Yıllık ücretli izin “tatil” demokrasinin bir lütfü değildir, onsuz da olabilirdi. “Dünyayı yedi günde yarattık hiç de yorulmadık,” diyen Tanrı’nın ihsanı da değildir. Tatilsiz çalışmayı düşünebilir misiniz? Ücretli izin hakkı neden var? Her gün tek tek elinizden alınmakta olan haklar nereden geliyor? Araf‘ta kalmaktan, işçi sınıfının kendi cennetini yaratamamasından…


Araf ’ın İşgali

Tanrı demokrat değildir ve tatile çıkmaz.
Oysa biz ölümlülerin her ikisine de ihtiyacı var. Tanrı ve makamı, kısaca tanrısal olar her şey tanım gereği demokratik olamaz. Demokrasi, Tanrı ve onunla ilişkisi olan, yani onun seçtikleri insanların değil arta kalanların, Demos’un ihtiyacı ve talebidir. Ama bu, Tanrı ve doğuştan (Allah vergisi) ayrıcalık sahibi olanlar ile Demos arasında eşitlik sağlanması basitliğine indirgenemez. Amaç adaletin sağlanmasıdır; eşit olmayanlara eşit davranarak en büyük eşitsizliği, Tanrı’nın bile öngörmediği bir eşitsizliği yeryüzünde egemen kılmak değildir. Demokrasi, adaletin Tanrı katından alınıp yeryüzüne indirilmesidir. Yani, adaletin fanileştirilmesidir.
Demokrasi Tanrısal olmadığı gibi bir takım aklıevvelin, fikir erbabının, cin fikirlinin dimağından da çıkmamıştır. Allah da biliyor ya, nice liberal (serbestlik yanlısı) feylesof demokrasi tarihine sahip oldukları kölelerin sayısınca dahil olmuşlardır. Eşitlik, kölelerin özgür olmasıyla değil onların adaleti sağlayanlar arasına dahil olmasıyla mümkündür. Yani kendi geleceğini kendisini belirlemek isteyenin niyetinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır adalet. Bu engeller çoğu kez hukuksaldır, ister Tanrı’ya ister ölümlülere ait olsun.
Ne yapmalı, nasıl etmeli?
Demos Gezi Parkı’nın park olarak kalmasını isteyebilir ama hukuk, yetkileri elinde toplayanın kararını tek meşru seçenek olarak sunar. Bu durumda Demos hukukun değişmesini ve adaletin tecelli etmesini ister. Ama hukuk Demos’un elinde değildir ve Demos hukukun, kendi geleceğini kendisinin belirlemesine (AVM’ye değil Park’a gitmek istemesine) engel olduğunun farkına varır.
Haftada 48 saat (ya da bugün olduğu gibi 45 saat) çalışan Demos bunun 40 saate düşürülmesini istediğinde önüne hukuksal duvar çıkarılır: “Yasa böyle!” Peki, yasa değişin! “Meclis’te tartışılıp görüşülmesi gerek. Vekiller ikna olursa, çoğunluk sağlanırsa…” Ama vekiller zaten Demos’un yani Halkın temsilcileri değil mi?
Temsilcileri dahi taleplere engel olurken halkın istekleri nasıl hayata geçirilebilir? “Böyle gelmiş, böyle gider,” yılgınlığı nasıl aşılır?
Mütevazı bir örneği İşçi Sınıfı Araf’ta, Devrimin Kıyısında Fransa-Haziran 36 kitabı aktarıyor. Ancak öyle bir örnek ki, bugün sahip olduğumuz yıllık ücretli izin hakkını; hatta tatil, turizm, çadır-kamping vb. kavramları ona borçluyuz.
Bir örnek: Fransa 1936
1936 yılının Haziran ayında, Fransa’da Demos neredeyse kendi hükümetini kurmuştu: Halk Cephesi. Sosyalist Parti ile Radikal Parti ittifakının kurduğu hükümet Komünist Parti tarafından hem cephe içinden hem de Meclis’ten desteklenmişti. Bu olağanüstü bir gelişmeydi: 1929 dünya ekonomik buhranından bu yana hayat pahalılığı artmış, işsiz sayısı çoğalmış ve bunun sonucunda ücretler iyice düşmüştü. Tüm dünyada artan işçi sınıfı huzursuzluğunu ve başkaldırışını bastırmak için faşist örgütlenmeler çoğalmış, İtalya ve Almanya’da iktidar olmuşlardı.
Fransa’da 1936 yılının başından beri, özellikle de Mayıs ayından itibaren, insanca yaşama ve çalışma koşulları talep ediliyordu. Ancak patronlar ve siyasiler hukuk tıkaçlarını takarak bu talepleri işitmek dahi istemiyordu. Mayıs başındaki seçimler Demos’un umutlarıyla doluydu. Ancak Demos’un hükümetinin kurulması için Sosyalist Parti ile Komünist Parti’nin seçim zaferi yeterli olmadı. Bir ay boyunca Fransa işçi sınıfı hiçbir zaman olmadığı kadar çok greve çıktı.

18 12 12 Greve-36-berry-01
1936′da grevler tüm Fransa’ya yayılır (Berry).

Sınıf, grev ve fabrika işgalleri
İşte bu an Demos’un işçi sınıfına dönüştüğü an oldu. Çünkü artık grev gibi sınıfsal mücadele araç ve yöntemleri kullanılıyordu. Üstelik bununla da yetinilmedi: İşçiler greve çıkmış ancak fabrikaları terk etmemişlerdi. Ne patronları ne de yönetim kademesinden olanları fabrikalara sokmadılar: Yani fabrikaları işgal ettiler. Kapıları kaynakladılar ve içeride yaşamaya başladılar.
İşçi Sınıfı Araf’ta kitabının yazarları Jacques Danos ve Marcel Gibelin fabrika işgallerinin patronlar tarafından mülkiyet hakkına açıktan bir saldırı olarak yorumlandığını ve bu konuda feveran ettiklerini vurguluyorlar.
Fabrika işgallerinin son derece sıradan sonucu patronların fabrikadan mal ve üretim aracı çıkarmasının engellenmesi ve böylelikle grevin ekonomik etkisinin derhal görünmesinin sağlanmasıydı. İşçiler biliyorlardı ki Ama önemli etkisi patronların üretim üzerindeki karar yetkisinin elinden alınmış olmasıydı. Patronlar için daha kötüsü de vardı: Üretim üzerindeki karar yetkisinin işçiler tarafından kullanılması. Yani fabrikaların patronlar ve yöneticiler olmaksızın işçiler tarafından işletilmesi.

juillet 1936 le syndicat des femmes de ménage et nettoyeurs défile dans les rues de Paris
Temizlik işçileri, gündelikçiler, 1936 bir gösteri sırasında…  Sınıfın tüm kesimleri mücadelede…

Sınıfın kendi cennetidir devrim
Fabrika işgallerinin ve grevin sürmesi halinde, eninde sonunda işçilerin kendi kendilerine, patronlar olmaksızın üretim yapabileceklerinin bilincine ulaşması kaçınılmazdır. Nitekim Haziran 36’da da bu yönde girişimler de oluyor ancak bunlar Halk Cephesi hükumeti, Sosyalist ve Komünist partiler tarafından engellenip, bastırılıyordu. Bu durum, yine bu önderlikler tarafından, mevcut burjuva düzen dahilinde patronlar üzerinde fazladan bir baskıya dönüştürüldü ve sunulan anlaşma metninin bir an önce kabul etmeye zorlandılar. Bu çözüm patronlar için kötünün iyisi idi ve derhal kabul edildi. Aslında bu bir yol gösterme idi, aksi takdirde işçi sınıfı Araf’ı geçebilir ve vaat edileni, göksel olanı değil kendi cennetini yaratabilirdi.
Fakat sınıf Araf’tan döndü. Yazarlar bu dönüşün sorumluluğu sınıfın önderliğine soyunanlar da görüyor ve yargılarının gerekçelerini sıralıyorlar. Ancak bir nokta sorgulanmaya çok açık: Sınıf doğru önderliği yaratabilir mi? Kendiliğinden devrimci eylemi gerçekleştiren, kendisi için sınıf olma haline dönüşebilen sınıf kendi önderliğini yaratabilir mi? Sınıf, partiyi eylemde inşa edebilir mi? Doğrusu bunlar yazarlara sorulabilecek sorular değil kuşkusuz, yazarların da okura doğrudan sorduğu sorular değil ama kitap okundukça okurun bu sorulara yönelmesi de neredeyse kaçınılmaz.

manif dans la cour intérieure des usines Renault Billancourt 28 mai 1936
Tüm fabrikalar işgal ediliyor…

Araf’tan dönüldüğünde
Haziran 36 ne olursa olsun işçi sınıfının bir yenilgisi değil. Çok daha fazlasını, hatta cenneti düşleyebildiği de bir hakikat ama oraya varmadan Araf’tan döndüğünde sınıfı bekleyen neydi? İşçi Sınıfı Araf’ta bu konuda oldukça ayrıntılı bir anlatım ve değerlendirmeyi yapıyor. Gerek sınıfın durumu gerekse önderlik eden işçi sınıfı partilerinin siyasi basiretleri gözler önüne seriliyor. Tabii patronların, burjuvazinin de kendi Araf’ından döndüğü de çok açık. Burjuvazinin bir kurtuluş umudu olarak, çare olarak işçi sınıfı önderliklerine nasıl sarıldıkları da aktarılıyor Danos-Gibelin ikilisi tarafından. Söz konusu olan sınıf savaşımı ve hayatta kalma savaşı olduğunda burjuvazi bunu en iyi bilen sınıf, nihai yok oluş görüp en ağır yenilgileri çözüm ve kurtuluş olarak yeğleyebiliyor. Haziran 36 bunun en açık örneği.
Haziran 36’nın bazı kazanımları
Burjuvazi çok önemli bir silahını yitiriyor: Patronlar işçilerle tek tek görüşerek sözleşme yenileme ve ücret pazarlığı yapabiliyordu Haziran 36’dan önce. Bu egemen hatta kelimenin gerçek anlamında “iş veren” olarak patronların neredeyse doğal, Tanrı vergisi bir hakkı idi. Ancak işçiler patronları toplu sözleşmeye zorladı. Bu zorlama, işçilerin güçlerinin birlik ve dayanışma içinde olmalarından geldiği bilincinde olmalarının bir yansımasıydı. Sonuçta toplu sözleşme hakkı elde edildi. Bugün işletmelerin personel (artık insan kaynakları) müdürlüklerinin olmasının kaynağı da burjuvazinin toplu sözleşmeye zorlanmış olması ve pazarlığa hazırlıklı girme ihtiyacıdır (ki bu işe alım sırasındaki seçiciliğe kadar götürülür, vasıfları uygun olsa bile hak arama sabıkası olan işçiden uzak durulur): Yani sınıfa karşı sınıf siyasetini en başta yürüten burjuvazidir.

conges1936aA782-36LEGRANDTOURNANTDOCUMENTAIRE1970005
1936 mücadelesi ve yıllık ücretli izin hakkının kazanılması film ve pullara konu oluyor aynı dönemde…

İşçiler Tanrılar gibi yorulmaz değildir. Dinlenme ihtiyacı ezelden beri sınıf savaşımının an önemli muharebesi olmuştur. Haziran 36’da da işçi sınıfı bu muharebeye girmiş ve yıllık ücretli izin hakkını söke söke almıştır. Bugün bu hak burjuvazinin saldırmaya en çok korktuğu işi sınıfı kazanımıdır. Gerçi bu temkinli tutumda turizmin bir işkolu olmasının ve ekonominin önemli bir mekanizmasını oluşturmasının da payı büyüktür ve bu anlamda turizm burjuvazinin kaybettiği bir muharebeyi kazanç kapısı haline getirme yeteneği ayrıca incelemeyi hak etmektedir. Ama yine de, taşeron işçilerin başına geldiği gibi, hafta sonu izni ve yıllık izin patronların gözünü diktiği kazanımlardandır.
Haftalık çalışma süresi ücretlerde herhangi düşüş olmadan 48 saatten 40 saate indirilmiştir. Böylelikle 1886’ın Şikago işçilerinin “8 saatlik iş 10 saatlik ücret” talebinin izinden gidilmiş ve kazanılmıştır. 2001’de ise 35 saate. Bugün Türkiye’de yasal olarak 45 saattir ancak yolda geçen zaman, toplantı adı altında yapılan ve ücrete tabi kılınmayan fazla mesailerle bu süre çok daha fazladır. Bugün “6 saat iş, 8 saatlik ücret” talebi hayal bile edilemiyorsa İşçi Sınıfı Araf’ta kitabı bu hayali canlandırmak için değerlendirilmelidir.
Sonuçta işçi sınıfı Haziran 36’da çok önemli kazanımlar elde etmiş ama sermaye sınıfı da uzun vadede bir yandan bu kazanımlara saldırmış bir yandan da uyum göstermiştir. Bu uyum noktalarını gözlemleyebilmek, kitapta aktarılan kazanımlarla bugünü kıyaslamakla mümkün.
Sıfatsız demokrasi
İşçi sınıfı pek çok kez Araf’tan dönerek cennetini yitirdi ancak her defasında birçok kazanım elde etti: Herkese oy hakkı (eşitlik), seçilme hakkı, kadınlara oy hakkı, barınma hakkı; iş güvencesi, örgütlenme (dernek, sendika, parti), emeklilik, tatil, izin hakkı vb. Bugün, bu kazınmaların toplamına, işçi sınıfının adını anmaksızın, demokrasi deniliyor. Bir an için bunu sineye çekelim ve demokrasi denilince işçi sınıfının adını anmayalım. Ancak en azından demokrasinin de Tanrı lütfü olmadığını veya iyi, ahlaklı, adil insanlar tarafından icat edilmediğini de görmek gerekiyor.
Sınıf olgusundan bağımsız bir demokrasi sıfatsızdır. Yani sadece “demokrasi”dir. Fakat demokrasi bu sıfatsızlığı, işlenmemiş bir maden gibi saf halde bulunmayı hak ediyor mu?
Burjuvazinin Haziran 36’da en çok korktuğu şey işçilerin onlar olmaksızın fabrikaları işletmesiydi. Çünkü artık patronlar, egemenler, yönetenler değil kararları işçiler alacaktı. Akabinde tüm toplumsal kararların işçiler tarafından, Demos tarafından alınması için hiçbir engel kalmayacaktı. O zaman kuşkusuz buna “işçilerin demokrasisi” denilebilirdi. Ama olmadı, geriye dönüldü.
İşte bu dönülen durum tüm toplumsal kararların sermaye sınıfı tarafından alındığı eski düzen değil miydi? O halde buna demokrasi değil burjuva diktatörlüğü dememiz gerekmez mi? Çünkü küçük bir azınlığın, Wall Street İşgali sonrasında herkesin malumu olduğu üzere, nüfusun yüzde 1’inin tüm toplumsal kararları aldığı duruma diktatörlük olarak adlandırmayacağız da ne diyeceğiz?
Haziran 36, Fransa’ya baktığımızda ister burjuva demokrasisi diyelim ister burjuva diktatörlüğü, bugünkü “demokrasi”yi işçi sınıfının mücadelesine borçlu olduğumuzu görmemek mümkün değil.
Son not
Tatil demokrasinin bir lütfü değildir, onsuz da olabilirdi, proletarya olmasaydı.

Özcan Özen

(Bu yazı Mesele Dergisi’nin Ekim 2013 tarihli sayısında yayınlanmıştır.)
Daha yeni Daha eski