Birkaç aydır "AKP ve Erdoğan karşıtı" bir tutum almaya çalışan ve yer yer iktidara sert tepkiler gösteren Radikal yazarı Cengiz Çandar, bugünkü yazısında bir dönemin kapandığını ilan etti.
2010 yılındaki anayasa referandumunda liberallerin takındığı "yetmez ama evet" tutumunun o dönem için doğru sayılabileceğini söyleyen Çandar, yine de referandumun en önemli konusunun "yargı vesayeti" olduğunu, ancak referandumdan sonra atılan adımların "bekleneni vermediğini" de itiraf etti.
Çandar, "Taksim-Gezi olaylarının ardından, onun gözler önüne serdiği ‘demokrasi açığı’ ve ‘polis rejimine kayış sinyalleri’nin alındığı 2013 yılında herhangi bir ‘reform paketi’ne ‘yetmez ama evet’ tavrı almak mecburiyeti yoktur. Hatta, bundan sonra ‘yetmez ama evet’in Türkiye siyasi gündeminden çıkarılması, ‘demokratikleşme’nin gerçekten selameti açısından şarttır." derken, artık bu tutumu takınmanın "AKP'nin gönüllü propagandistlerinin" işi olacağını belirtti.
Çandar, bir süredir Tayyip Erdoğan'a karşı Abdullah Gül projesinin sözcülüğünü yapıyor.
İşte Çandar'ın "'Yetmez ama evet'e son!" başlıklı yazısı:
2010 yılındaki anayasa referandumunda liberallerin takındığı "yetmez ama evet" tutumunun o dönem için doğru sayılabileceğini söyleyen Çandar, yine de referandumun en önemli konusunun "yargı vesayeti" olduğunu, ancak referandumdan sonra atılan adımların "bekleneni vermediğini" de itiraf etti.
Çandar, "Taksim-Gezi olaylarının ardından, onun gözler önüne serdiği ‘demokrasi açığı’ ve ‘polis rejimine kayış sinyalleri’nin alındığı 2013 yılında herhangi bir ‘reform paketi’ne ‘yetmez ama evet’ tavrı almak mecburiyeti yoktur. Hatta, bundan sonra ‘yetmez ama evet’in Türkiye siyasi gündeminden çıkarılması, ‘demokratikleşme’nin gerçekten selameti açısından şarttır." derken, artık bu tutumu takınmanın "AKP'nin gönüllü propagandistlerinin" işi olacağını belirtti.
Çandar, bir süredir Tayyip Erdoğan'a karşı Abdullah Gül projesinin sözcülüğünü yapıyor.
İşte Çandar'ın "'Yetmez ama evet'e son!" başlıklı yazısı:
"Başbakan’ın, çok uzun süredir açıklanması beklenen ve hafta başında açıkladığı ‘reform paketi’nin ‘eksik’ ve ‘yetersiz’ olduğu konusunda neredeyse bir ‘konsensüs’ mevcut. İktidara destek korosunun farklı seslerinden tek birisi bile, paketi ‘mükemmel’ bulduğunu ilan etmedi.
Durum buyken, ilan edilmiş olan bu ‘reform paketi’ne ilişkin olarak ‘eyetmez ama evet’ tavrının geçerliliği olabilir mi?
Olmaması gerekir. 2010 yılının 12 Eylülü’ndeki anayasa değişikliği referandumu sırasında geçerli olabilecek olan bu ‘slogan’, üç yıl sonraki ‘reform paketi’ için geçerli olamaz; olmamalıdır.
2010 tarihindeki anayasa referandumunun en önemli veçhesi, Türkiye’de on yıllardır dolaşımda olan ve ‘kullanma tarihinin geçmiş’ olması gereken ‘askeri vesayet sistemi’nin en son ‘direnme noktaları’nın başında gelen ‘yargı’ ile ilgiliydi. Daha doğrusu, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) ve ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin yapısının yeniden düzenlenmesiyle.
Türkiye’nin, cumhurbaşkanlığı seçimine ‘askeri müdahale’den geçmiş ve aynı yıl 2007 yılında yüzde 47 ile iktidar olmuş bir siyasi partiyi ‘yargı marifetiyle’ 2008 yılında kapatmaya kalkışan bir ülke olduğu ‘arka planı’nı unutarak, bu kaba anti-demokratik karakterini bir yana atarak, 2010’da alınmış olan ‘yetmez ama evet’ tavrı hakkında hüküm verilemez.
Ancak öylesine bir ‘arka plan’ göz önüne alındıktan sonra, 2010’da yargıdaki yeni düzenleme şartıyla eksik ve yetersiz ‘Anayasa değişiklik paketi’ne ‘yetmez ama evet’ sloganıyla destek vermek açıklanabilir ve anlaşılabilir.
Bununla birlikte, ‘yargı’da yapılan düzenlemelerin beklenileni vermediği de ortadadır. Dolayısıyla bugünden geriye bakıp 2010’da ‘yetmez ama evet’in doğruluğu tartışılır hale gelmişken, Taksim-Gezi olaylarının ardından, onun gözler önüne serdiği ‘demokrasi açığı’ ve ‘polis rejimine kayış sinyalleri’nin alındığı 2013 yılında herhangi bir ‘reform paketi’ne ‘yetmez ama evet’ tavrı almak mecburiyeti yoktur. Hatta, bundan sonra ‘yetmez ama evet’in Türkiye siyasi gündeminden çıkarılması, ‘demokratikleşme’nin gerçekten selameti açısından şarttır.
Aksi halde, “Bu paket ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır” iksiriyle Ak Parti iktidarı, bir ‘yetmez ama evet’ tiryakiliğine yol açacak ve ülkenin demokrat insanları her aşamada, bir sonraki aşamada ‘daha iyisi’nin gelebileceği hesabıyla, Ak Parti iktidarının kuyruğunda, onun ‘gönüllü propagandistleri’ olarak avare (kimileri açısından ise hayli kazançlı) bir ömür süreceklerdir.
Böyle şey olmaz. Bu nedenle bundan sonra ‘yetmez ama evet’ de olmaz. Adam gibi ‘demokratikleşme paketi’ çıkartın, desteklensin. ‘Yeterli’ olduğu için...
Ahmet Hakan’ın dünkü Hürriyet’te şu yazdıkları yanlış mıdır?
“Hükümetimiz ‘azıcık’ ama gerçekten ‘azıcık’ bir şeyler veriyor.
Ve aydınlarımız, medyamız, köşe yazarlarımız falan... Başlıyorlar sadaka kapmış dilenciler gibi tekerlemeler sıralamaya:
- Allah bin bereket versin hükümetim.
- Allah tuttuğunu altın etsin hükümetim.
- Buna da şükür hükümetim…
Lütuf ve ihsan görmüşlere özgü bir kanaatkârlıkla eller ovuşturuluyor.
Sadaka almışlara özgü bir mahcubiyetle eyvallahlar çekiliyor.
Kısacası...
Havada sadece ve sadece bir minnettarlık kokusu var, başka da bir şey yok…
Mahcubiyeti atmanın yolunu da bulmuşlar.
Hep beraber var güçleriyle haykırıyorlar:
“Yetmez ama evet... Yetmez ama evet...”
Bir Allah’ın kulu çıkıp da demiyor ki:
“Yeterini vermeye gücün kudretin bal gibi de yettiğine göre... Neden yeterini vermiyorsun?”
Kısmen haklı. Kısmen, çünkü, neyse ki, böyle bir durum yok. Örneğin Ahmet İnsel, ‘paket’in hemen ardından, Radikal’de “Temel haklarda azla kifayet meziyet midir?” başlıklı çok önemli bir yazı yazarak, ‘yetmez ama evet’in artık geçersizliğini çok önemli argümanlarla vurguladı.
Ahmet İnsel’in asıl önemle ortaya çıkarttığı husus, ‘paket’in görünürde ‘en demokratik adımları’ndan biriymiş gibi gösterilen ‘Kürtçe’nin özel okullarda serbest bırakılması’na ilişkin. Bunun, aslında Kürtlerin ‘eşit yurttaş olarak tanınma taleplerini azınlık statüsünde tanınmaya yönlendirme’ anlamına geldiğini ve buna yol açacağını yakalamış.
Bu, çok önemli, Kürt sorununa yaklaşımı temelden değiştirecek nitelikte bir tuzağı barındırıyor. İnsel, ayrıca, ‘paket’in, Türkiye’nin en temel meselelerinin başında gelen yerel yönetimlerle ilgili hiçbir açılım içermemesini de şöyle yorumluyor:
“Çoğunluğun, ‘O koparmadı, ben istediğim kadarını verdim’ hissini tatmin etmek için mi bu yapılıyor? Herhalde, çünkü Terörle Mücadele Yasası’nın yarattığı sorunları kısmen bile olsa giderici hiçbir önlemin alınmamış olması da benzer bir nedene dayanıyor: Şimdi onun sırası değil!”
Demokrasiye böyle yürünmez. Bu yolla ‘demokratikleşme’ de olmaz. Zaten, Ahmet İnsel de “Azla kifayet bir yaşam tarzı olarak meziyet olabilir ama temel hak taleplerinde azla kifayet etmeye zorlanmak bir demokrasi için meziyet değildir” diyor.
‘Paket’te, Kürtlerin ‘eşitlik statüsü’nün önüne geçilerek ‘azınlık statüsü’ne yönlendirilmelerinden gayri, gayrimüslim azınlıklara yaklaşım da ‘sorunlu’dur. ‘Dindar duyarlılığı’ olması beklenen Ak Parti iktidarının 11. yılında Heybeliada Ruhban Okulu’nu kapalı tutmaya devam etmesinin izahı yoktur. Atina’da cami inşaatını bekliyorlarmış. Dayandıkları ‘mütekabiliyet’ yani ‘karşılıklılık’ ilkesi imiş.
1) ‘Mütekabiliyet’ bir ilke değildir. 2) Heybeliada Ruhban Okulu, 1971’de Atina’da cami yapılmadığı için mi kapatıldı ki, açılması ona bağlanıyor. Saçma. Saçmanın ötesinde ayıp.
Midyat yakınındaki Mor Gabriel Manastırı’nın arazisinin Süryani Kilise Vakfı’na iadesi konusuna gelince… Zaten onundu! Arazinin gasp edilmek istenmesiyle ilgili konu, yargıya taşındı. Şu sıra Yargıtay’da. Başbakan, Yargıtay’ın ne karar vereceği belli olmadan nasıl vaatte bulunabiliyor? Bu, bir. İkincisi, bu konu, tam anlamıyla ‘eşeği kaybettirip buldurmak’ şeklinde açıklanabilecek ‘Şark kurnazlığı’na örnektir.
Demokratikleşmeyle bir ilgisi yoktur.
Bu içerikteki bir ‘paket’e ‘yetmez ama evet’ tavrı göstermek, ömür boyu aşağılanmayı ve alay edilmeyi kabullenmek anlamına gelir.
‘Yetmez ama evet’ artık yok. ‘Yeter artık’ var."