuş”, bir türlü çözemedik. Haydi sizin istediğiniz olsun ve öfkeniz yerini bulsun babında, diyelim ki dedikleriniz doğru ve Kaya da, Güney de birer cahil lümpen. Veya kabadayı, bıçkın. İyi de, sizin “yazı” diye buraya kadar yazdıklarınıza ne demeli? Söylemeden geçemeyeceğim, iyi ki sizin öğrenciniz olmamışım. Allah korumuş beni. Bu neyin öfkesidir, nasıl bir kindir anlamak mümkün değil. Fakat bu söylediğimin de açıklayıcı bir yanı var aslında hoca. Nasıl mı? Kısaca şöyle söyleyeyim; insan hayatında iki şeyin tarifi yoktur: Aşkın ve nefretin. Bunlar tarif edilemez hoca, yaşanırlar sadece. Tıpkı sizde olduğu gibi. Keşke yazınızın (nefretinizin) bu Ahmet Kaya’ya geçtiğiniz bölümünde kendinizi destekler nitelikte birkaç ufak tefek ışık olsaydı. Ama yok.
Ve nihayet final.
Onca nefret ve öfkeden sonra, gümbür gümbür “geliyorum” diyen, dedirten o müthiş son.
“Şimdi de bu adamların marşını seyredin: http://www.youtube.com/watch?v=0jKYeNcL0rI&feature=related. “
şeklinde patlayan (!) o inanılmaz bomba (!)
Siz gerçekten bu iki adamın politik geçmişlerini bilmiyorsunuz hoca. Yazınızın tam da burası, bu dediğimin anıtsal bir kanıtı. (Biraz komik olacak ama, Yılmaz Güney’in sağlığında, PKK’nın PKK olarak herhangi bir örgütlenmesi yoktu. “Apocular” olarak anılıyorlardı, hepsi bu ve bunlar, Güney’in de içinde yer aldığı politik geleneğe mensup kimi unsurları patır patır öldürüyorlardı. Bilmemek ayıp değil Hoca, bilmeden sallamak ayıp. Marş ve “bu adamlar” öyle mi… İlahi hoca… Sen çok yaşa e mi!)
“Yarısını Türklük için söylersen yeni yasalara göre “suç”. cümlesinin muhatapları da Güney ve Kaya olmasa gerektir, yanılıyor muyum? Çünkü zaten “yasalara göre” diyorsunuz cümlenizin içinde. O denli kendini kaybetme durumları yani…(Siz duymuyorsunuz ama ben burada gülüyorum hoca)
Bütün bu nefretten sonra sırayı Kemal Kılıçdaroğlu alıyor.
Diyorsunuz ki;
“Ne mutlu Türk’üm” diyen adam gibi adamın kurduğu partinin başına Pennsylvania târikiyle Kürt-Ermeni-Alevî ortalamasını oturttular”
Galiba yine biraz frene basmışsınız. Keşke “ortalama” yerine, dilinizin ucuna kadar geldiği her halinden belli olan “kırma” deseydiniz. Sizin gibi düşünüyor olsam, ben derdim. Hani öyle celallenip celallenip ardından patinaj yapmak, bir bilim adamına (!) hiç yakışmıyor. Salın içinizdeki nefreti (canavarı)… Özgür bırakın… Ayıp değil bu. Nefret etmek bile şık olmalı, hakkı verilmeli. Koyuverin gitsin.
“Kürt-Ermeni-Alevî ortalaması” ne demektir hoca, ne menem bir şeydir? Şimdi bu deyimi sokakta yürüyen biri söyleseydi hiç şaşmazdım ama, siz bir profesörsünüz, ondan dolayı önemsiyorum bunu. Ama dedim ya, nefret tarif edilemez, yaşanır. Bu ülkede bir sürü Kürt, Ermeni, Alevi var. Hepsi de öyle ya da böyle, birer yurttaş. Yasalara göre öyle en azından. Hatırlar mısınız bilmem, sizinkine benzer bir aşağılamayı (!) bir zamanlar Meral Akşener de yapmış sonra da yediği herzenin büyüklüğünü fark edip, özür üzerine özür dilemişti de kimse yememişti. Artık şuna inanıyorum; bizim toplumumuzda inatla ve büyük bir dirençle varlığını sürdüren bu türden düşmanlıklar biraz da “genetik” (!) olmaya başladı galiba, ne dersiniz hoca?..
Kemal Kılıçdaroğlu’na devam ederken yazdığınız;
“Bu karizması, liderlik özellikleri nâkıs olan kişi Atatürk’ün kurduğu partinin başına seçildikten sonra malûm “açılıma” katılıyor ve ilk ciddi icraatı ise Yılmaz Güney namlı kaatilin ve Ahmet Kaya isimli bölücünün mezarını ziyaret etmeye gitmek oluyor!
İkinci icraatı olarak da Alenî Bölücü Parti’ye “sizinle de görüşürüz, herkesle de” diyerek kapısını ÖDP’lilere, herkese açıyor!”
cümlesi var bir de.
Birincisi;
Karizma ve liderlik anlamında Kılıçdaroğlu’nu bir hayli “kıt” bulduğunuzu söylemişsiniz ki, bu subjektif bir değerlendirmedir, kimsenin bir şey demeye de hakkı yoktur, sadece sizi ilgilendirir ve bağlar. Bana göre de bu cümleniz tepeden tırnağa, “kötü söz sahibine aittir” kıvamında ve tadındadır. Bu da benim görüşümdür. Yani bir sübjektivizm sizden, bir sübjektivizm de benden hesabı.
Güney ve Kaya’nın bölücülükleri konusunu ise şu ana kadar olmak üzere genişçe anlattım. O nedenle tekrar gevelemeye gerek olmadığını düşünüyorum. Bu arada, sosyalizmle bölücülüğü aynı kefeye koyabilen bir bilim adamını da ilk kez gördüğümü belirtmek isterim. ÖDP’ye bakış açısı ise tam bir facia bana göre ve bir o kadar da bilgisizlik örneği. Kuruluş amacı asla lokal bir takım talepler etrafında şekillenmemiş, sosyalizmden ve dahi, -buraya dikkat-, “enternasyonalizm”den dem vurup duran bir parti için, bölücüdür diyebilmek biraz ayıp değil mi hoca?
Onca cümleniz içerisinde bir tek doğrunuz yok mu peki? Elbette var. Nedir o? TRT ve Ağca için söylediğiniz o kısacık birkaç cümle… Bu arada “katil” hattı üzerinde buluşup anlaşabildiğimiz tek nokta da işte bu cümleler içerisine gizlenmiş, belirteyim dedim.
Benim yazım bitmek üzere hoca. Ve işte tam da bu noktada başa dönmek istiyorum, kendi isteğimle deşifre ettiğim, size yolladığım o iletime… Son bir iyi niyetle yani…
“İÇİNİZDE BİR NEFRET OLDUĞUNA VE BUNU ALELACELE KUSMAK GEREKLİLİĞİNE...SİZİN AÇINIZDAN ASLA İNANMAK İSTEMİYORUM...İNANMAK İSTEMİYORUM, ÇÜNKÜ...SİZ BİR BİLİM ADAMISINIZ..."KUSMAK" EYLEMİ İÇİN GENELLİKLE LAVABOLARIN KULLANILMASI GEREKTİĞİNİ HEPİMİZDEN ÇOK DAHA FAZLA, ÇOK DAHA İYİ BİLİRSİNİZ DİYE DÜŞÜNÜYORUM...”
Sahi hoca… Siz bu yazıyı neden yazdınız ki?
İnsan, derdini anlatmak adına, bir yerlerden kalkıp bir yere ulaşacağım diye neden bunca zora sokar kendini, bu konuda bir fikriniz var mı?
Bir bilim adamı niye “Kürt-Ermeni-Alevi ortalaması” der?
Keşke, ama keşke… Ömrünüzün bu yazıyı kaleme aldığınız o anında, biri size “göğü kucaklayıp getir”seydi de, siz de “koklayıp açıl”(*) saydınız biraz… Ve biraz kendinize gelseydiniz…
Hem size bir şey söyleyeyim mi, bunca nefret iyi değildir… İnsanın içini acıtır ve kurutur hoca…
Siz iyisi mi, bir boş gününüzde, bildiğiniz bir parka gidin ve etrafınıza şöyle bir bakının, eğer bir ıhlamur ağacı görürseniz onu alıp yakanıza takın… İyi gelecektir inanın…
Size yolladığım iletimde dediğim gibi… “YİNE DE SEVGİ VE SAYGI..."PROF" SUNUZ YA... ONDAN DİYORUM...(sakın) YANLIŞ ANLAMAYIN” Benim cebimde şu anda DAVUL TOZU” yok çünkü… olsaydı, sizin minare gölgesi yalnız kalmayacaktı.
(*) “Göğü kucaklayıp getirdim sana / Kokla, açılırsın” (A.ZEKAİ ÖZGER – “Sevdadır” şiirinden)
Hayri GÜNEL
Politikadergisi.com-26 Kasım 2010- http://www.politikadergisi.com/okur-makale/portakali-soydum-basucuma-koydum-ben-bir-nefret-uy-dur-dum?quicktabs_en_son_erikler=3