İyi akşamlar sevgili izleyiciler; çok sevdiğim bir deyim vardır. Allah'ın sopası yok. Ne zaman kullanırız bu deyimi? Sürekli fenalıklar yapan, herkesi kızdıran ama başına bir şey gelmeyenler, hiç beklemedikleri bir anda, üstelik de bu kez herhangi bir suçları yokken başlarına öyle bir şey gelir ki, neye uğradıklarını aşırırlar. Hem de öyle bir duruma düşerler ki çırpınmaları hiç fayda etmez.
İşte Adana Valisi Hüseyin Avni Coş'un başına geleni buna çok benzettim.
Bu vali Başbakan'a olan tutku derecesindeki bağlılığını hiç saklamayan, bu uğurda her şeyi göze alarak herkesi sinirlendiren, öfkelendiren eylemler yapan bir vali.
Başbakan Adana'ya gelecek diye sözde güvenlik önlemi adı altında Adana'yı cehenneme çeviren, Başbakan karşısında çok kalabalık görsün diye bütün memurları, öğrencileri, öğretmenleri yazılı emirle miting alanına getiren, bayrağa saygısı olup olmadığını bilmiyorum ama Türk bayrağını bahane ederek Belediye Başkanı'nı herkesin önünde azarlayan, son olarak da "kızlı erkekleri evlere müdahale edeceğiz elbette, Başbakanımızın talimat bu yönde" diyen vali galiba hiç beklemediği bir anda ve yine galiba hiçbir dahlinin olmadığı bir olayda iktidarı da zora sokacak bir eyleme imza attı.
Olayı biliyorsunuz, dün ilk olarak Ulusal Kanal'da yayınlandı, bugün de bütün gazetelerin manşetinde.
Adana'da bir TIR yakalandı. TIR'ın içinden 7 yüz küsur roketatar başlığı çıktı. Sayın valimiz panikle ilk açıklamasını yaptı ki, evlere şenlik bir açıklama. Valiye göre bu roketler Türkiye'de kullanılmak için taşınmıyormuş. Muhtemelen bir başka ülkeye gidecekmiş, ama kimin kullanacağı bilinmiyormuş. Vali bu roketlerin Türkiye'de Konya'da üretildiğini de ekledi.
Şimdi neden "allah'ın sopası yok" dedim onu anlatayım.
Valinin açıklamasında çok ilginç bir cümle var. Diyor ki, "Bu roketler Suriye'ye gidiyordu. Ama görüyorsunuz Türkiye'nin böyle bir şeye asla müsamahası olamaz, bunu da gösterdik."
İşte bu ifade doğru değil. Çünkü TIR silah taşıdığı için durdurulup aranmıyor.
Ya ne oluyor; emniyete bir ihbar geliyor. Deniyor ki, falan plakalı TIR uyuşturucu dolu. Emniyet elbette harekete geçiyor, valiye haber veriliyor, vali büyük miktar uyuşturucu yakalayacak
böyle bir fırsatı kaçırır mı, basın da çağrılıyorlar tabii. TIR'a baskın yapılıyor, üzeri açılıyor, aaaa bir de ne görsünler koca kamyondan uyuşturucu değil roket başlıkları çıkıyor.
Al başına belayı. Nereye gidiyor bu silahlar? Suriye'ye. Peki kime? Suriye'deki El Kaide militanlarına. Nerede üretilmiş? Türkiye'de. Eh Türkiye'de üretilen roket Suriye'de her türlü vahşete imza atan El Kaide militanlarına gidiyorsa, bundan devletin haberinin olmaması mümkün mü?
Şimdi burada kafaları karıştıran çok soru var. Gazeteciler roket başlıklarını imal eden torna atölyesini bulmuşlar. Fotoğraflarını gördüm maşallah atölye değil fabrika gibi sanki. Sahibi diyor ki "biri bize geldi, su çıkarmak için delme cihazı yaptıklarını söyleyip bu modeli verdi, biz de aynından yaptık." Olabilir mi bu? Bilmiyorum. Ama tornacılık yapan herhalde ürettiği parçanın ne işe yarayacağını bilmezse bile anlayabilir. Bunun en azından delgi işinde kullanılmayacağını anlar gibi geliyor bana. Ayrıca düpedüz silah yaptıran birileri işi bu kadar şansa bırakabilir mi? Orada çalışanlardan biri merak edip bir parçayı anlayan birine gösterse bütün iş başından bozulur.
Neyse iş resmiyete intikal ettiğine göre gerisi de mecburen gelecek artık.
Bakın bunlar artık teferruat, sorun başka yerde.
Şu dikkatinizi çekti mi? İhbar emniyete "uyuşturucu" olarak geliyor. Ama silah çıkıyor. İşin püf noktası burada bana göre. Neden? Çünkü içinde silah olan bir TIR'ı neden "uyuşturucu kaçırıyor?" diye ihbar etmişler acaba? Açık açık "silah var" ihbarı yapsalar acaba emniyet harekete geçmeyecek miydi? İşte valinin başının sıkıştığı an olarak bunu söylüyorum. Demek ki ihbarı yapanlar daha etkili olsun ve hatta olay yerine medya da götürülsün diye "uyuşturucu" diyorlar.
Yine gelelim olayın çok dikkat çeken bir başka noktasına. TIR ne zaman yakalanıyor? Başbakan yurtdışında "El Kaide militanı yok bizde, bunlar yalan iftira" dediği gün. Başbakan yok diyor ama El Kaide militanlarının Türkiye'de cirit attığı, bir kamyon dolusu silahı Suriye'ye götürdüğü ortaya çıkıyor.
Hatırlayın dün akşam CNN İnternational de adeta Başbakan'ın sözlerini yalarlarcasına "El Kaide militanlarının gruplar halinde tel örgüleri aşarak Suriye'ye geçişlerini" yayınlamış ve bu teröristlerle röportajlara da yer vermişti.
Ben de dün akşam "Acaba Tayyip Erdoğan hakkında delil mi toplanıyor, Türkiye bir de bakmışsınız savaş suçlusu mu ilan edilecek?" diye sormuştum.
Az sonra Ümit Zileli ile Ana Haberler'de izleyeceksiniz, son bir ayda şüphe çeken pek çok olay yaşandı Güney sınırlarımızda. Sarin gazı bulunması çok ilginçti. Sonra biliyorsunuz Suriye'de kimyasal silahla bir saldırı oldu yüzlerce kişi, çoğu çocuk ve yaşlı can verdi. Bir süre sonra bundan Türkiye sorumlu tutuldu. Sonra daha yeni bir gemi mühimmat yakalandı. Bunların hepsinin çıktığı tek kapı var. O da şu; Suriye'de kan döken El kaide militanlarına her türlü destek Türkiye'den gidiyor. Dünyanın anladığı bu.
Şimdi gelelim yine ihbara. Siz de merak ediyor musunuz, ben çok merak ediyorum, ihbarı kim yaptı acaba? Çünkü ihbar zekice planlanmış, dediğim gibi silah kaçırıldığı söylenmemiş, uyuşturucu kaçakçılığı yapıldığı söylenmiş. Uyuşturucu deyince emniyetin üzerine hemen atlayacağını hesapladılar belki. Silah denirse emniyetin bir şey yapmayacağı düşünülmüş olabilir mi?
Örneğin yine bizim devletin içindeki istihbarat birimleri böyle ihbarı yapmış olacağı gibi CİA'sı Mossad'ı, KGB'si de bu ihbarı yapmış olabilir. Çünkü sonuçta bundan tek zarar gören, yanlış Suriye politikası ile Türkiye'nin başını derde sokan iktidardır. İktidar son zamanlarda altının oyulduğu vehmine kapılarak "Ttürkiye üzerinde oynanan oyunlardan" çok söz ediyor. Böyledir bu işler, siz herkesi sersem yerine koyup en aklı kendinizi zanneder ve boyunuzdan büyük işlere bulaşırsanız, birileri de böyle çelme takar işte.
Neyse, bu konuyu kapatırken çok güldüğüm bir ayrıntıyı yarım kaldı az önce, paylaşayım sizlerle. Vali beni çok güldürdü, çünkü uyuşturucu beklerken silahla karşılaşıp bozum olunca, yine Başbakan'a yaranmak için olsa gerek "Bu olay Türkiye'nin Suriye'deki terörist yapılanmalara hiçbir müsamaha göstermediğinin de göstergesidir" dedi.
A benim güzel valim, simsiyah saçlı valim, siz uyuşturucu bulmaya gitmiştiniz, silah çıktı. Şimdi nasıl oluyor da müsamahadan söz ediyorsunuz. Önceden bilmiyordunuz ki silah çıkacağını. Öyle değil mi?
Gelelim günümüzün en çok konuşulan konusuna. Kızlı erkekli polemik devam ediyor.
Dün size Başbakan'ın özellikle din temelli tartışmalar açtığını böylelikle muhalefetin sanki din düşmanlığı yapıyor pozisyona düşürüldüğünü anlatmaya çalışmıştım. Bugün konuya devam edeyim.
Dikkat ediyorsanız Başbakan yine dışarıda olduğu için, hükümet üyeleri veya AKP'nin ileri gidenlerinin dengesi biraz bozuk. Konuya başbakan gibi yaklaşamıyorlar. Onlar da farkında tuhaf bir durumun doğduğunu ve tevil, yani başka bahaneler uydurarak kızlı erkekli tartışmasına açıklık getirmeye çalışıyorlar.
İçişleri Bakanı biliyorsunuz "biz meseleye terör ve fuhuş açısından bakarız" dedi. Gençlik Spor Bakanı "sorun apart otellerde" vecizesiyle konuya başka yerden girdi.
Ama Başbakan "Meşru yaşam gayrı meşru yaşam" deyince durum yine değişti. Bugünkü yandaş yalaka gazetelere baktım, pek çok yazar kızlı erkekli birlikte kalmanın ahlakımıza da dinimize de ne kadar ters olduğunu anlatma yarışında. Israrla üzerinde durulan şu; "Efendim bizim örf adetlerimiz, inançlarımız bunu uygun değildir."
İyi de sorun örf adetlerimizle, inancımızla ilgili değil ki. Kimse "kızlar erkekler bir arada kalacaklar, başkasına izin olmaz" falan demiyor ki. Bu tür bir şeyi destekleyip desteklememek önemli değil. Sorun yetişkin insanların nasıl yaşayacağına devletin müdahale hakkını kendinde bulmaması.
Konu kişi hak ve özgürlüklerini ilgilendirir ki, buna kimsenin karışma hakkı yoktur, olamaz.
Yandaş kanatta olmalarına rağmen bugüne kadar sahte de olsa demokrasi hukuk mücadelesi verdiklerini söyleyenler "Bu demokrasiye, kişi hak ve özgürlüklerine aykırıdır" diyor, demeye cesaret ediyor.
Ama anlatmalarına olanak yok. Çünkü AKP'nin tepe zihniyeti ve etkilediği bir kesim için demokrasi ve özgürlükler sadece türbanla sınırlı. Onlar için demokratik hak türban takıp her yere girebilmek, kişisel hak ve özgürlükler de türban takabilme özgürlüğü. Hepsi bu. Bunun dışındaki özgürlükleri, kişi haklarını akıllarına bile getirmezler. Çünkü yok ki böyle bir şey. Özgürlük deyince başka bir şey düşünemiyorlar ki.
Çünkü AKP'nin tepe zihniyeti için kendi koydukları kurallar var. Demokrasi savaşı aslında bu kuralları kabul ettirmek ama daha önemlisi herkese bunları zorla dayatmak. Bu nedenle özgürlüğü sadece inanç, kişisel hakkı da sadece İslam dinine bağlı olmak olarak görenler için bırakın kızlı erkekli bir arada kalabilmeyi, birlikte bir yerde oturmak, sohbet etmek, içki içmek zaten günah, bunların demokrasiyle ne alakası var ki?
Bunları yıllarca anlattık, demokrasi ve özgürlüklerin inanç sistemlerine dayalı olarak sunulmasının ve dayatılmasının yanlışlığını dilimiz döndüğünce belirttik, ama kendine demokrat, özgürlükçü sıfatı takan faşist güruh, iktidar yalakalığı yapabilmek için televizyon ekranlarından 24 saat boyunca beyin yıkama operasyonları yaptılar. Şimdi bir kısmı nedamet getiriyor yani pişmanlıklarını açıklıyorlar ama ne çare. Milletin kafasını muhallebiye çevirdikten sonra "Yahu bu kadar da olmaz ki" demenin bir anlamı yok.
Sevgili izleyiciler, dün de söylediğim gibi ahlak bekçiliği yapmaya kalkmak iki tarafı keskin bıçak gibidir, bir tarafı sizi de yaralar. "AKP din bazlı ahlak bekçiliği yapar ve meşru gayrı meşru tartışmaları açarken işin ucunun kendine de dokunacağını hesaplamıyor mu?" demiştim.
Başbakan'ın söylediği "meşru yaşam" nedir? Meşru demek, kabul edilen, yasalara ve ahlaka uygun anlamına gelir.
Bakın Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri çocuk gelinler. Anadolu'da, özellikle dini taassubun daha ağır bastığı yerlerde küçücük çocuklar babaları, dedeleri olacak yaşta adamlarla evlendiriliyor. Bunu resmi rakamlardan da görebiliyoruz. Örneğin Aile bakanlığı diye bir bakanlığımız var, resmi rakamlar onların elinde hiçbir şey yapmıyorlar, neden acaba?
İşte bu resmi rakamlara göre üç evlilikten biri çocuk yaşta gerçekleşiyor. Şimdi daha kötü bir resmi rakam vereyim. Her 10 çocuk gelinden 4'ü resmi nikâhlı değil, imam nikâhlı ve ikinci ya da üçüncü eş konumunda.
"Meşru" dediğimiz bu mu? 12-13 yaşındaki kız çocuklarını evlendiren aileler bu vicdansızlığı neye dayanarak yapabilmektedir? Yine bu kadar küçük yaşta çocukla evlenen ve bir de onları hamile bırakmaya çabalayan 50-60 yaşındaki erkekler normal midir? Sapık demek istemiyorum, biri kalkıp dava açar maçar sonra.
Evli olan bir adamın "imam nikahı yaptım ama" bahanesiyle bir başka kadınla evlenmesi, ona ayrı ev tutması meşru mudur? Meşru diyorsanız neye göre meşrudur.
Efendim imam nikahı dinimizin emri. Yasal evliliği bir de imam nikahı ile perçinlemek belki makul görülebilir ama, zaten evliyken ikinci üçüncü eşleri almak, bunu da imam nikahının arkasına sığınarak yapmak meşru kabul edilebilir mi?
Şimdi bunlar sürekli demokrasiden insan haklarından kişi haklarından özgürlüklerinden söz ediyorlar değil mi? Peki imam nikâhı yaparak bir kadınla sözde evlenen biri bu kadının yasal olarak hiçbir hakkının bulunmadığını, mirastan yararlanamayacağını ve boş ol deyince hiçbir talepte bulunamadan evi terk edeceğini bilmiyor mu? Eee nerede kaldı insan hakları, özgürlükler. Size diyorum ya bunların demokrasi özgürlük anlayışları sadece türbanla sınırlı diye.
Efendim," kutsal kitabımızda 4 eşe kadar izin var." O da yalan. Kutsal kitapta sözü edilen sırf kendi zevki için genç kadınla evlenmek değil ki. Savaş sonrası şehit olan erkekler nedeniyle bir anda kimsesiz kalan kadınları korumak için çıkarılmış bir kural bu. "Kocası şehit olan kadınların korunması" amaçlanmış. Yoksa "Benim karım yaşlandı, artık yatakta da keyif vermiyor, oysa benim gücüm kuvvetim yerinde, genç bir kadın alayım da sefamı süreyim" diye verilmemiş ki bu hak.
Peki bakın bakalım çevrenize, varsa tabii, bir kadını korumak, onu himaye etmek için ikinci evliliğini yapan, imam nikahı yapan birini görüyor musunuz? Hepsi yaşı biraz geçmiş erkekler, eşleri yaşlanmış, onlar genç kadınlarla imam nikahı yapıyor. Üstelik büyük çoğunluğundan da gerçek eşlerin haberi bile yok. İmam nikahlı kadınlar kapatma gibi başka evlerde yaşıyorlar. Ve en önemlisi, gerçek eşler "inançları" gereği türbana sarılmış haldeyken nedense imam nikahlı ikinci üçüncü eşler başları açık, genellikle sarıya boyanmış saçları olan ve hayli dekolte gezebilen kadınlar.
Bunları ben söylemiyorum. Dün anlatmıştım ya, bir yandaş kalem Başakşehir'in imam nikahlı ikinci eşler cenneti olduğunu eleştirerek yazmıştı. İşte onun yazısında var bu ayrıntılar. AKP'nin ileri gidenlerinin ikinci eşlerinin çoğunun başı açık ve dekolte kıyafetler giyiyorlarmış.
Peki niye böyle? Çünkü bu iş inanç nedeniyle falan değil, tamamen şehevi duyguları tatmin etmek için kullanılan bir yol olmuş.
Şimdi burada ahlak var mı? Meşru bir yaşam var mı? Başbakan meşru yaşamdan söz ederken kendi zihniyetinde olanların bu tür yaşam sürmelerini de meşru sayıyor mu acaba?
Küçük çocuklarla evlenenlerin, sapık olup olmadıklarına bakmayacaksınız, imam nikâhı adı altında evdeki kadını bırakıp genç güzel ve açık saçık kadınlarla yaşamalarına ses çıkarmayacaksınız, din adına hırsızlık, uğursuzluk, yolsuzluk, usülsüzlük yapanları görmezden geleceksiniz sonra da büyük çoğunluğu zorunluluktan aynı evi paylaşan gençleri fahişelikle, teröristlikle suçlayacak ve meşru yaşamdan söz edeceksiniz. En azından ayıp değil mi?
Evet bunlara AKP zihniyeti ayıp diye bakmıyor. Meşru sayıyor belli ki. Ama bunları meşru sayarken, işte bugün İstanbul'da iki üniversiteli kızın, kız kıza kaldıkları bir apartman dairesi 30 polis tarafından basılıyor. Hesapta polisin kızlarla bir sorunu yokmuş da, apartman sahibine evi yasal olmayan apart otel gibi kullanıp kullanmadığı soruluyormuş.
Kim kimi kandırıyor yahu. Bu mahalle baskısından da beter bir şey. Ev sahipleri korkutuluyor. Öğrenciye ev vermeyin denmek isteniyor.
Tabii daha vahim bir şey var. Bu da aileleri tedirgin ederek özellikle kız çocuklarının okullardan alınmasını sağlamak. Düşünün, Anadolu'nun bir ucunda oturuyorsunuz. Kızınız binbir güçlükle bir üniversite kazanmış. Kazandığı üniversite uzakta. Yurtta yer bulamamışsınız, kızınız tek başına veya kız arkadaşlarıyla bir apart otelde kalıyor. İçişleri bakanı ve Spor Bakanı buralarda kalanların terör ve fuhuşa bulaştığını söylüyor, Spor Bakanı "sorun apart otellerde" diyebiliyor. Bir anne baba ne yapacak bu durumda. Adam mahalle kahvesine gidecek, densizin biri "Yahu senin kız apart otelde kalıyordu değil mi, başına bir şey gelmesin, kontrol ediyor musun?" dediğinde ne yapacak. Sanki kızı kötü yola düşmüş de onu uyarıyorlar gibi. Kızını göz göre göre oralarda bırakabilir mi? Yakında kız çocuklarını zorla eve döndüren, "böyle okuyacaksan hiç okuma" diyen aileler baş gösterecektir kuşkunuz olmasın.
Sonuçta bir taraftan türbana özgürlük derken öte taraftan kızlar tekrar eve kapatılabilir. Ayrıca zaten Başbakan "üç de yetmez beş çocuk" derken, 5 defa doğum yapan bir kadının asla çalışamayacağını da bilmiyor mu? Yani çok çocuk doğurmaya teşvik edilen kadınlar da aslında eve hapsedilmiyor mu?
Az önce "ayıp" dedim ya, ama sevgili izleyiciler, ayıplar saymakla bitmiyor ki. Bakın bugün bu sohbetin konularını hazırlarken bir eski gazeteci yeni milletvekilinin sözlerini okudum.
Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Çünkü demokrasi, hukuk, insan hakları, özgürlükler nutuklarını aralıksız atanlar, kendi çıkarları söz konusu olunca nasıl terbiyesizleşiyor ve farkında olmadan nasıl açıklar veriyorlar anlatamam.
Bu gazeteci milletvekili Başbakan'ın kızlı erkekli sözlerine tepki veren bir başka yandaş yazara çok öfkelenmiş. Düne kadar laf söyletmediği bu yandaş yazara "Başbakan vasıtasıyla elde ettiğin köşeyi ve imkanları elinin tersiyle it o zaman" diyor.
Tam şecaat arzederken durumu değil mi? Birincisi demek ki bu gazeteci yazar diğer yandaş yazarın her gün yazdığı köşeyi başbakan vasıtasıyla aldığını biliyormuş. Bunun da ötesinde o yandaş yazara yine Başbakan vasıtasıyla bir takım imkânlar tanınmış.
Bu meşru mu şimdi? Belli ki gazeteci milletvekili bunun meşru olmadığını anlatmaya çalışıyor ama peki o eleştirdiği yandaş yazar Başbakan'a payanda olabilmek için kendini paralarken neden hiç bunları dile getirmemiş ki? Bu yandaş yazarın bazı imkânlardan yararlandırıldığı Başbakan'ı eleştirdiği zaman mı batmış kendisine.
Ne güzel değil mi? Başbakan'a yaltaklandığın sürece köşen de sağlanan imkanlar da ananın ak sütü gibi helal, ama tersini yaparsan, "Bırak onları." Harika yahu.
Ama bizler de bu sayede, yani bu yandaş takımı birbirine düştüğünde, zaten bildiğimiz bir gerçeği bu kez kesin olarak öğreniyoruz. Bu yandaşlar iktidar tarafından kendilerine bazı olanaklar sağlandığı için iktidardan yana duruyorlar. Arada "Yahu benim de bir karakterim var, benim de bir fikrim var" falan diye yanılıp "Ama bu yanlış oldu" diye eleştirdikleri anda iktidarın asıl sahipleri akbaba gibi çöküyorlar üzerlerine.
Sonra ben "Bunların hepsinin son kullanma tarihi var" deyince bozuluyorlar. Ne bozuluyorsunuz, içtiğiniz ayrı gitmeyenler işte böyle insanlar, biraz karakter göstermeye kalkarsanız sizi anında buruşturup atıveriyorlar bir kenara. Eee ne yapalım, bunlara da bu müstahak.
Vaktimiz doluyor mu? Az kalmış. Kısaca bir konuya daha değinmek istiyorum.
"terör bitti, şeytanla bile görüşüyoruz ama bakın artık hiç şehit haberi gelmiyor" diye havalar atıyor iktidar ve yandaşları. Hatta şehit haberi gelmemesini bile güya burnumuza sokmaya çalışıyorlar. Oysa Güneydoğu'da çok şeyler oluyor. Tamam şu anda şehit haberi yok ama bölgede sular durulmuyor ki.
Bir kere BDP ile Hüdapar adlı parti arasında müthiş bir çekişme sürüyor. Hüdapar denilen parti eski Hizbullah'ın şimdi resmi partileşmiş hali. Hani faili meçhul cinayetler diye konuşuyorlar ya, işte o faili meçhul cinayetlerin tamamına yakını işte bu Hizbullah tarafından işlenmişti. Zamanında ortaya çıkan dedikodu şuydu; Hizbullah bizzat devlet eliyle kuruldu, aşırı dinci zihniyeti olan Hizbullah militanları, allahsız, dinsiz kabul ettikleri PKK'lıları öldürüyor, böylelikle devlet PKK ile maşa kullanarak mücadele ediyor. İddia buydu. Kanlı bir terör örgütü aslında devletin hizmetindeydi.
Sonra biliyorsunuz Hizbullah son kullanma tarihi gelince alınan bir kararla bitirildi. Bitişi biraz kanlı oldu, Beykoz'daki bir evde örgütün asıl liderleri öldürüldü ve Hizbullah tekrar yeraltına çekildi.
İşte Hüdapar, Hizbullah olarak bilinen örgütün siyasal kolu. Bu kez de PKK ile mücadele eder vaziyette. Son günlerde BDP ile ciddi bir çekişme içinde. Yine silahlar konuşmaya başladı. Manzara 90'lı yılları andırıyor. O zaman Hizbullah devlet görevlilerinin yapamadıklarını yapıyor ve sanki iki örgüt arasında çatışma varmış gibi cinayetler işliyordu, şimdi ise durum değişti, bu kez Hüdapar olarak ortaya çıkan örgüt BDP'nin oylarını bölmeye çalışıyor. BDP'nin oylarının bölünmesi halinde, bundan karlı çıkacak tek parti AKP. Ama bu uğurda bölgede yeni düşmanlıklar yeni çatışmalar başlayacakmış, kimin umrunda.
Yakında Güneydoğu'dan çok ciddi haberler gelirse şaşırmayın.
Bu akşam daha doğrusu bu haftalık da bu kadar. Geçen hafta Cuma günü "Yarın akşam buluşmak üzere" demiştim yanlışlıkla. Bugün bir hata yapmayayım diye notumu özellikle aldım. Pazartesi akşamı aynı saatte buluşmak üzere hepinize iyi akşamlar diyeceğim ama, önce bir ama var. Günün yorumu için pazartesi akşamı buradayım tamam da yarın saat 11.00'de de sizlerle birlikte olacağım. Yarın saat 11.00'de Çetin Soysal'la birlikte burada olacağız. Biliyorsunuz benim İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığım söz konusu. İşte yarın Çetin Soysal soracak ben de neden aday olduğumu, neye güvendiğimi, İstanbul için neler yapmak istediğimi anlatacağım. Ayrıntılı bir program olacak, bu nedenle "bu adam ne yapmak istiyor" diye merak edenler izlesin derim. Ayrıca aldığım son bilgilere göre CHP Büyükşehir Belediye Başkan adayını saptamak için tüm partililerin katılacağı bir ön seçim yapacak. Bu nedenle CHP'lilerin de bu programı izlemesini dilerim ki oy kullanacakları zaman fikirleri netleşmiş olsun. Hepinize iyi akşamlar iyi hafta sonları dilerim Hoşçakalın. CAN DÜNDAR-ULUSALKANAL
İşte Adana Valisi Hüseyin Avni Coş'un başına geleni buna çok benzettim.
Bu vali Başbakan'a olan tutku derecesindeki bağlılığını hiç saklamayan, bu uğurda her şeyi göze alarak herkesi sinirlendiren, öfkelendiren eylemler yapan bir vali.
Başbakan Adana'ya gelecek diye sözde güvenlik önlemi adı altında Adana'yı cehenneme çeviren, Başbakan karşısında çok kalabalık görsün diye bütün memurları, öğrencileri, öğretmenleri yazılı emirle miting alanına getiren, bayrağa saygısı olup olmadığını bilmiyorum ama Türk bayrağını bahane ederek Belediye Başkanı'nı herkesin önünde azarlayan, son olarak da "kızlı erkekleri evlere müdahale edeceğiz elbette, Başbakanımızın talimat bu yönde" diyen vali galiba hiç beklemediği bir anda ve yine galiba hiçbir dahlinin olmadığı bir olayda iktidarı da zora sokacak bir eyleme imza attı.
Olayı biliyorsunuz, dün ilk olarak Ulusal Kanal'da yayınlandı, bugün de bütün gazetelerin manşetinde.
Adana'da bir TIR yakalandı. TIR'ın içinden 7 yüz küsur roketatar başlığı çıktı. Sayın valimiz panikle ilk açıklamasını yaptı ki, evlere şenlik bir açıklama. Valiye göre bu roketler Türkiye'de kullanılmak için taşınmıyormuş. Muhtemelen bir başka ülkeye gidecekmiş, ama kimin kullanacağı bilinmiyormuş. Vali bu roketlerin Türkiye'de Konya'da üretildiğini de ekledi.
Şimdi neden "allah'ın sopası yok" dedim onu anlatayım.
Valinin açıklamasında çok ilginç bir cümle var. Diyor ki, "Bu roketler Suriye'ye gidiyordu. Ama görüyorsunuz Türkiye'nin böyle bir şeye asla müsamahası olamaz, bunu da gösterdik."
İşte bu ifade doğru değil. Çünkü TIR silah taşıdığı için durdurulup aranmıyor.
Ya ne oluyor; emniyete bir ihbar geliyor. Deniyor ki, falan plakalı TIR uyuşturucu dolu. Emniyet elbette harekete geçiyor, valiye haber veriliyor, vali büyük miktar uyuşturucu yakalayacak
böyle bir fırsatı kaçırır mı, basın da çağrılıyorlar tabii. TIR'a baskın yapılıyor, üzeri açılıyor, aaaa bir de ne görsünler koca kamyondan uyuşturucu değil roket başlıkları çıkıyor.
Al başına belayı. Nereye gidiyor bu silahlar? Suriye'ye. Peki kime? Suriye'deki El Kaide militanlarına. Nerede üretilmiş? Türkiye'de. Eh Türkiye'de üretilen roket Suriye'de her türlü vahşete imza atan El Kaide militanlarına gidiyorsa, bundan devletin haberinin olmaması mümkün mü?
Şimdi burada kafaları karıştıran çok soru var. Gazeteciler roket başlıklarını imal eden torna atölyesini bulmuşlar. Fotoğraflarını gördüm maşallah atölye değil fabrika gibi sanki. Sahibi diyor ki "biri bize geldi, su çıkarmak için delme cihazı yaptıklarını söyleyip bu modeli verdi, biz de aynından yaptık." Olabilir mi bu? Bilmiyorum. Ama tornacılık yapan herhalde ürettiği parçanın ne işe yarayacağını bilmezse bile anlayabilir. Bunun en azından delgi işinde kullanılmayacağını anlar gibi geliyor bana. Ayrıca düpedüz silah yaptıran birileri işi bu kadar şansa bırakabilir mi? Orada çalışanlardan biri merak edip bir parçayı anlayan birine gösterse bütün iş başından bozulur.
Neyse iş resmiyete intikal ettiğine göre gerisi de mecburen gelecek artık.
Bakın bunlar artık teferruat, sorun başka yerde.
Şu dikkatinizi çekti mi? İhbar emniyete "uyuşturucu" olarak geliyor. Ama silah çıkıyor. İşin püf noktası burada bana göre. Neden? Çünkü içinde silah olan bir TIR'ı neden "uyuşturucu kaçırıyor?" diye ihbar etmişler acaba? Açık açık "silah var" ihbarı yapsalar acaba emniyet harekete geçmeyecek miydi? İşte valinin başının sıkıştığı an olarak bunu söylüyorum. Demek ki ihbarı yapanlar daha etkili olsun ve hatta olay yerine medya da götürülsün diye "uyuşturucu" diyorlar.
Yine gelelim olayın çok dikkat çeken bir başka noktasına. TIR ne zaman yakalanıyor? Başbakan yurtdışında "El Kaide militanı yok bizde, bunlar yalan iftira" dediği gün. Başbakan yok diyor ama El Kaide militanlarının Türkiye'de cirit attığı, bir kamyon dolusu silahı Suriye'ye götürdüğü ortaya çıkıyor.
Hatırlayın dün akşam CNN İnternational de adeta Başbakan'ın sözlerini yalarlarcasına "El Kaide militanlarının gruplar halinde tel örgüleri aşarak Suriye'ye geçişlerini" yayınlamış ve bu teröristlerle röportajlara da yer vermişti.
Ben de dün akşam "Acaba Tayyip Erdoğan hakkında delil mi toplanıyor, Türkiye bir de bakmışsınız savaş suçlusu mu ilan edilecek?" diye sormuştum.
Az sonra Ümit Zileli ile Ana Haberler'de izleyeceksiniz, son bir ayda şüphe çeken pek çok olay yaşandı Güney sınırlarımızda. Sarin gazı bulunması çok ilginçti. Sonra biliyorsunuz Suriye'de kimyasal silahla bir saldırı oldu yüzlerce kişi, çoğu çocuk ve yaşlı can verdi. Bir süre sonra bundan Türkiye sorumlu tutuldu. Sonra daha yeni bir gemi mühimmat yakalandı. Bunların hepsinin çıktığı tek kapı var. O da şu; Suriye'de kan döken El kaide militanlarına her türlü destek Türkiye'den gidiyor. Dünyanın anladığı bu.
Şimdi gelelim yine ihbara. Siz de merak ediyor musunuz, ben çok merak ediyorum, ihbarı kim yaptı acaba? Çünkü ihbar zekice planlanmış, dediğim gibi silah kaçırıldığı söylenmemiş, uyuşturucu kaçakçılığı yapıldığı söylenmiş. Uyuşturucu deyince emniyetin üzerine hemen atlayacağını hesapladılar belki. Silah denirse emniyetin bir şey yapmayacağı düşünülmüş olabilir mi?
Örneğin yine bizim devletin içindeki istihbarat birimleri böyle ihbarı yapmış olacağı gibi CİA'sı Mossad'ı, KGB'si de bu ihbarı yapmış olabilir. Çünkü sonuçta bundan tek zarar gören, yanlış Suriye politikası ile Türkiye'nin başını derde sokan iktidardır. İktidar son zamanlarda altının oyulduğu vehmine kapılarak "Ttürkiye üzerinde oynanan oyunlardan" çok söz ediyor. Böyledir bu işler, siz herkesi sersem yerine koyup en aklı kendinizi zanneder ve boyunuzdan büyük işlere bulaşırsanız, birileri de böyle çelme takar işte.
Neyse, bu konuyu kapatırken çok güldüğüm bir ayrıntıyı yarım kaldı az önce, paylaşayım sizlerle. Vali beni çok güldürdü, çünkü uyuşturucu beklerken silahla karşılaşıp bozum olunca, yine Başbakan'a yaranmak için olsa gerek "Bu olay Türkiye'nin Suriye'deki terörist yapılanmalara hiçbir müsamaha göstermediğinin de göstergesidir" dedi.
A benim güzel valim, simsiyah saçlı valim, siz uyuşturucu bulmaya gitmiştiniz, silah çıktı. Şimdi nasıl oluyor da müsamahadan söz ediyorsunuz. Önceden bilmiyordunuz ki silah çıkacağını. Öyle değil mi?
Gelelim günümüzün en çok konuşulan konusuna. Kızlı erkekli polemik devam ediyor.
Dün size Başbakan'ın özellikle din temelli tartışmalar açtığını böylelikle muhalefetin sanki din düşmanlığı yapıyor pozisyona düşürüldüğünü anlatmaya çalışmıştım. Bugün konuya devam edeyim.
Dikkat ediyorsanız Başbakan yine dışarıda olduğu için, hükümet üyeleri veya AKP'nin ileri gidenlerinin dengesi biraz bozuk. Konuya başbakan gibi yaklaşamıyorlar. Onlar da farkında tuhaf bir durumun doğduğunu ve tevil, yani başka bahaneler uydurarak kızlı erkekli tartışmasına açıklık getirmeye çalışıyorlar.
İçişleri Bakanı biliyorsunuz "biz meseleye terör ve fuhuş açısından bakarız" dedi. Gençlik Spor Bakanı "sorun apart otellerde" vecizesiyle konuya başka yerden girdi.
Ama Başbakan "Meşru yaşam gayrı meşru yaşam" deyince durum yine değişti. Bugünkü yandaş yalaka gazetelere baktım, pek çok yazar kızlı erkekli birlikte kalmanın ahlakımıza da dinimize de ne kadar ters olduğunu anlatma yarışında. Israrla üzerinde durulan şu; "Efendim bizim örf adetlerimiz, inançlarımız bunu uygun değildir."
İyi de sorun örf adetlerimizle, inancımızla ilgili değil ki. Kimse "kızlar erkekler bir arada kalacaklar, başkasına izin olmaz" falan demiyor ki. Bu tür bir şeyi destekleyip desteklememek önemli değil. Sorun yetişkin insanların nasıl yaşayacağına devletin müdahale hakkını kendinde bulmaması.
Konu kişi hak ve özgürlüklerini ilgilendirir ki, buna kimsenin karışma hakkı yoktur, olamaz.
Yandaş kanatta olmalarına rağmen bugüne kadar sahte de olsa demokrasi hukuk mücadelesi verdiklerini söyleyenler "Bu demokrasiye, kişi hak ve özgürlüklerine aykırıdır" diyor, demeye cesaret ediyor.
Ama anlatmalarına olanak yok. Çünkü AKP'nin tepe zihniyeti ve etkilediği bir kesim için demokrasi ve özgürlükler sadece türbanla sınırlı. Onlar için demokratik hak türban takıp her yere girebilmek, kişisel hak ve özgürlükler de türban takabilme özgürlüğü. Hepsi bu. Bunun dışındaki özgürlükleri, kişi haklarını akıllarına bile getirmezler. Çünkü yok ki böyle bir şey. Özgürlük deyince başka bir şey düşünemiyorlar ki.
Çünkü AKP'nin tepe zihniyeti için kendi koydukları kurallar var. Demokrasi savaşı aslında bu kuralları kabul ettirmek ama daha önemlisi herkese bunları zorla dayatmak. Bu nedenle özgürlüğü sadece inanç, kişisel hakkı da sadece İslam dinine bağlı olmak olarak görenler için bırakın kızlı erkekli bir arada kalabilmeyi, birlikte bir yerde oturmak, sohbet etmek, içki içmek zaten günah, bunların demokrasiyle ne alakası var ki?
Bunları yıllarca anlattık, demokrasi ve özgürlüklerin inanç sistemlerine dayalı olarak sunulmasının ve dayatılmasının yanlışlığını dilimiz döndüğünce belirttik, ama kendine demokrat, özgürlükçü sıfatı takan faşist güruh, iktidar yalakalığı yapabilmek için televizyon ekranlarından 24 saat boyunca beyin yıkama operasyonları yaptılar. Şimdi bir kısmı nedamet getiriyor yani pişmanlıklarını açıklıyorlar ama ne çare. Milletin kafasını muhallebiye çevirdikten sonra "Yahu bu kadar da olmaz ki" demenin bir anlamı yok.
Sevgili izleyiciler, dün de söylediğim gibi ahlak bekçiliği yapmaya kalkmak iki tarafı keskin bıçak gibidir, bir tarafı sizi de yaralar. "AKP din bazlı ahlak bekçiliği yapar ve meşru gayrı meşru tartışmaları açarken işin ucunun kendine de dokunacağını hesaplamıyor mu?" demiştim.
Başbakan'ın söylediği "meşru yaşam" nedir? Meşru demek, kabul edilen, yasalara ve ahlaka uygun anlamına gelir.
Bakın Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri çocuk gelinler. Anadolu'da, özellikle dini taassubun daha ağır bastığı yerlerde küçücük çocuklar babaları, dedeleri olacak yaşta adamlarla evlendiriliyor. Bunu resmi rakamlardan da görebiliyoruz. Örneğin Aile bakanlığı diye bir bakanlığımız var, resmi rakamlar onların elinde hiçbir şey yapmıyorlar, neden acaba?
İşte bu resmi rakamlara göre üç evlilikten biri çocuk yaşta gerçekleşiyor. Şimdi daha kötü bir resmi rakam vereyim. Her 10 çocuk gelinden 4'ü resmi nikâhlı değil, imam nikâhlı ve ikinci ya da üçüncü eş konumunda.
"Meşru" dediğimiz bu mu? 12-13 yaşındaki kız çocuklarını evlendiren aileler bu vicdansızlığı neye dayanarak yapabilmektedir? Yine bu kadar küçük yaşta çocukla evlenen ve bir de onları hamile bırakmaya çabalayan 50-60 yaşındaki erkekler normal midir? Sapık demek istemiyorum, biri kalkıp dava açar maçar sonra.
Evli olan bir adamın "imam nikahı yaptım ama" bahanesiyle bir başka kadınla evlenmesi, ona ayrı ev tutması meşru mudur? Meşru diyorsanız neye göre meşrudur.
Efendim imam nikahı dinimizin emri. Yasal evliliği bir de imam nikahı ile perçinlemek belki makul görülebilir ama, zaten evliyken ikinci üçüncü eşleri almak, bunu da imam nikahının arkasına sığınarak yapmak meşru kabul edilebilir mi?
Şimdi bunlar sürekli demokrasiden insan haklarından kişi haklarından özgürlüklerinden söz ediyorlar değil mi? Peki imam nikâhı yaparak bir kadınla sözde evlenen biri bu kadının yasal olarak hiçbir hakkının bulunmadığını, mirastan yararlanamayacağını ve boş ol deyince hiçbir talepte bulunamadan evi terk edeceğini bilmiyor mu? Eee nerede kaldı insan hakları, özgürlükler. Size diyorum ya bunların demokrasi özgürlük anlayışları sadece türbanla sınırlı diye.
Efendim," kutsal kitabımızda 4 eşe kadar izin var." O da yalan. Kutsal kitapta sözü edilen sırf kendi zevki için genç kadınla evlenmek değil ki. Savaş sonrası şehit olan erkekler nedeniyle bir anda kimsesiz kalan kadınları korumak için çıkarılmış bir kural bu. "Kocası şehit olan kadınların korunması" amaçlanmış. Yoksa "Benim karım yaşlandı, artık yatakta da keyif vermiyor, oysa benim gücüm kuvvetim yerinde, genç bir kadın alayım da sefamı süreyim" diye verilmemiş ki bu hak.
Peki bakın bakalım çevrenize, varsa tabii, bir kadını korumak, onu himaye etmek için ikinci evliliğini yapan, imam nikahı yapan birini görüyor musunuz? Hepsi yaşı biraz geçmiş erkekler, eşleri yaşlanmış, onlar genç kadınlarla imam nikahı yapıyor. Üstelik büyük çoğunluğundan da gerçek eşlerin haberi bile yok. İmam nikahlı kadınlar kapatma gibi başka evlerde yaşıyorlar. Ve en önemlisi, gerçek eşler "inançları" gereği türbana sarılmış haldeyken nedense imam nikahlı ikinci üçüncü eşler başları açık, genellikle sarıya boyanmış saçları olan ve hayli dekolte gezebilen kadınlar.
Bunları ben söylemiyorum. Dün anlatmıştım ya, bir yandaş kalem Başakşehir'in imam nikahlı ikinci eşler cenneti olduğunu eleştirerek yazmıştı. İşte onun yazısında var bu ayrıntılar. AKP'nin ileri gidenlerinin ikinci eşlerinin çoğunun başı açık ve dekolte kıyafetler giyiyorlarmış.
Peki niye böyle? Çünkü bu iş inanç nedeniyle falan değil, tamamen şehevi duyguları tatmin etmek için kullanılan bir yol olmuş.
Şimdi burada ahlak var mı? Meşru bir yaşam var mı? Başbakan meşru yaşamdan söz ederken kendi zihniyetinde olanların bu tür yaşam sürmelerini de meşru sayıyor mu acaba?
Küçük çocuklarla evlenenlerin, sapık olup olmadıklarına bakmayacaksınız, imam nikâhı adı altında evdeki kadını bırakıp genç güzel ve açık saçık kadınlarla yaşamalarına ses çıkarmayacaksınız, din adına hırsızlık, uğursuzluk, yolsuzluk, usülsüzlük yapanları görmezden geleceksiniz sonra da büyük çoğunluğu zorunluluktan aynı evi paylaşan gençleri fahişelikle, teröristlikle suçlayacak ve meşru yaşamdan söz edeceksiniz. En azından ayıp değil mi?
Evet bunlara AKP zihniyeti ayıp diye bakmıyor. Meşru sayıyor belli ki. Ama bunları meşru sayarken, işte bugün İstanbul'da iki üniversiteli kızın, kız kıza kaldıkları bir apartman dairesi 30 polis tarafından basılıyor. Hesapta polisin kızlarla bir sorunu yokmuş da, apartman sahibine evi yasal olmayan apart otel gibi kullanıp kullanmadığı soruluyormuş.
Kim kimi kandırıyor yahu. Bu mahalle baskısından da beter bir şey. Ev sahipleri korkutuluyor. Öğrenciye ev vermeyin denmek isteniyor.
Tabii daha vahim bir şey var. Bu da aileleri tedirgin ederek özellikle kız çocuklarının okullardan alınmasını sağlamak. Düşünün, Anadolu'nun bir ucunda oturuyorsunuz. Kızınız binbir güçlükle bir üniversite kazanmış. Kazandığı üniversite uzakta. Yurtta yer bulamamışsınız, kızınız tek başına veya kız arkadaşlarıyla bir apart otelde kalıyor. İçişleri bakanı ve Spor Bakanı buralarda kalanların terör ve fuhuşa bulaştığını söylüyor, Spor Bakanı "sorun apart otellerde" diyebiliyor. Bir anne baba ne yapacak bu durumda. Adam mahalle kahvesine gidecek, densizin biri "Yahu senin kız apart otelde kalıyordu değil mi, başına bir şey gelmesin, kontrol ediyor musun?" dediğinde ne yapacak. Sanki kızı kötü yola düşmüş de onu uyarıyorlar gibi. Kızını göz göre göre oralarda bırakabilir mi? Yakında kız çocuklarını zorla eve döndüren, "böyle okuyacaksan hiç okuma" diyen aileler baş gösterecektir kuşkunuz olmasın.
Sonuçta bir taraftan türbana özgürlük derken öte taraftan kızlar tekrar eve kapatılabilir. Ayrıca zaten Başbakan "üç de yetmez beş çocuk" derken, 5 defa doğum yapan bir kadının asla çalışamayacağını da bilmiyor mu? Yani çok çocuk doğurmaya teşvik edilen kadınlar da aslında eve hapsedilmiyor mu?
Az önce "ayıp" dedim ya, ama sevgili izleyiciler, ayıplar saymakla bitmiyor ki. Bakın bugün bu sohbetin konularını hazırlarken bir eski gazeteci yeni milletvekilinin sözlerini okudum.
Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Çünkü demokrasi, hukuk, insan hakları, özgürlükler nutuklarını aralıksız atanlar, kendi çıkarları söz konusu olunca nasıl terbiyesizleşiyor ve farkında olmadan nasıl açıklar veriyorlar anlatamam.
Bu gazeteci milletvekili Başbakan'ın kızlı erkekli sözlerine tepki veren bir başka yandaş yazara çok öfkelenmiş. Düne kadar laf söyletmediği bu yandaş yazara "Başbakan vasıtasıyla elde ettiğin köşeyi ve imkanları elinin tersiyle it o zaman" diyor.
Tam şecaat arzederken durumu değil mi? Birincisi demek ki bu gazeteci yazar diğer yandaş yazarın her gün yazdığı köşeyi başbakan vasıtasıyla aldığını biliyormuş. Bunun da ötesinde o yandaş yazara yine Başbakan vasıtasıyla bir takım imkânlar tanınmış.
Bu meşru mu şimdi? Belli ki gazeteci milletvekili bunun meşru olmadığını anlatmaya çalışıyor ama peki o eleştirdiği yandaş yazar Başbakan'a payanda olabilmek için kendini paralarken neden hiç bunları dile getirmemiş ki? Bu yandaş yazarın bazı imkânlardan yararlandırıldığı Başbakan'ı eleştirdiği zaman mı batmış kendisine.
Ne güzel değil mi? Başbakan'a yaltaklandığın sürece köşen de sağlanan imkanlar da ananın ak sütü gibi helal, ama tersini yaparsan, "Bırak onları." Harika yahu.
Ama bizler de bu sayede, yani bu yandaş takımı birbirine düştüğünde, zaten bildiğimiz bir gerçeği bu kez kesin olarak öğreniyoruz. Bu yandaşlar iktidar tarafından kendilerine bazı olanaklar sağlandığı için iktidardan yana duruyorlar. Arada "Yahu benim de bir karakterim var, benim de bir fikrim var" falan diye yanılıp "Ama bu yanlış oldu" diye eleştirdikleri anda iktidarın asıl sahipleri akbaba gibi çöküyorlar üzerlerine.
Sonra ben "Bunların hepsinin son kullanma tarihi var" deyince bozuluyorlar. Ne bozuluyorsunuz, içtiğiniz ayrı gitmeyenler işte böyle insanlar, biraz karakter göstermeye kalkarsanız sizi anında buruşturup atıveriyorlar bir kenara. Eee ne yapalım, bunlara da bu müstahak.
Vaktimiz doluyor mu? Az kalmış. Kısaca bir konuya daha değinmek istiyorum.
"terör bitti, şeytanla bile görüşüyoruz ama bakın artık hiç şehit haberi gelmiyor" diye havalar atıyor iktidar ve yandaşları. Hatta şehit haberi gelmemesini bile güya burnumuza sokmaya çalışıyorlar. Oysa Güneydoğu'da çok şeyler oluyor. Tamam şu anda şehit haberi yok ama bölgede sular durulmuyor ki.
Bir kere BDP ile Hüdapar adlı parti arasında müthiş bir çekişme sürüyor. Hüdapar denilen parti eski Hizbullah'ın şimdi resmi partileşmiş hali. Hani faili meçhul cinayetler diye konuşuyorlar ya, işte o faili meçhul cinayetlerin tamamına yakını işte bu Hizbullah tarafından işlenmişti. Zamanında ortaya çıkan dedikodu şuydu; Hizbullah bizzat devlet eliyle kuruldu, aşırı dinci zihniyeti olan Hizbullah militanları, allahsız, dinsiz kabul ettikleri PKK'lıları öldürüyor, böylelikle devlet PKK ile maşa kullanarak mücadele ediyor. İddia buydu. Kanlı bir terör örgütü aslında devletin hizmetindeydi.
Sonra biliyorsunuz Hizbullah son kullanma tarihi gelince alınan bir kararla bitirildi. Bitişi biraz kanlı oldu, Beykoz'daki bir evde örgütün asıl liderleri öldürüldü ve Hizbullah tekrar yeraltına çekildi.
İşte Hüdapar, Hizbullah olarak bilinen örgütün siyasal kolu. Bu kez de PKK ile mücadele eder vaziyette. Son günlerde BDP ile ciddi bir çekişme içinde. Yine silahlar konuşmaya başladı. Manzara 90'lı yılları andırıyor. O zaman Hizbullah devlet görevlilerinin yapamadıklarını yapıyor ve sanki iki örgüt arasında çatışma varmış gibi cinayetler işliyordu, şimdi ise durum değişti, bu kez Hüdapar olarak ortaya çıkan örgüt BDP'nin oylarını bölmeye çalışıyor. BDP'nin oylarının bölünmesi halinde, bundan karlı çıkacak tek parti AKP. Ama bu uğurda bölgede yeni düşmanlıklar yeni çatışmalar başlayacakmış, kimin umrunda.
Yakında Güneydoğu'dan çok ciddi haberler gelirse şaşırmayın.
Bu akşam daha doğrusu bu haftalık da bu kadar. Geçen hafta Cuma günü "Yarın akşam buluşmak üzere" demiştim yanlışlıkla. Bugün bir hata yapmayayım diye notumu özellikle aldım. Pazartesi akşamı aynı saatte buluşmak üzere hepinize iyi akşamlar diyeceğim ama, önce bir ama var. Günün yorumu için pazartesi akşamı buradayım tamam da yarın saat 11.00'de de sizlerle birlikte olacağım. Yarın saat 11.00'de Çetin Soysal'la birlikte burada olacağız. Biliyorsunuz benim İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığım söz konusu. İşte yarın Çetin Soysal soracak ben de neden aday olduğumu, neye güvendiğimi, İstanbul için neler yapmak istediğimi anlatacağım. Ayrıntılı bir program olacak, bu nedenle "bu adam ne yapmak istiyor" diye merak edenler izlesin derim. Ayrıca aldığım son bilgilere göre CHP Büyükşehir Belediye Başkan adayını saptamak için tüm partililerin katılacağı bir ön seçim yapacak. Bu nedenle CHP'lilerin de bu programı izlemesini dilerim ki oy kullanacakları zaman fikirleri netleşmiş olsun. Hepinize iyi akşamlar iyi hafta sonları dilerim Hoşçakalın. CAN DÜNDAR-ULUSALKANAL