Milliyet gazetesi ile yollarını ayırdıktan sonra ilk kez konuşan gazetenin eski genel yayın yönetmeni Derya Sazak, çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Milliyet gazetesiyle yollarını ayırdıktan sonra"Batsın Böyle Gazetecilik" isimli bir kitap kaleme alan gazetenin eski genel yayın yönetmeni Derya Sazak, Milliyet'teki dönemini ve medyayı anlattı.
Kitapta pek çok çarpıcı konuda gündeme oturacak satırlar yazan Sazak, Erdoğan Demirören’in Milliyet'i satın aldıktan sonra gazetenin başına kimi getireceğini Başbakan'a sormasını da yazdı. Milliyet'te yayınlanan İmralı görüşmelerine ait tutanakların yayınlanmasıyla ilgili olarak Demirören'in Başbakan Erdoğan'dan özür dilediğini de kaleme alan Sazak, gazetemiz yazarı Can Dündar'ın Milliyet'ten ayrılma sürecine ilişkin çarpıcı ifadeler kullandı.
 İşte Medyaradar'da yer alan Derya Sazak röportajı ve Sazak'ın çok ses getirecek kitabından bölümler...
Derya Sazak’a göre; Başbakan Erdoğan medyanın genel yayın yönetmeni gibi... Medya çok ciddi bir baskı altında... Fatih Altaylı’nın açıklamalarını ise çok cesur buluyor, hak veriyor. “Benim yanımda Fatih Saraçlar olmadı, olmaz, olsaydı da camdan atardım” diyor “Gazeteler çok değerli, iktidarın vahşi saldırısını hak etmiyor” diye ekliyor. Ve devam ediyor: Başbakan ve bakanları Yüce Divan’a kadar gidebilir…
Milliyet Gazetesi'nin en sancılı döneminde gazetenin başındaydı. "Basında Güven" sloganıyla okuyucularıyla buluşan gazete, Türkiye'nin çözüm sürecini konuştuğu o günlerde "İmralı tutanakları" diye çıkan manşetle gündemi alt üst etmişti. Başbakan da kürsüden gazeteyi eleştiri bombardımanına tutmuş, "Batsın sizin gazeteciliğiniz" demişti...
İşte o dönemde gazetenin başında Derya Sazak vardı. Belki de gazetecilik hayatının en zor günlerini geçiriyordu o dönem, Milliyet Gazetesi neredeyse hemen hemen hükümetten tüm bakanların eleştiri odağı haline gelmişti. Sonrasında ise gazetede yaprak dökümleri başladı. Önce 15 yıl boyunca bu gazetede köşe yazan Hasan Cemal, ardından Can Dündar… Giden gideneydi.
Gazetenin sahibi Demirören'in hükümete olan yakınlığı ise bazı kesimlerin gündemindeydi. Peki, o dönemde gazetede Derya Sazak neler yaşadı? Gazeteden neden gönderildi? Can Dündar'ın gidişi, Sazak’ın da gidişine kapı mı araladı?
Ve son dönemde yaşananlar... Fatih Altaylı, Fatih Saraç ve tüm Türkiye’nin konuştuğu Alo Fatih… tüm bunlara Derya Sazak ne diyor? Medyanın son tahlildeki durumunu nasıl yorumluyor?
- Derya Bey, medyaya “ses bombası” düştü. Türkiye günlerdir bu ses kayıtlarını konuşuyor. Siz de en zor dönemde genel yayın yönetmenliği yaptınız, hem de Milliyet gibi çok önemli bir gazetede. Öncelikle Fatih Altaylı'yı sorarak başlamak istiyorum. Ne düşünüyorsunuz?
- İktidarın medyaya ne denli baskı yaptığı zaten biliniyordu. Bu son yaşananlar da malumun ilanı oldu. Medyanın iktidar tarafından ağır bir kuşatma altına alınması, ağır baskı yapılması, haberlere müdahale edilmesi çok daha net ortaya konuldu. Bu baskı zaten biliniyordu ancak ses tapeleriyle kayıt altına alındı diye düşünüyorum. Başbakan’ın Fas’tan arayıp bir alt yazıya müdahale etmesi, Fatih Altaylı’nın anlattıkları ve yaşadıkları korkunç gerçekler. Artık bunlar gizlenemez ve tahammül edilemez gerçekler haline geldi.
“FATİH ÇOK CESUR DAVRANDI”
-Bu tarihte belki de bir ilkti, herkes ekranlarda bir genel yayın yönetmeninin isyanını dinledi. “Baskı ete kemiğe büründü” diyen bir genel yayın yönetmeninin. Ne düşündünüz o an?
Bence Fatih, çok cesur davrandı. Açıklaması, o ekrana çıkmayı kabul etmesi, Umur’a sahip çıkması ve o yazıyı basması çok önemliydi. Ben Fatih’in asla gitmesini istemem. Bence gitmemeli. Medya çok zor ve kötü günlerden geçiyor. Genel yayın yönetmenlerine kadar herkes isyan ediyor.
“HEPİMİZ İSYAN EDİYORUZ”
Sizin de isyan ettiğiniz günler oldu mu?
Bu isyan duygusu aslında hepimizde var. Çünkü hepimizin ağırına giden çok fazla olay yaşandı.
“MİLLİYET’TE BİZİM BAŞIMIZA GELEN DE BUYDU”
Mesela?
Bakın Alev Hanım, bizim Milliyet’te başımıza gelen de budur. Şimdi ben yönetmiş olduğum bu gazetenin serüvenini yazdığım kitapta bizzat anlatıyorum. Her şeyi çok açık yazdım. Kitabın adını da “Batsın Böyle Gazetecilik” koyduk.
Başbakan sizin gazeteye yönelik kullanmıştı bu söylemi, siz de oradan mı yola çıktınız?
Hatırlarsanız -gerçi unutulacak gibi de değil-, biz İmralı tutanaklarını yayınladığımızda Başbakan bu sözü etmişti. Bana göre çok önemli, çok tarihsel bir haberdi. Neden tarihseldi? Çünkü Türkiye Kürt sorununun çözümünde çok ciddi bir adım atıyordu ve ilk defa İmralı’da Öcalan ile görüşmeler başladı. Daha önce bu görüşmeler MİT üzerinden gerçekleşiyordu ve Oslo sürecinin dışarıya vurulmasıyla süreç kesintiye uğramıştı. Ama tekrar BDP heyeti İmralı’ya gidince süreç yeniden hareketlendi ve bizim Ankara’daki parlamento muhabirimiz Namık Durukan da bu görüşmelerin tutanaklarına ulaşınca hiç tereddütsüz yayınladık.
“TUTANAKLARI YAYINLAMAMAK GAZETECİLİK AYIBI OLURDU”
Büyük bir habercilik miydi size göre o İmralı tutanakları?
 Büyük haberin ve haberciliğin başka bir tanımı yok. Elbette çok önemliydi. Bu 30 yıldır Türkiye kamuoyunu birinci dereceden ilgilendirmiş ve 50 bin insanımızın hayatına mal olmuş, bir sorunun çözümüne dair yapılan bir görüşmenin tam metniydi. O metnin ele geçirilip de yayınlanmaması mümkün mü? Bence asıl yayınlanmaması suç olurdu. O bir gazetecilik ayıbı olurdu. Biz ne yaptık? Yayınladık. Başbakan adımızı sabotajcıya, vatan hainine çıkardı. Ulusal sırları deşifre etmekle suçladı. Wikileaks belgeleri yayınlandı, o dahi internet ağları üzerinden dolaşıma konulmasına rağmen, hükümetlerin gizli bilgilerini ortaya çıkarmasına rağmen gazetecilik olarak gösterildi. Şimdi siz parlamentodaki bir partiden isimlerin İmralı’ya gitmesine izin vereceksiniz, onlar görüşecek ve o görüşmenin içeriği Türkiye’nin bundan sonraki gündemine damga vuracak ağırlıkta ve ciddiyette olacak ve biz de bunu açıklayınca saçma sapan tepkiler vereceksiniz. Gazeteyi sallamaya başlayacaksınız. Kim salladı? Başbakan çıktı Balıkesir meydanında “Batsın böyle gazetecilik, batsın sizin gazeteciliğiniz” diye bize en ağır sözlerle saldırdı. Biz bu yüzden benim 40 yıllık meslek ustam Hasan Cemal’i kaybettik.
“İMRALI TUTANAKLARI YÜZÜNDEN HASAN CEMAL’İ KAYBETTİK”
Siz gönderdiniz ama Hasan Cemal’i?
Evet onu da anlatacağım ama öncesinde yaşanan gelişmeleri anlatmam lazım. Başbakan’ın ve Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın beni arayarak, gazetenin sahibi Erdoğan Demirören’i arayarak yaptığı baskılar var. Bu kitapta tüm baskıları anlattım. Biz bu baskılardan olabildiğince gazetemizi, yazarlarımızı, muhabir arkadaşlarımızı korumaya çalıştık. Hakikaten bu konuda çok büyük bir mücadele verdim. Başbakan’ın bu sert çıkışları nedeniyle sektörde çok tecrübeli olmayan patronlarımız da panikledi, korktu, o panikle ne yapacaklarını şaşırdı.
“BAŞBAKAN’IN BASKILARI DEMİRÖREN’İ PANİKLETTİ”
Ne yaptı patronlar peki sonrasında ve siz ne yaşadınız?
Bir kez kimyaları bozulmuş, moral olarak çökmüşler, Başbakan’ın telefondaki fırçalarıyla panikleşmişlerdi. Fatih Altaylı’nın bu son olayda başına gelenleri biz de yaşadık. Ama bizim durumumuz biraz farklıydı. Mesela Başbakan açıp direkt Genel Yayın yönetmenine konuşmuyor, patronu arıyor, azarlıyordu. 40 yıldır bu işi yapıyorum, bu dalgaları aşmak başka bir şey, patronu panikletmek ve patron üzerinden gazetecileri cendereye almak başka bir şey. Şimdi hükümet bizim gruba hep patron üzerinden geldi. O daha beter bir durumdu.
“HASAN CEMAL’İ ASLA FEDA ETMEZDİK AMA..."
Başbakan’ın telefonu üzerine panik olan Erdoğan Demirören “Hasan’ı gönderelim” dedi. Hasan Cemal ile biz zaten bu meseleleri konuştuğumuz için, Namık Durukan’a destek vermek için 4 kişi yazı yazmıştık. Ben, Hasan Cemal, o dönem gazetemizin Ankara temsilcisi olan Fikret Bila ve gazetemizin başyazarı Güneri Civaoğlu... Bunun bir gazetecilik olayı olduğunu anlattık. Hükümet bunun içeriğini değil de nereden sızdırıldığını dert etti. Biz de bunun bir gazetecilik refleksi olduğunu anlattık. Biz kaynağımızı açıklamak zorunda değiliz. Ben muhabirime inanmışım haber doğru, kalkmışlar bize “Bunu nasıl verirsiniz?” diyorlar. Yahu bu editöryal bir tercih, kim buna müdahale edebilir? Burada Hasan Cemal’i asla feda etmezdik ama süreç 10 gün sürdü. Hasan Ağabey birinci günkü yazısının ardından ikinci yazısıyla Başbakan’ı iyice kızdırdı. Bu yazı gayet de iyi niyetle yazılmıştı. “Biz habercilik yapalım, siz siyaset yapın” diyordu aslında. Ama Yalçın Akdoğan köşesinden, yandaş medya manşetlerinden bize saldırıyor, “sabotaj” deyip duruyorlardı.
“SALDIRILAR SÜRÜYORDU”
Orada herkesi korumak benim görevimdi. Kimsenin burnu kanamamalı, kimse üzülmemeli, zarar görmemeliydi. Hasan Cemal bana telefon açtı. Pazar günü yazısı vardı, hadiseler yatışana kadar kendisi yazmamayı teklif etti ben de reddettim. “Biraz bekleyelim” dedim. Başbakan da üzerimize gelmeye devam ediyor, olay büyüyor ve her geçen gün tırmanıyordu. Hasan Ağabey yazmamaya başladı. Benim ve 3 arkadaşın daha istifa edeceği söylentileri ortaya atılmıştı, Hasan Cemal’le telefonda görüştük. Bana “Sakın istifa etme” dedi. Ben de ona “Sakın bu nedenle kırılma, birkaç güne yazmaya başlarsın” dedim. Çünkü ilk karar “Hasan Cemal yazmasın” olarak bana dönmüştü Erdoğan Demirören tarafından, ben kabul etmemiştim. Hatta Can Dündar’ın da izne ayrılması istenmişti, ona da karşı çıktım. Hasan Ağabey, birkaç gün yazmayınca “Beni cezalandırdılar” diye tepki gösterdi ancak biz 10 gün boyunca onunla telefonda görüşmelerimizi sürdürdük. Hatta 3 kişi birden gazeteyi bırakırız diye rest çektim. Erdoğan Demirören de gitti bunu Başbakan Erdoğan’a anlattı. Sonra geldiler “Hayır biz sizinle devam ediyoruz” dediler.
“RESTİ ÇEKTİK”
Bu arada saldırılar da tüm hızıyla sürüyordu. Ama şöyle de bir tezat var. Çok büyük habercilik olunca tüm gazetelerin manşetinde de bizim haber vardı. Yani hem eleştiriyorlar hem de haberimizi kullanmaya devam ediyorlardı. 2013 Mart ayında internet medyası dahil herkes bu haberi konuşuyordu. Sonra bu 10 günün sonunda Hasan Cemal ile ilgili bu belirsizliği ortadan kaldırmak üzere Demirören ile konuştum. Çünkü Hasan Ağabey de başlamak istiyordu. Yazıyı geçti. Ardından ben evine gittim. Baktım yazının ilk bölümü o kavgaya yol açan ve bizim koymadığımız yazının aynısı! Ben de dedim ki “Bir giriş yap ama burada ısrar etme”, o da " Yok sen bunu bas” dedi.
“HASAN CEMAL O YAZIDA DİRETMEMELİYDİ”
Gerilimi tırmandıracak bir yazıydı bu. Başbakan Erdoğan’a yanıt veriyordu, hatta ikinci bölümde de Demirören sermayesi üzerine bir analiz yapmış. O gazeteyi niye aldın demeye getiren türden bir yazıydı bu. Ben de bunu bugün konuşmanın çok fazla bir anlamı yok dedim. Bakın başka bir zaman olsa, bir konferansta olsa, hatta o yazı o gün değil de bir ay sonra yazılsa hiç sorun olmazdı. Ben krizi aşmışken buna ne gerek vardı? Dolayısıyla “Yaşadığımız bu şoka karşı patron arkamızda durabildiği kadar durdu, onu da bir kez daha hedef göstermek olmaz, şu yazını bir kez daha gözden geçir” dedim ama o “Olmaz, arkadaşlarım bekliyor” dedi. Ve o yazıyı gidip t24’te yayınladı. Tabii benim tepem attı. Hasan Cemal’i işten çıkardım. O bu nedenle bana tepki gösterdi ve hâlâ da konuşmuyoruz.
“BENİ GAZETEDEN AYRILMAM DEĞİL, HASAN CEMAL’İN GİDİŞİ ÜZDÜ”
Üzülüyor musunuz?
Beni bu dönemde yaralayan tek olay budur. Ne gazeteden ayrılmam, ne köşemi kaybetmem, hiçbiri değil bir tek bu üzdü. Ama iyi ki hep beraber ayrılmamışız o süreçte. Türkiye benim 35- 40 yıllık gazetecilik hayatımda görmediğim Gezi olaylarını gördü.
“İPİMİZİ GEZİ ÇEKTİ”
Siz de Gezi’deydiniz değil mi?
Elbette, hem de muhabirlerimle. Sağımızdan solumuzdan fişekler, gazlar yağıyordu. 17 gün o meydanda kaldık. Can Dündar’la da gittik. Manşetlerimizde hep Gezi vardı, haberi asla saklamadık. Hakkıyla verdik. Asıl Gezi bizim ipimizi çekti.
“CAN DÜNDAR’I GEZİ’YE DE MISIR’A DA BEN GÖNDERDİM”
Gezizedelerden biri de sizsiniz yani?
Elbette ki öyle... Can’ı Gezi’ye de Mısır’a da ben gönderdim. Sonra tutup işten mi atacaktım? Dönüp patron bana “Can’ı gönder” dedi. “Siz bunu unutun” dedim. Düşünsenize böyle bir şeyin olması mümkün mü? 3 ay önce Hasan Cemal’i gönderdik, 3 ay sonrada Can Dündar’ı göndereceğiz, sonra nasıl bu gazete çıkacak? Böyle bir gazete ve gazetecilik var mı? “Ben bir kere Can’ı atmam. Çünkü Can konusunda ısrar ederseniz ben giderim. Bu ısrarı kaldırın, bu doğru bir şey değil” dedim. Can ile Divan Otel’de bile birlikteydik. Bize evinize gidin dediler, eve gidip Fashion TV mi izleyecektik orada insanlar ölümle burun burunayken? Divan Otel’de insanlık dışı olaylar yaşanırken?
“PATRON BANA ‘HÜKÜMET SENİ İSTEMİYOR’ DEDİ”
Gezi’den dolayı çok fırça yediniz mi?
Tabii ki. Bizi Gezi nedeniyle götürdüler. Can’ı atmayacağım ortaya çıktı. Kaldı ki atma lafı bile bana çok çirkin geliyor. Ardından da “Sen gideceksin, hükümet seni istemiyor” dedi patron. Ben de “Karar verin, hangimizi istemiyor, biz gidince siz ne yapacaksınız, nasıl olacaksınız?” diye sordum. Bu İmralı ile başlayan Gezi ile son bulan… Yalçın Akdoğan ile başlayan, Hüseyin Çelik ile devam eden ve Başbakan ile son bulan bir zincir. Siz hükümetten birinin bizimle ilgili tek bir açıklamasını duydunuz mu? Duymadınız, peki neden sonra çıkıp Hasan Cemal’in gönderilmesi yanlıştı diyor? Neden biz gittikten sonra “Biz yokuz, biz yapmadık” dediler. Hiç samimi değil. Çünkü bizlerin gidişi hükümetin patrona yaptığı baskılar sonucu gerçekleşti.
“GÜLE OYNAYA MİLLİYET’İ ÇIKARDIK, HİÇ HAYIFLANMADIM”
O koltuk ve o baskılar yordu mu sizi hiç?
Çok yorulmuş, çok yıpranmıştım. Güvenim de kalmamıştı. Ancak şu var: Baskı altında değildim demiyorum ama hiçbir zaman hayıflanarak gazetecilik yapmadım. Ben güle oynaya bir Milliyet Gazetesi çıkardım.
“BASKILAR ALTINDA GERÇEK GAZETECİLİK YAPTIK”
Yani baskıya direndiniz?
Direnme sözünü uygun bulmuyorum. Biz yapmamız gerekeni en iyi şekilde yaptık. Baskıya rağmen heyecanla, coşkuyla gerçek anlamda gazetecilik yaptık. 9 ay boyunca reklâmından tutun ilan ve bulmaca sayfasına ve manşetine kadar hepsi benim emeğimdi ve hiçbir satırına ne patron ne de hükümetten birini karıştırmadım. Tek bir satır dışarı atılmadı. Sansür diye bir şey olmadı. Sadece Hasan Cemal’in girmeyen yazısı var. Bir de Can’ın yazısından bir bölüm.
“DEMİRÖREN’İN HASSAS OLDUĞU KONULAR KIRMIZI ÇİZGİLERİMİZDİ”
Yani son derece özgür bir gazeteydi öyle mi?
Hayır, bazı kırmızı çizgiler vardı elbette ki. Kitapta da var bu. Ormandı, AVM’ydi, ulaştırmaydı, bayındırlık ve çevre gibi Demirören’in hassas olduğu ve ucu onlara dokunan haberleri yapmazdık çünkü bu haberleri yaptığımızda olay oluyordu. Bir kez benden böyle haber yüzünden Antalya Temsilcimizi atmamızı istediler ben de yapmadım. Bu mümkün mü? Talimatla adam atmak sözcüğü bile dehşet verici…
Milliyet'in logosunun altında "Basında Güven" yazıyor. Var mı o güven hâlâ?
Bunu yeni dönem yöneticilerine soracaksınız. Ben bunu ezdirmeden, çiğnetmeden bina içerisinde yaptım.
“MİLLİYET’TE FATİH SARAÇ GİBİ BİRİ OLSA CAMDAN ATARDIM”
Sizin peki bina içerisinde Fatih Saraçlarınız var mıydı?
Yok asla. Ben çok ters bir adamım herhalde benim yanımda öyle birileri olsa camdan atardım. Benim yanımda bu gibi adamların olması mümkün müdür? Asla bu tarz insanlarla çalışmam, çalıştırmam. Benim yanımda paralel yapılar olmaz. Ben olurum, bir de benim sorumlu olduğum gazete sahibi vardır. Benim olduğum yerde birinci, ikinci hayaletler, gölgeler yoktur.
“YİĞİT BULUT’U MİLLİYET’E GETİRMEK İSTEDİLER”
Çok ilginç. Hiç mi iktidara yakın bir isim yoktu yanınızda yörenizde?
Yoktu ama gazeteye Yiğit Bulut’u koymak istediler; ama yapamadılar.
“FATİH SARAÇ GİBİ BİRİYLE ÇALIŞMAZDIM”
Siz Fatih Altaylı’nın yerinde olsaydınız ne yapardınız?
İstifa ederdim elbette. Orada duramazdım, çünkü Fatih Saraç gibi birinin olduğu yerde çalışmak gibi bir lüksüm olamazdı benim.
“TÜRKİYE’DE GAZETECİLİK YAPILMIYOR, YAPTIRILMIYOR”
Ama “Meydan havuzculara mı kalsın hepimiz istifa edelim de” diyor Fatih Altaylı da?
Bakın bu duyguyu ben de yaşadım. Yayın yönetmenliği bu mesleğin zirvesi. En zor iş onların işi… Milliyet’in yayın yönetmenliği bana teklif edildiğinde hiç tereddütsüz kabul ettim. Çünkü Türkiye’de gazetecilik yapılmıyor, yaptırılmıyor. Ben ise “Burada yarı suçlu hükümet ise yarı suçlu da biz gazeteciler” dedim. Çünkü biz gazetecilik yapmak istemiyoruz, kendi alanımızı sürekli sınırlıyoruz. Haberden korkuluyor. Ben kendi şahsım adına şunu söylemek isterim: Hiçbir haberi saklamadım, haber neyse hakkıyla verdik.
“GİRECEĞİNİZ HABERLERİ HÜKÜMETE SORARSANIZ SORUN YOK”
Tehlikeli olan ne bir gazeteci için peki?
Haberleri saklamadan, çarpıtmadan haber gibi görmek... Talimat gazeteciliği yaparsanız hiçbir sorun yok. Yalçın Akdoğan’a, Hüseyin Çelik’e, Başbakan’a sorarsanız gireceğiniz haberlerinizi ihya olursunuz, hükümet tarafından sevilirsiniz. Yandaş gazeteci olunca sorun da olmuyor. Bakın Star Gazetesi’nden Mustafa Karaalioğlu, gazetede birkaç gündür diyor ki “Ergenekoncu, Cemaatçi, laik kesimlerin medyası olacak da yüzde 50’nin olmayacak mı?” Olsun tabii ki. Neden olmasın? Ama sen yüzde 50’yi temsil ediyorsan diğer taraftaki yüzde 50’den ne istiyorsun? Ben Milliyet olarak sizin mahallenize mi sesleniyorum? Hayır. Kaldı ki ben bu hükümetin pek çok reformist politikasını destekleyen bir gazeteciydim. Hâlâ da öyleyim.
“BU BASKILAR DEVAM EDERSE İKTİDAR SÜRMEZ”
Yani pişman değilsiniz?
Hayır, reformlar yönüyle asla değilim ama şunu da itiraf etmeliyim; bu kadar otoriterliğe, oligarşik bir yapıya sürükleneceğini düşünemezdim. Tayyip Bey çevresindeki danışmanlarınca bir korku çemberine hapsedildi. Bu Yiğit Bulut gibi isimlerin telekinezi tezleri ile kontrol edilemez bir ruh haline büründü. Eskiden Tayyip Erdoğan, yüzü gülen, daha keyifli bir insandı. Gezi’de o kadar komplo teorisi üretip, 7 gencin hayatını karartacağına, gençlerin üzerine polis salacağına o meşhur Tunus gezisinden döndükten sonra o parkta gençlerle bir çay içse belki her şey çok daha başka olacaktı. Reformlar, Anayasa değişikliği bir ara çok değerliydi ama şimdi değil. Burada en büyük yıpranmayı da biz gazeteciler yaşıyoruz. Böyle bir şey sürdürülemez, nasıl ki gazete patronları gazetecilik yapmadan bu gazeteleri sürdüremezlerse. Çünkü her şeyi kararttığınızda halk da sizi karartır, okumaz, internete gider. Zaten bambaşka bir teknolojik çağa geçmişiz. Yazılı basın güç bela ayakta duruyor. Bu baskılarla devam ederse iktidar da sürmez.
AK Parti gider mi diyorsunuz?
3 dönem iktidarda olan bir parti tek seçimde gitmez ama çok fazla yıprandı. Mazlumiyet, yoksulluk iddialarını bu yolsuzluk operasyonu yıktı. O bakan çocukları ile her şey değişti. Ben Tayyip Bey’in bir takım hedeflerini artık kaçınılmaz olarak revize edeceğini düşünüyorum. Bu Gezi ile zaten revize olmaya başlamıştı, çünkü toplum büyük bir tepki verdi. Ardından cemaatle o kavga, medyaya yönelik bu ağır baskı elbette bir yerde biri dur diyecekti.
“ERDOĞAN MEDYANIN GENEL YAYIN YÖNETMENİ”
Başbakan’ın medya üzerinde büyük bir egemenliği söz konusu mu sizce?
Bu medyanın genel yayın yönetmeni bence Erdoğan. En hafif deyimiyle bunu söyleyebilirim. Çünkü gündemi belirliyor, gazetelere ayar veriyor. Maşallah taa Fas’tan alt yazıları bile denetliyor. Birçok genel yayın yönetmenine taş çıkarır bu haliyle.
“O RESMİ GAZETECİLİK YAPAR, BİZ GERÇEK GAZETECİLİK”
Nasıl bir genel yayın yönetmeni sizce, sizden iyi mi?
(Gülüyor) Şartlar eşit değil. Elinde kaynaklar var, o resmi gazetecilik yapar biz ise gerçek gazetecilik yaparız. Bunun batılı toplumlarda örneği yok. Batı demokrasilerine uygun değil yaptığı. O genel yayın yönetmeni ise bizler de bıraksın ülkeyi yönetelim. Madem öyle rolleri değişelim. O iyi başlık atıyor, alt yazıları belirliyor, manşetleri attırıyorsa biz de siyaset yapalım.
“BEYEFENDİYİ KIZDIRMAYALIM GAZETECİLİĞİ YAPMADIM”
Yapılan bir sağlık haberi hükümet tarafından tepki görüyor ve ardından 3 gazeteci işinden oluyor, siz müsaade eder miydiniz bu duruma?
Asla izin vermezdim. Ben kimsenin burnunu kanatmadım. Benim de elbette attığım muhabirler oldu ancak siyasi iktidarın baskısı ile değil bizzat kendim istediğim için attım. Bakın çok samimiyim, ben hayatım boyunca tek bir haberi yayınlarken bile tek bir siyasetçiye sormadım, danışmadım, izin almadım. “Aman Beyefendiyi kızdırmayalım” hiç demedim. Sayın Çelik, Sayın Akdoğan demedim. Onun adı zaten gazetecilik değil. Ben Tansu Çiller, Bülent Ecevit, Mesut Yılmaz, Turgut Özal dönemlerinde de gazetecilik yaptım ve her daim dik durdum.
“BEDELİ HEP GAZETECİLER ÖDÜYOR, AMA BU SİYASET DE ÖDEYECEK”
Neden dert hep medya ile gazeteciler ile?
Bedeli her zaman gazeteciler ödüyor, kimi zaman hayatlarıyla kimi zaman da işleriyle güçleriyle. Ben de bedel ödedim ama benimki o yaşamını yitiren büyük ustaların yanında hiç kalır. Ben en azından hayattayım. Ben kendimi Abdi İpekçi kuşağının devamı ve o ustaların çırağı sayıyorum. Onların nasıl öldürüldüğüne tanık oldum. Milliyet çok önemli bir yer, doğru yapılan bir haber nedeniyle kimse Milliyet’i sallayamaz. Sadece ne olur biliyor musun? En fazla işimizden oluruz ama Milliyet’i yok edemezler. Süreç devam ediyor, edecek; bu siyaset de bedel ödeyecek. Bize “Batsın böyle gazetecilik” diyenler için biz “Batsın böyle siyaset” demedik ama 17 Aralık’tan sonra onlar kendi kendilerine zaten batıyorlar. Bakan çocukları ile yolsuzluk, hırsızlık ve tapelerle batıyorlar. Burası Anadolu coğrafyası hiçbir zaman otoriterliği, totaliterliği kabul etmiyor. Sen dediğim gibi birçok can yaktın birçok gazeteciyi işinden ettin. Biz sadece yerimizden yurdumuzdan olduk. Hiç olmazsa canımızdan olmadık. Burası Türkiye, tüm bunlardan arınacak ve çok eminim ki sektör de arınacak. Sektör 3 kuruş sermaye ile buraya gelip onlarca sene 20 yıl 30 yıl emek veren gazetecileri atan patronları üzerinde tutmayacaktır.
“BU SÜREÇ YÜCE DİVANLIK”
Siyaset de bedel ödeyecek derken?
Düşünsenize Başbakan müteahhitlere ihale veriyor, adamlar bir sabah kalktığında gazete sahibi oluyor. Böyle trajikomik bir hadise olur mu hiç? Zorla para toplatılıyor, zorla havuzlar oluşturuluyor. Adamlar tansiyon hapları ile ayakta duruyor. “Nereden çıktı bu iş” diye tutuşuyorlar. Parayı toparlayamıyor, gidiyor devlet bankasından kredi kullandırılıyor. Bakın bunlar benim başıma 97- 98’de geldi. 28 Şubat süreciydi. O zaman da Milliyet’in yayın yönetmeniydim. O zaman Başbakan Mesut Yılmaz’dı. Türkbank’ı arka planında Çakıcı olan Korkmaz Yiğit olan bir sermaye grubuna yani mafyaya sattılar. Türkbank satışından elde edilen bir milyar dolarlık sermayeyi de medyayı ele geçirip seçimde kullanmak için planladılar ve o plan çöktü. Çünkü o plan içinde Milliyet de vardı. Ben de hep şunu inandım: Suikaste uğramış bir Genel Yayın Yönetmeni olan Abdi İpekçi’nin temiz ruhu hâlâ bu gazete koridorlarında dolaşıyor ise bu satış gerçekleşmez, bu gazete bu kirli ellere geçmez dedim ve geçmedi. Korkmaz Yiğit’e satış süreci Yüce Divanlık oldu ve Mesut Yılmaz Türkbank süreci için Yüce Divan’da yargılandı. Şimdi bu süreçlerde Yüce Divan’lık süreçler.
“BAŞBAKAN DA BAKANLARI DA YÜCE DİVAN’A GİDEBİLİR”
Yani Başbakan Erdoğan da mı Yüce Divan’a gidebilir diyorsunuz?
Elbette gidebilir. Hatta sadece o değil Bakanları da gidebilir… Çünkü siz bu şekilde bir medya yarattığınızda çöker bu, altında kalırsınız.
“ÖZAL BENİ ATTIRMAK İSTEDİ, AYDIN DOĞAN KORUDU”
Geçmiş dönemde hiç iktidar baskısı nedeniyle işinizden olduğunuz oldu mu?
Bakın ben 1990’da birinci Körfez Savaşında Irak’a Saddam ile röportaja gittim Özal döneminde. Türkiye savaşa girecekti. Biz öteki cephede neler oluyor acaba diye -tırnak içinde- düşman cepheye gittik. Röportajı Milliyet’te yayınladık. Özal o dönem beni attırmaya çalıştı. Ben gazetenin Ankara büro şefiydim, Aydın Doğan korudu. Dahası da var. Ben 28 Şubat’ta gazetenin genel yayın yönetmeniydim, Aydın Bey önüme 11 kişilik bir liste koydu askerlerin hazırladığı. Türk basınının en önemli kalemleri vardı o listede. Aydın Bey “Bunlarla başımız dertte ne yapacağız?” dedi. “Hepsini koruyacağız” dedim. Biz arkadaşlarımızın arkasında durduk. Sabah Gazetesi ne yaptı? Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar gibi birçok isimi işten attı.
“AYDIN DOĞAN BASKILARA KARŞI HEP DİK DURDU, İYİ BİR MEDYA PATRONU”
Aydın Doğan süreçte Demirören’den daha mı dik duruyor sanki?
Elbette, hiç tartışmasız öyle... Kaldı ki o haksız vergi cezasına uğramış ve bütün gazetelerini, servetini kaybetme riski ile karşı karşıya kalmışken. Ama Aydın Doğan ile Demirören’i karşılaştırmamak lazım, çünkü Demirören’in hiçbir medya tecrübesi yok, sektöre yeni girdi ve iktidara çok bağımlı biri.
“17 ARALIK’TA KOLTUĞUMDA OTURSAYDIM EĞER…”
Genel yayın yönetmenliğinden alındıktan sonra köşe yazarlığı için direttiniz mi peki, böyle iddialar vardı?
Hayır, böyle bir şey olmadı, ayrıca devam da etmedim. Fikret Bila’yı gazete için öneren isim de benim. Onlar da kabul etti. Demirören ailesi ısrarla bana hükümetin beni göndermek istediğini söylüyordu. Zaten kendilerinin de çok hoşnut olduğunu söyleyemeyeceğim, çünkü ben gazetecilikte inat eden bir adamdım, “Önce haber” diyordum. Beni zapt edemiyorlardı. “İnadına gazetecilik” diyen birini isterler mi? Böyle bir dönemde yani 17 Aralık’ta ben gazetede olsaydım o bakanların istifasını ilk günden isterdim.
İktidar baskısından ziyade Demirören sizinle anlaşamadığını, geçinemediğini söylemiş?
Benim dönemimde orada iyi gazetecilik yaptık, iyi gazete çıkardık. İnsanlara sonsuz fırsat açtık. Mesela benim için “Çok masraflıydı” demişler. Evet bu doğru. Gazetede seyahat yasağı vardı. Hiç kimse bir yere gidemiyordu. Biliyor musunuz Bünyamin Aygün hangi duygularla Suriye’ye gitti? Aylardır bir yerlere gönderilmedikleri için bir şeyler yapma hevesi ile gitti ve orada rehine düştü. Bir gazeteyi canlandırmanın tek yolu vardır; o da haberciliktir. Gazeteleri köşe yazarları sattırmaz. Yapılan haber satar. Haberi kim üretir? Muhabir. Ben gelir gelmez bazı yazarların işine son verdim, bazı muhabirlerin ise maaşına zam yaptım. Özel haber çalıştırdım. Evet, ben insana ve muhabire yatırım yaptım, gazetenin sayfalarını çoğalttım, 104 sayfa gazete yaptım. O bize çeşitlilik, canlılık getirdi. Reklâm dönüşü sağladı. Çünkü Milliyet büyükler liginden düşmüştü. Harcama yaptım ama dönüşü oldu bize fazlasıyla. Bakın şimdi Roboski tartışılıyor değil mi? Namık Durukan Roboski’nin birinci yılında aynı katırlarla Encü Ailesi’nden birini de yanına alarak orayı geçti ve biz bunu kapak yaptık. Orada ölümcül tehlike vardı. Erdoğan Demirören o dönem beni arayıp tebrik edip “Bunlardan Vatan’a da yap” dedi. Harcamaları ben bunlara yaptım.
“DEMİRÖREN’DE BEYEFENDİ GAZETECİLİĞİ VARDI”
Başbakan Erdoğan sürekli Demirören’i arıyormuş ya haberler için. Bir nevi “Alo Demirören” hattı mıydı bu?
Onu da, çocuklardan birini de olabilir. Beyefendi gazeteciliği vardı ama ben bunu tanımadım. Bu benim raconuma uygun değil. Ben Başbakan ile Malezya gezisinde uçakta yarım saatlik bir görüşme yaptım. O bana bir şeyler söyledi, ben ona bir şeyler söyledim. “Bel altı vuruş olmayacak" dedi. “Benim gazetecilik hayatım bir tek bel altı vuruş yok, yıllarca gazetecilik yapıyorum hakaretten açılmış tek bir davam yok ” dedim.
“GAZETECİLİĞİMİZ DEĞİL KÖTÜ SİYASETİNİZ BATSIN”
Başbakan’dan korkan, çekinen gazetecilerden miydiniz, belli ki medyada bir korku imparatorluğu var?
Hayır asla. Korksaydım eğer bu kitabı kaleme almazdım. Korku imparatorluğu varsa ve biri çıkıp “Batsın senin gazeteciliğin” diyorsa ben de “Hayır batmasın” diyorum. Kötü siyaset batsın, kirli siyaset batsın.
“TAPE KORKUM YOK”
Medyaya yönelik tapeleri dinlediğinizde ne hissediyorsunuz bir gazeteci olarak?
Hiç şaşırmıyorum. Bu kitapta yazdım hem de tapeye girmemiş olanları da var. Ben tapelerden de korkmam. Telefonda da son derece özgür konuşurum. Dinlesinler.
“HERKESİ KOMİSYONA ÇAĞIRDILAR, BENİ ÇAĞIRMADILAR”
Hiç “Keşke yapmasaydım” dediğiniz şeyler var mı meslek hayatınızda?
İyi ki yapmışım dediğim şeyler o kadar çok ki... Ama hiç keşkelerim yok. Daha iyi şeyler de yapacaktık ama o kadarına izin vermediler. Ben diyorum ki çok şanslı bir dönemde genel yayın yönetmenliği yapmışım. 28 Şubat’ta şanssız bir dönemdeydim ama o zamanda çok iyi gazetecilik yaptık. O zaman darbe olurken askerlere “Dur” dedik. Madeleine Albright'ın “Anayasa dışına çıkmayın” uyarısını verdik. O benim yüz akımdır. Bakın herkesi 28 Şubat komisyonuna çağırdılar, bu komisyona merkez medyada çağrılmayan tek gazeteciyim. Bunu bir önemi yok mu?
“28 ŞUBAT’TAN DAHA BETER BİR MEDYA VAR”
28 Şubat dönemindeki medyadan farklı mı şimdi medya?
Maalesef o dönemden çok daha beter bir tabloyu yaşıyoruz. Bu hükümetin büyük başarısızlığıdır bu. Bu tam bir sivil 12 Eylül.
“SORUMLU İKTİDAR VE ZAYIF MEDYA PATRONLARI”
Türkiye basın özgürlüğü konusunda nerede şu an?
En kötü dönemlerden biri yaşanıyor. Biz zaten zayıf bir ligdeyiz medya konusunda. Bunun sorumluğu en başta sivil iktidarda, ikinci olarak da bu zayıf medya patronlarında.
“ZAYIF MEDYA PATRONLARI SEKTÖRDEN ÇEKİLSİN”
Ne yapmalılar?
Derhal medyadan çekilsinler. Vicdanlarına sorsunlar ne yaptıklarını. Bu dönemin kaybedeni sadece biz gerçek gazeteciler. Bu olaylar sonrası vatandaş gazetecilere güvenmiyor. Çünkü siyasetçinin günahı da gazeteciye yıkılıyor. Ben büyük bir huzur içinde görevi bıraktım, beni tek üzen benden sonra bu kadar adamın kanını dökmeleri, bu kadar adamı işten atmaları oldu. Ben böyle olacağını bilseydim kalır mücadele ederdim.
Gönderildiniz nasıl kalacaktınız ki?
Türlü türlü yolları var direnebilirdik.
“BİR KAÇ CİLT KİTAP DA FİKRET BİLA YAZAR”
Peki böylesine baskıya yılların gazetecisi Fikret Bila nasıl dayanıyor?
Valla benden sonra birkaç cilt kitap da sanırım o yazar. Bunu benimle değil onunla konuşmanızda fayda var.
“TALİMAT GAZETECİLİĞİ YAPMADIM”
Şimdi bir eleştirim olacak ama sadece size değil, siz ve sizin konumunuzda olan bütün genel yayın yönetmenlerine. O koltuklarda oturduğunuzda hiç sesiniz çıkmazken, koltuktan inince mi medyaya baskı olduğu hatırlanıyor. O zaman neden tepki gösterilmiyor?
Valla ben en iyi dönemimi yaşadım. Ne sansür ne otosansür yaptım. Çok şanslı bir dönemde oturdum o koltukta, ayağıma hep önemli toplar geldi ben de onları gole çevirdim. Mesela İmralı tutanakları da onlardan yalnızca bir tanesi… Kimsenin talimatıyla kimseyi işten atmadım. Aman şu bakana sorayım, aman Ankara ne der telaşı ile hiç habercilik yapmadım. Dolayısı ile o koltukta otururken şikâyet etmemi gerektiren bir şey yoktu. Patron aransa da ne kadar baskı görsek de haberlerimize yansımadı.
“GAZETELER İKTİDARIN VAHŞİ SALDIRISINI HAK ETMİYOR”
Şu an Milliyet Gazetesi’ni nasıl buluyorsunuz?
Evime hâlâ bu gazete giriyor. O nedenle yorum yapmayacağım. Bu gazeteler çok büyük emekle çıkıyor ve iktidarın vahşi saldırısını hak etmiyorlar. Hiçbir meslektaşım bu muameleyi hak etmiyor, siyasetçiler kendi işlerine baksınlar, medyayı zaten medya mensupları hallediyor. Biz onlara fazlasıyla değer veriyoruz, yer veriyoruz.
“TEK DEFOM ‘YETMEZ AMA EVET’Çİ OLMAK”
Reformlarını destekledim dediniz ya merak ettim AK Parti’ye oy verdiniz mi?
Asla, kesinlikle, hayır... Ben hayatım boyunca sola oy veren bir insanım, bir tek defom var, o da bana göre çok büyük bir defo sayılmaz; Anayasa’ya “yetmez ama evet oyu” verdim.
Pişman mısınız o evet oyundan?
Hayır değilim, çünkü o zamanki bakış açım oydu. Ben 12 Eylül 82 yani, darbe Anayasası’na hayır diyen yüzde sekizin içindeyim.
Kitabınızın ismi de kullandığınız kapak resmi de çok çarpıcı. Neler var, ne anlatıyorsunuz?
O kadar çok çarpıcı başlık var ki okuyun derim. İddialı bir kitap... İmralı tutanaklarından başlayan, Gezi ile devam eden ve 17 Aralık ile son bulan… Tabii Milliyet’te neler yaşandı hepsini açık açık yazdım.
“DEMİRÖREN BAŞBAKAN’A SÖZLER VERMİŞTİ”
Kitabınızın ismi de kullandığınız kapak resmi de çok çarpıcı. Neler var, ne anlatıyorsunuz?
O kadar çok çarpıcı başlık var ki okuyun derim. İddialı bir kitap... İmralı tutanaklarından başlayan, Gezi ile devam eden ve 17 Aralık ile son bulan… Tabii Milliyet’te neler yaşandı hepsini açık açık yazdım. Demirören’in İmralı haberi için Başbakan'dan özür dilemesi de var; Demirören İmralı haberi için Başbakan'dan özür diliyor: 'Sizi çok üzdük. Milliyet'i hemen uygun gördüğünüz birine satmaya hazırım" diyor. Başbakan bu öneriye bozuluyor: "Alırken bana mı sorunuz da şimdi kime satacağınızı bana soruyorsunuz." Diyor. Erdoğan Demirören Milliyet'i satın aldıktan sonra gazetenin başına kimi getireceğini Başbakan'a sorması da var. O isim de zaten Akif Beki'ydi. Demirören'lere direnemediğim tek olay, Nagehan Alçı'nın gazeteye alınmasıdır. Onun nedeni de şuydu: Meğer Y.Demirören, 'Beyefendi'ye yani (Başbakan'a) söz vermiş".. Ama kitabın bütün detaylarını burada anlatmayayım, bence kitaptan okunsun…
“KEŞKE BU LANET DÖNEMDE O KOLTUKTA OLSAYDIM”
Peki “İyi ki bu lanet dönemde genel yayın yönetmeni değilim” dediğiniz oluyor mu hiç?
Hayır olmuyor. Keşke otursaydım. Çok da güzel gazetecilik yapılır. Cumhuriyet, Sözcü, Taraf gayet güzel başlıklar atıyorlar. Bakın her tarafı kararttılar. Ana akım haberleri vermiyor, siz o sabah bakanların çocuklarının kapıları çalınana kadar böyle bir haberden haberdar mıydınız? Değildik. Peki, böyle bir haberin haber olması engellenebildi mi? Hayır engellenemedi. Otoritenin en büyük yanılgısı budur. Engelleyemezsin. Gizleyemezsin. Gazeteler veremese bile artık internet var. Bırakın interneti savcı bildiri dağıttı bu ülkede. Muammer Güler’in oğlunun 1 trilyonu gizlendi mi? Utanç verici bunlar. Kapatılabilir hali yok, kapattıkça batarsınız.
“SAVAŞ SIRASI BİZ GAZETECİLERİN”
Röportajımızın sonlarına doğru gelirken sormak isterim; medyaya yönelik baskı bu kadar ayyuka çıkmışken son sözleriniz ne olur?
Mesleki anlamda savaş sırası bizde. Herkes işini yapacak. Bakalım gerçek gazetecilik mi batacak yoksa kötü siyaset mi. Devran dönüyor.
Türkiye kuşkusuz ki tarihi günlerden geçiyor. Peki, bu kavga daha ne kadar sürer?
Bitmez sürer. Daha da büyür.
Siz bu kavganın ne tarafındasınız?
Elbette bir tarafında değilim ve birçok kesim gibi ben de rahatsızım. Ancak bu kavga olmasaydı tüm bu gerçekler de ortaya çıkmazdı.
“YAT DEĞİL YELKENLİ GEMİ ALDIM”
Son bir soru, herkesin çok merak ettiği; yat meselesi doğru mu, birçok iddia ortaya atıldı çünkü?
(Gülüyor) Yat meselesi diye bir şey yok. Yelkenli bir tekne aldım. Ancak tekneyi gazeteden ayrıldıktan sonra almadım. Şubat ayında gazetenin başındayken aldım. Hem de buradan aldığım ücretle. Çünkü o yelkenli tekne benim hayalimdi. Hatta tekneyi Hasan Cemal ile birlikte aldım. Teknede denizciliği öğrenmeye çalışıyorum ama o gazete yapmaktan daha da zor. O haberi çarpıttılar.
14 ay boyunca konuşmadınız; ilk kitabınızın ardından ilk bana konuşmanız çok önemli. Çok teşekkür ediyorum. Dilerim kitabınız beklenen ilgiyi görür.
Daha yeni Daha eski