KUR'AN KUTSAL KİTAP MIDIR?
En son söyleyeceğimi ilk başta söyleyerek başlayayım, sonra gerekçelerini sıralayacağım:
İslam ‘dinlerden bir din’ olmadığı gibi…
Hz. Peygamber ‘din adamı’ olmadığı gibi…
Kur’an da bir ‘kutsal kitap’ değildir!
(“İslam dinlerden bir din midir?”, “Bir din hayattan nasıl çekilir?” ve “Hz. Peygamber din adamı mıydı?” başlıklı makalelerde ilk ikisine dair yazmıştım.)
Bu konu neden önemli?
Çünkü İslam’a “dinlerden bir din” muamelesi yapar ve onun Peygamberini de “din adamı” gibi görürseniz, her ikisini de gerçek hayat mecralarının dışına itmiş olursunuz…
Kur’an’a da ‘kutsal kitap’ muamelesi yaparsanız, onu “tapınak ayinine” dönüştürür ve “ölü metin” haline getirirsiniz…
Çünkü ‘kutsal kitap’ okunmaz, anlaşılması gerekmez, tapınmaya yarar. Aklın ve tefekkürün konusu değildir. Bu nedenle de içinde her türden ‘absürd’ geçse normaldir. Zira nasıl olsa yaşamın konusu değildir. Diriler için manevi tatmin, ölüler için de telkindir…
Daha önceki dinlerin hayattan çekilişi hep böyle olmuştu.
Şu an Türkiye’de din buna dönüşmüş durumda.
İslam, dinler dünyasındaki reformcu özelliğini kaybederek, dinlerden bir din haline geldi/geliyor ve eski dünya dinlerinin akibetine doğru hızla ilerliyor.
Kanımca bunun panzehiri “Devrimci din”, “Arkadaş peygamber” ve “Yaşayan Kur’an” anlayışıdır.
***
Düşünün…
Bir sabah kalktınız Kur’an yeryüzünden (Türkiye’den) suların çekildiği gibi çekilmiş; nüshaları kalmamış, hafızlar unutmuş ve hiç bir yerde bulanamıyor…
Sizce kim arar kim sorardı onu?
Tüccarın çekini, yargıcın kanun maddelerini, öğretmenin tebeşirini, öğrencinin ders kitabını, aşçının kepçesini, kadının aynasını, erkeğin cüzdanını aradığı gibi kim arar kim sorardı onu?
Eksikliği nerede hissedilirdi?
Kur’an’ın hayatımızdaki yerini anlamak için bunun üzerinde biraz düşünmek yeterli.
Ne tüccar, ne yargıç, ne siyasetçi, ne komutan, ne gazeteci, ne öğretim görevlisi, ne yönetmen, ne öğretmen, ne öğrenci, ne aşçı, ne anne, ne baba, ne kadın, ne erkek “Daha dün buradaydı, Nerede bu Kur’an? Biz şimdi ne yapacağız?” diye sorar mıydı?
Kim sorardı?
Sanırım şunlar: Ölüsü olanlar, ölü yıkayanlar, cenaze kaldıranlar, mezara toplananlar, taziyeye gidenler… Ezber yapanlar, hatim indirenler… Mevlit okutanlar, mabede gidenler…
Tıpkı Hristıyanların yaptığı gibi… Hatta ondan da geri çünkü hiç olmazsa onlar evlenirken hatırlıyor, papazdan İncil dinliyorlar…
İşte tapınak kitabı, ölü metin dediğimiz şey budur.
***
Bunun en önemli sebebinin “kutsallık” anlayışı olduğunu görüyoruz.
Yani Kur’an’a ‘kutsal kitap’ muamelesi yaparak güya “yüce, ulvi ve saygın” yerine koyma anlayışı…
Kur’an’a “kutsal kitap” muamelesi yapmanın tarihten gelen sebepleri olduğu gibi, dünya, kuddüs, müberek, arz-ı mukaddes, ruhu’l-kudus vb. kavramların eski dünya dinlerindeki gibi algılanması da yatıyor. Oysa bunlarla ne kastedildiğini iyi anlamamız gerekiyor. Çünkü Kur’an’ın bunlara verdiği anlam “reformcu niteliği” gereği, yaşamla, hayatla, doğayla, insanla ilgilidir…
Örneğin “dünya” kelimesinin anlamı “yakın olan yer” demektir. Ahirette “sonra olan” manasına geliyor. Biri pis ve adi, diğeri temiz ve yüce manasına gelmiyor. Kur’an’da biri kutsal diğeri kutsal-dışı diye bir ayırım göremiyoruz. Her ikisi de Allah’ın yaratma eylemi sonucu ortaya çıkan veya çıkacak olan birer “tecelli” yani güç ve görkemin gösterilmesidir. Çünkü Allah yerlerin ve göklerin nurudur. Allah’ın nuru nasıl pis ve adi olabilir?
Dünyanın “fani” olması da onun kutsal dışı olduğu anlamına gelmiyor. “Sürekli yeniden yaratılışın” bir evresi olduğu anlamına geliyor. Allah, insanoğlunun algı ve idrak kapasitesinin dört boyutuna birden hitap ederek ilk (el-evvel), son (el-ahir), görünen (ez-zahir) ve görünmeyen (el-batın) olduğunu söylüyor (Hadid; 57/3). Demek ki her dört boyut ta yaratma eyleminin tezahürleri olup gerçeğin ta kendisi (el-haqq) dır. Birine gerçek diğerine hayal diyemeyiz. Bir havai fişekten çıkan parıltılar gibi, parıldadığı “an” da, söndüğü “an” da gerçekliğin bir boyutunu ifade eder. Eskiden olan da, yeni olan da, parıltı da, karaltı da gerçekliğin ta kendisidirler. Bunlar parçalanamaz bir bütündür (es-samed). Bu bütünlüğü parçalayıp neresine kutsal neresine kutsal-dışı diyeceğiz?
Yine bir Hıristıyan kültürü olan Hz. Adem’in yukarılardaki “kutsal cennetten” , aşağılardaki profan dünyaya “sürgün” edilmesi diye de bir şey yok. Ademoğulları yani insan türü, dört boyutun görünen (ez-zahir) anında dünyada (bahçe/cennet) yaratılmış ve oradan yeryüzüne dağılmışlardır. İnsanoğlunun çektiği acı bu nedenle bir sürgün cezası değil; oluş ve varoluş sancısıdır. Onun için her insan doğumu sancılıdır. Bu nedenle de kadının ay haline “O bir oluş sancısı (eza) dır” (Bakara; 2/222) denilmiş; pislik, hastalık, uğursuzluk değil…
“Kuddüs” de “kutsal” demek değil. Kutsal, Türkçe’de “Kut’a” (Tanrı’ya) ait olan, O’ndan bir parça taşıyan manasında olup bunun için kutsal deniliyor. Bu din anlayışında yukarısı nur/ ışık/mana alemi, aşağısı karanlık/zulmet/madde alemi olarak görüldüğü için, yukarıdan gelen her şey kutsal, aşağıda alan her şey de kutsal-dışı olmuş oluyor. Kutsal, aşağılık madde aleminde nereye dokunursa orası kutsanmış oluyor. Bunun için İsa kutsal, Meryem kutsal, çalı kutsal çünkü kutsal bunlara dokunmuştur (!).
Oysa Kuddüs “temiz ve pak olan” demektir. Peki bunun zıddı kirli ve pis olan nedir? Bütün çirkin ve kötü fiillerdir… Allah’ın kendine farz kıldığı “rahmet” yani bütün sevgi, merhamet ve iyilik dışı amellerdir. Yoksa Allah temiz, yarattığı dünya pis, ya da ahiret temiz, dünya pis diye bir ayrım ve parçalanma asla söz konusu olamaz.
“Mübarek” de sürekli olma, kalıcı olma, çoğalma, yayılma, birikme anlamında kullanılıyor. Bu anlamda “Allahu Teâla ve Tebâreke” dediğimizde Yüce, Ulu, Kalıcı, Daim olan, Ölmeyen, Yok olmayan, Yaşayan ve hep Yaşayacak olan Allah demiş oluyoruz. Kuran’ın “mübarek” bir kitap olması bu anlamda insanların kalbinde kalıcı olması, insanlık vicdanında çağlar boyu yankılanması, insanlığı sarıp sarmalaması, tutması, onlar tarafından benimsenmesi ve giderek ona inananların, gönül verenlerin çoğalması, artması manasındadır. Bu durumda mübarek beldeler demek de “yankısı çağlar boyu süren, kalıcı, sürekli yerler” demektir. Yoksa Tanrı’nın (Kut’un) dokunduğu/indiği ve bu nedenle de kutsal olan yerler demek değil…
Görüldüğü gibi bölünmez bütünlüğü parçalayıcı eski dünya dinlerinde olduğu gibi “gökte kutsal” ile “yerde kutsal-dışı” diye bir ayrım yoktur, dahası bu tevhide aykırıdır.
“Arz-ı mukaddes” ise pak toprak, temiz ülke anlamındadır. Kuran’ın Hz. Musa’nın halkına yönelik “pak ülke”, “ideal yurt” veya “adalet ve barış yurdu” kurmak anlamında hedef gösterdiği “arz-ı mukaddes” kavramı, esasında tutsak edilen halkların özgürlük mücadelesi sonucunda ulaşacağı nihai hedefi göstermektedir. Böylesi bir mücadeleyi veren her halkın da hakkı olmak icap eder. Kaldı ki buradaki halkı da esas itibariyle Yahudiler değil Mısırlılar olarak okumak gerekir. Mısır Firavunluğunun despot idaresi altında ezilen ve içlerinde “İsrailoğulları” diye bilinen oymağın da bulunduğu genel olarak Mısır halkı kastedilmektedir. Bu, Musa istismarını ayyuka çıkardıkları için deşifre amacıyla “İsrailoğulları” üzerinden anlatılmaktadır…
“Ruhu’l-Kuds” ise “kirlilikten uzak hareketlilik, canlılık ve algılama” manasına gelir ki aynı zamanda Allah’ın peygamberlere bahşettiği vicdanî duyarlılık ile canlı idrak, algı (ruh) kuvveti demek olur. Çünkü kuds uzak olmak, pislikten uzaklaşmak, temizlik, paklık, arılık, ruh da (alemde) hareket, canlılık, (insanda) idrak ve algı gücü demektir. İkisi birleşince (Ruhu’l-kuds) insanda tertemiz vicdan, ruh dinginliği, yürek temizliği dediğimiz şey ortaya çıkar…
Keza Ruhu’l-kuds “Kuddüs’ün ruhu” manasına gelir ve Kuddüs’ün (Pak ve temiz olan Allah’ın) peygamberin kalbinde doğurduğu ruhu (canlılığı, algı kuvveti, vahyi) demek olur. Yoksa “Kutsal ruh” diye ayrıca bir varlık var da ondan bahsediliyor değildir…
***
Kur’an’a “kutsal kitap” muamelesi yapmanın, kavramları yanlış anlamaktan kaynaklanan sebepleri olduğu gibi, tarihten gelen kutsiyetçi anlayışların da etkisi olduğunu görüyoruz.
Yahudiler, üzerinde “Kutsal Kitap” yazmasından da anlaşılacağı gibi, Tevrat’ı öyle kutsarlar ki Talmutçu tefsirlere göre Tanrı ilk önce Tevrat’ı yaratmış, alem Tevrat’da geçtiği için yaratılmıştır. İnsanlardan bu Tevrat’ı kabul edecek kavim aranmış, hiç biri kabul etmemiş, nihayet İsrailoğulları kabul etmiş ve Tanrı “kutsal emaneti” onlara vermiştir…
Malum, Hristıyanlar da İsa’yı “logos” (söz) yerine koyarak “Başlangıçta logos (söz) vardı” (Yuhanna; 1-3) ifadesinden de anlaşılacağı gibi İsa’ya ezeli ve ebedi kutsallık atfederler…
Aynı şeyi Müslümanların Kur’an için yaptığını görüyoruz.
Öyle ki Kur’an topluca “Lehv-i mahfuz”da yazılmış, oradan dünya göğünün semasına indirilmiş, oradan da Hz. Peygamberin kalbine ilka edilmiş... Kur’an lehv-i mahfuz da Kaf Dağı kadar büyük Arapça harflerle yazılmış… İçinde ezelin ve ebedin bütün bilgisi varmış… Kıyamete kadar olacak bütün olaylar ayetler içine yerleştirilmiş olup, bunları ebcet hesabı yaparak, şifrelerini çözerek bulabilirmişiz…Sonsuz anlam hazinelerine sahipmiş, çalkaladıkça kendisinden yağ çıkan bir kap gibiymiş… Batıda ortaya çıkan bilimsel keşifler zaten Kur’an’da haber veriliyormuş… Örneğin Ebabil kuşları füze başlıkları, Belkıs’ın tahtını getirme ışınlama demekmiş… vs. vs.
Bu anlayışa göre yeryüzünde olaylar olmadan önce Kur’an vardı. Kur’an’ın gerçekleşmesi için olaylar öyle olmak zorundaydı (!). Tıpkı önce Tevrat vardı, sonra alem ona göre yaratıldı veya önce logos (söz) vardı, sonra insanın sürgünü başladı gibi…
Bu, sözü vakıaya, cevabı soruya önceleyen bir anlayıştır. Allah’ı bırakıp kitabını, peygamberini ezeli ve ebedi görmektir. İşaret edilen yöne gitmeyi bırakıp işaret parmağı ile uğraşmaktır.
Böylesi kutsal bir kitaba herkesin dokunması da düşünülemez herhalde. Onun için de abdestsiz dokunulmaması gerekir. Müslüman olmayan birisi “Şu sizin kitabınızda ne yazıyor, bir bakayım” dese mesela ona önce abdest alması gerektiğini söyleyeceksiniz (!).
Eh, böyle olunca Kur’an alem yaratılmadan önce “lehv-i mafuz” da yazılır, ezeli ve ebedi “logos” olur. Kutsal tapınma nesnesine dönüşür. Yaş kuru ne varsa içinde onu ararsınız, abdestsiz dokunamaz, “nass” haline getirir; “dogma” yaparsınız. Üzerinden tefekkür kalkar, teberrüken okunur. Kutsalı anlamaya gerek yoktur, çünkü anlaşılacak bir tarafı yoktur, tapınmak için vardır. Kutsala dokunamadığınız gibi hayatın içine de taşıyamazsınız çünkü kirlenir. Kutsal yeryüzüne inmez, inmemelidir, o yüce ve ulvi yerinde durmalıdır. Dünyanın pis işlerine, kirli siyaset ve devlet işlerine hele asla bulaştırılmamalıdır. Çekildiği kutsal köşesinde tertemiz durmalı, ayinlerde anılmalı, tapınaklarda en ulvi duygular ile terennüm edilmelidir.
***
Oysa Kur’an’a abdestsiz dokunmanın bir sakıncası yoktur. Ne Kur’an’ın bunu söylediğini, ne de sahabelerin böyle bir şey yaptığını görmüyoruz. “Bu çok değerli bir Kur’an’dır. Korunmuş bir kaynaktan (Lehv-i mahfuz) gelmektedir. O (kaynağa) tertemiz olandan başkası dokunamaz” (Vakıa; 77-79) ayeti Kur’an’ın inişi ile ilgilidir. Yani peygamber mecnun (cinlerle konuşan) veya kahin (kehanette bulunan) değildir. Şeytanlarla veya cinlerle konuşmuyor; Allah’tan geliyor bu kitap demek istiyor. Burada lehv-i mahfuz Allah’ın iradesi oluyor; korunmuş levha, sağlam kaynak anlamında…
“Kur’an’ı biz indirdik (indirirken) koruyan da biz olacağız” (Hicr; 15/9) ayeti de böyledir. Bunun gerekçesini de zaten bir önceki ayet veriyor: ‘Ey kendisine kitap indirildiğini söyleyen, aslında sen cinlerle konuşuyorsun. Eğer doğru söylüyorsan melekleri neden göremiyoruz?’ diyorlar.” (Hicr; 15/6). Böyle diyenlere diyor ki onu cinler indirmiyor, onu indirirken biz koruyoruz, cinler, şeytanlar araya giremez.
Keza Kur’an’ın kendisinden bahsederken “Kutsal Kitap” tabirini kullandığını da göremiyoruz. Bu, eski dünya dinlerine ait bir tabir olup, altında, din adamlarının kendilerini kutsatma ve böylece bu kutsallığın gölgesinde otorite kurma, kendilerini tartıştırmama, aklı ve tefekkürü kaldırma amacı yatar.
“Kitap” kelimesi Sözlükte “yazmak, telif etmek, göndermek, kaydetmek, emretmek, farz kılmak” demektir. Terim olarak Allah’ın kitabı kastedilir. Özel olarak İbranice töre, gelenek, kanun, yol anlamına gelen Tevrat (Torâh), Arapça yazılan şey, kitap anlamına gelen Zebur, Aramice haberci, müjdeci, resul anlamana gelen İncil (Eski Yunanca Euangelion, Fransızca Evangile, İngilizce Evangel) ve Arapça okunan, toplayan anlamına gelen Kur’an kastedilir.
Kitap kelimesinin Kur’an lisanında aynı zamanda daha üst bir kavram olarak da kullanıldığını görüyoruz. Elma, armut, ayva, kiraz kelimelerinin “ağaç” başlığı altında toplanması gibi, Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an kelimeleri de “Kitap” başlığı altında toplanmaktadır. Yani bütün bunlar bir ana “Kitap”tan (lehvi-i mahfuzdan/korunmuş kaynaktan/iradeden) çıkmakta ve tarihin belirli bir zaman ve mekânında yeryüzünün tozuna toprağına bulanarak Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an olmaktadır…
Kuran’ın otuza yakın başka isimleri de vardır: Ayıran, fark koyan (furkan ), öğüt, hatırlatma (zikr), indirme (tenzil), söz (hadis), nasihat, vaaz (mev’iza), bilgelik kaynağı (hikmet), tedavi eden (şifa), doğru yolda yürüten, ona götüren (huda), doğruluk ve dürüstlük yolu (sırat-ı müstakim), ip (habl), sevgi ve merhamet kaynağı (rahmet), canlılık, soluk, nefes (ruh), gerçek yaşam öyküsü(kasas), açıklama (beyan), vicdanın sesi (besair), ayıran, karıştırmayan (fasl), parça, parça inen (necm), tekrarlayan, vurgulayan (mesani), iyilik, lütuf (nimet), delil, kanıt (burhan), hayatın içinden gelen, sapasağlam (qayyum), güvenli sığınak (müheymin), aydınlatan (nur), gerçeğin ta kendisi (haqq), güçlü, yüce, (aziz), cömert, asil (kerim), büyük, ulu (azim), kalıcı, sürekli, çağlar boyu yankılanacak (mübarek)…
Görüldüğü gibi ısrarla “kutsal” denmiyor.
Çünkü daha önceki kitapların “kutsallaştırılarak” başlarına nelerin geldiğini çok iyi biliyor.
***
Demek ki Kur’an’a “kutsal kitap” muamelesi yaparak hayatın dışına itmek, “ulvi” yerlere göndermek ona saygı değil saygısızlık oluyor.
Ona saygı mı göstermek istiyorsunuz?
Dokunun, açın, okuyun, anlayın, yaşayın, gereğini yapın…
Ayetlerini tartışın, üzerinde tefekkür edin…
Kur’an’ı hayat yolculuğunuzda “yoldaşınız” yapın…
Duvarlardan indirin, başucunuza koyun…
İyi günde kötü günde, hazarda seferde, savaşta barışta, özelde kamuda velhasıl hayatın akan bütün mecralarında onunla yürüyün…
Korkmayın hiçbir şey olmaz.
Kur’an adamı çarpmaz; insandır kendini çarpan, bölen, çıkaran.
Kur’an toplumsal hastalıklara şifa, çözüm bekleyen ülke ve insanlık dertlerine devadır.
İnsanları dirilten, toplumları canlandıran, içimizi ısıtan, muhtaç olduğumuz ruhtur.
“Bu kitap her insana için dışın öğretir
Gökte, yerde, tende, canda bir Yaratan sezdirtir.
Her kişiye benlik verir, yol açar.
İnsanlık sergisine armağanlar astırtır.
Yürekleri iyilikle besler.
El bağına girme der, dost yarasın sardırtır.
Kuran bir anadır; her öksüze “Yavrum” diye seslenir.
Nice canları kardeş eder, birbiri için ağlatır.
Bu Kitaptır; akıllara her bir şeyi sordurtur.
Düşün sonra inan der, doğru yollar gösterir.
Ululuğun yapılarını kurdurtur,
Çıplak dağlar yeşilletir, viran köyler şenletir
Ey kardeşler! Şu küçücük armağanım atmayın;
Bir goncadır; Muhammed’in gül yaprağından derildi
Sakın, bunu yapma çiçek demetine katmayın
Bu şey size özünüzü açmak için verildi.”
(M. Emin Yurdakul; Kur’an-ı Kerim şiirinden).
İHSAN ELİAÇIK - http://www.ihsaneliacik.com/2009/03/kur-kitap-midir.html