1935’ten itibaren her 5 yılda bir düzenli olarak nüfus sayımları 1990 yılına kadar yapılmıştır.(Dünya Bülteni)

 28 Ekim 1927 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti döneminin ilk nüfus sayımı yapıldı. Bu sayıma göre ülke nüfusu 13 milyon 648 bin iki yüz yetmiş olarak belirlenmişti. 

1927-2010 Yılları arasında Kırsal ve Kentsel Nüfusun Sayısal ve Yüzde Dağılımı

Yıl           Kır                       Kent                   Kır (%)  Kent (%)             
1927      10.342.391          3.305.879            75,8       24,2      
1935      12.355.376          3.802.642            76,5       23,5      
1940      13.474.701          4.346.249            75,6       24,4      
1945      14.103.072          4.687.102            75,1       24,9      
1950      15.702.851          5.244.337            75,0       25,0      
1955      17.137.420          6.927.343            71,2       28,8      
1960      18.895.089          8.859.731            68,1       31,9      
1965      20.585.604          10.805.817          65,6       34,4      
1970      21.914.075          13.691.101          61,5       38,5      
1975      23.478.651          16.869.068          58,2       41,8      
1980      25.091.950          19.645.007          56,1       43,7      
1985      23.798.701          26.865.757          47,0       53,0      
1990      23.146.684          33.326.351          41,0       59,0      
2000      23.797.653          44.006.274          35,1       64,9      
2010      17.500.632          56.222.356          23,7       76,2      
2012      17.178.953          58.448.431          22,7       77,2      
Not:1927-1990 arasında nüfusu 10.000'in üstündeki yerleşim birimleri,
2000'den itibaren il ve ilçe merkezleri kentsel nüfus olarak yer aldı. 

 Cumhuriyetin başlangıç yıllarında temel üretim aracı topraktı ve üretim ilişkilerinin özünü de tarımdaki ilişkiler oluşturmaktaydı. Doğal ekonominin yaygın olduğu tarım kesiminde, kapitalist üretim ilişkileri fazla yayılmamıştı.

Pazar için üretim yapan işletmeler, genellikle Ege, Çukurova ve Doğu Karadeniz'de toplanmıştı. Bu tip tarım işletmeleri ya yöredeki büyük kentler ya da emperyalist metropollere yönelik meta üretiminde bulunuyorlardı.

Anadolu'da tarıma genel olarak aile emeği ile üretim yapılan geçimlik küçük köylü işletmeleri egemendi. Bu işletmeler sanayi bitkilerine değil daha çok yerinde tüketilecek tahıl üzerine kurulu, son derece geri teknoloji kullanan ilkel bir yapıya sahiptiler.  Nüfusun çoğunluğunu göçebe Kürt aşiretlerinin oluşturduğu Doğu ve Güneydoğu bölgesinde ise, yarı-feodal üretim ilişkileri ağırlık kazanmıştı. 


Bu dönemde küçük burjuva sivil-asker bürokratlar politik etkinlikleriyle sınıf tavrı gösterebilmekte; cılız bir sanayi sermeyesi, ticaret sermayesi ve toprak ağalarıyla birlikte iktidar bloğu içinde yer almaktaydılar.

Bu hakim sömürücü ittifakın tarım politikalarının özelliği; tümüyle zengin köylü ve toprak ağası işletmelerini desteklemek, teşvik etmek ve onların kapitalist gelişmesini temin etmek; makineli tarıma geçmelerini sağlayarak verimi artırmak idi. 

İkinci Paylaşım Savaşının ardından dünya dengeleri yeniden oluştu, bloklar ortaya çıktı, uluslararası işbölümünün yeniden tanımlaması yapıldı.

Yeni işbölümü çerçevesinde emperyalizm, Türkiye’nin önce savaş sonrası Avrupa’yı besleyecek, daha genelde ise mamul mal ihracatı için bir pazar oluşturacak, tarım ürünü (özellikle de hububat) satan bir ülke konumuna gelmesini istiyordu.

Mukayeseli  üstünlükler kuramına dayalı bu görüş, Türkiye’nin tarihsel olarak sahip olduğu pazar konumuna da uygun düşüyordu. Böylelikle Türkiye tarımında kapalı üretim yapısı kırılacak, bu da geliştirilmek istenen yukarıdan aşağıya kapitalistleşme sürecini hızlandırılacaktı.

1948-52 arasında Marshall Planından alınan pay tarımın makineleşmesi, madencilik, enerji, ulaşım gibi altyapı yatırımlarına harcandı.


Tarımda pazar için üretim koşularını ve verimliliği artırmaya yönelik olarak 1950’lerin ilk yarısında ülkeye 40 bin üzerinde traktör girdi, buna koşut olarak 1949-56 arasında ekim alanları yüzde 60 oranında genişledi. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde bilgisayar donanımlı tarım teknolojisinin kullanımının giderek artmasına karşılık, Türkiye tarımında halen 400 bin karasaban, 500 bin hayvan pulluğu kullanılmaktadır. 1991 Genel Tarım Sayımı sonuçlarına göre, 1-50 dönüm toprağa sahip aileler tüm çiftçi ailelerin yüzde 67'sini oluşturmakta ve ekilebilir toprakların yüzde 22'sine sahip bulunmaktadır. 200 dönümden fazla toprağı olanlar tüm çiftçi ailelerin yalnızca yüzde 5'ini oluşturmalarına karşın işlenebilir toprakların yüzde 37'sini ellerinde bulundurmaktadırlar. Öte yandan 5 bin dönümün üstünde toprağa sahip 441 aile bulunmakta, bu toprak bey ve ağaları 4.8 milyon dönüm toprağı kontrol etmektedirler. kırsal alanda geniş bir kesim oluşturan topraksız ailelerin sayısı ve oranı artmaktadır. 1913-1981 yıllarını kapsayan yaklaşık 70 yıllık dönemde topraksızların oranı 3.5 kat artmıştır. Çiftçi ailelerin yüzde 67'si 50 dönümden küçük işletmelerde yaşamlarını sürdürmek zorundadırlar.  tarım işletmeleri çok sayıda ve dağınık parçalardan oluşmaktadır. İşletmelerin ancak yüzde 43'ü 1-3 parçadan oluşmaktadır. Dolayısıyla cüce ve çok sayıda dağınık parçalı işletmelerin egemen olduğu tarımsal yapıda, neredeyse optimal teknoloji ve girdi kullanımı olanaksız hale gelmektedir. 1950'den itibaren kapitalist ilişkilerin tarımda hızla gelişmesi küçük üreticileri pazara bağımlı hale getirmiştir. Küçük üreticiler ürününü piyasaya çıkardığında bölüşüm ilişkileri içine girer ve sömürülmeye başlar. Küçük üreticinin yarattığı değerin bir kısmına ona yüksek faizle borç veren tefeci, bir kısmına da üreticinin ürününü düşük fiyata alıp ona yüksek fiyatla tarımsal girdi ya da sanayi mallarını satan tüccar, ihracatçı ve yabancı firma el koyar. Türkiye’de 1980’lere değin kırsal kesimde bir yandan pazar ilişkilerinin kökleştirilmesi, öte yandan da bu ilişkilerden zararlı çıkan küçük üreticiliğin bir ölçüde desteklenerek proleterleşme ve iç göç sürecinin görece olarak denetim altında geliştirilmesi hedeflenmiştir. Tarımsal girdi, kredi sübvansiyonları ve temel ürünlerdeki fiyat destekleriyle yürütülen bu politikayla kırsal nüfusun gelir düzeyinin belirli bir seviyede tutulması esas alınmıştır. 1980 ekonomik krizinin açık biçimde emperyalizmin yeni sömürgecilik yöntemlerinin tıkanması sonucu ortaya çıkması, emperyalizmin azgelişmiş ülkelere yönelik politikalarında değişikliği zorunlu kılmıştır. küçük üreticiliğin desteklenmesi politikasında vazgeçilmesi olmuştur. Bu politika değişikliği köylülüğün mülksüzleştirilmesi ve bu yolla kırsal nüfusun azaltılmasını gündeme getirmiştir. Kaynak kullanımı sorunu; kaynakların uygun biçimde kullanımı, başka bir anlatımla, yaygın tarıma dayalı ve düşük gelirli tarım ürünlerinden, yoğun tarıma dayalı ve yüksek gelirli sanayi bitkilerine, bağ bahçe ürünlerine; bitkisel üretimden de hayvansal üretime geçiş düzeyidir.  Cumhuriyet döneminde, ne tarım kesimini oluşturan bitkisel, hayvansal, orman ve su ürünleri üretimindeki gelişmeler, ne de ürün desenindeki gelişmeler, üretim yapısında bu tür bir değişmeyi ifade edecek biçimde olmadığını göstermektedir. Gerçekten 1938'de yüzde 58.8 olan bitkisel üretim 1990'da yüzde 55.2 olmuş; 1938'de yüzde 38.9 olan hayvansal üretim 1990'da gerileyerek yüzde 35.1'e düşmüştür. Aynı zaman kesitinde su ürünleri üretim değeri yüzde 0.6'dan yüzde 3.1'e, orman ürünleri değeri yüzde 1.6'dan yüzde 6.6'ya çıkmıştır. 1938'de yüzde 62 olan tahıllar 1990'da yüzde 30'a gerilemiş, aynı dönemde sanayi bitkileri yüzde 17'den yüzde 28'e, sebzeler yüzde 2'den yüzde 8.5’e, meyveler yüzde 14’ten yüzde 28'e çıkmıştır. Ancak bugün bile, ekilen alanların yüzde 50'si tahıl üretimine ayrılmaktadır. 1950'li yıllarda traktör sayısındaki büyük artışa paralel olarak ekim alanları hızla genişlemiş, son 70 yılda ekim alanları 6.6 milyon hektardan 27.5 milyon hektara yükselmiş, yani 4 kat artmıştır.  Buna karşılık mera alanları azalmıştır. 1928'de 46.3 milyon hektar olan mera alanları günümüzde 20 milyon hektarın altına düşmüştür. yani 70 yılda 2.3 kat azalmıştır. Ekim alanlarının genişlemesi, tarımsal kredi ve çağdaş girdi kullanımının artması sonucu tarımsal üretimde büyük bir artış görülmüştür. 1950-1990 yıllarını kapsayan dönemde buğday üretimi 7, arpa 4.5, mısır 5, bakliyat 7, tütün 3, şekerpancarı 16, pamuk 2, ayçiçeği ve patates 16 kat yükselmiştir.


Ekim alanlarının yüzde 50'sini oluşturan buğday tarımında 1920'li yıllarda 2.2 milyon ton olan üretim 80 yılda 9 kat artarak 19 milyon tonu geçmiş; birim alandan alınan verim ise yaklaşık 3 kat artarak 75 kg/da'dan 200 kg'da'ya çıkmıştır. Ancak dünyada ortalama buğday verimi 250 kg/da'nın üzerindedir. (Tarımda Cumhuriyet Masalları-alıntı Necdet Oral - Bianet - 29 Ekim 2003)

Sonuç:  Türkiye’de 1980’lere değin kırsal kesimde bir yandan pazar ilişkilerinin kökleştirilmesi, öte yandan da bu ilişkilerden zararlı çıkan küçük üreticiliğin bir ölçüde desteklenerek proleterleşme ve iç göç sürecinin görece olarak denetim altında geliştirilmesi hedeflenmiştir.

Yoksul ve küçük köylüler hızlı makineleşme, toprak yoğunlaşması ve son yıllarda tarımsal KİT'lerin özelleştirilmesiyle birlikte mülksüzleşerek özgür işgücü durumuna dönüşmekte, çoğunlukla tarım kapitalistlerinin ya da devletin çiftçilerinde işgüçlerini satarak geçimlerini sağlamaktadırlar.

Kapitalist çiftçiler Çukurova, Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerinde, kısmen de buğday üretiminde İç Anadolu'da yer almaktadır. Türkiye'nin diğer yöreleri ise hızlı bir biçimde kapitalist üretim ilişkilerinin belirlediği bir düzene girmektedir Bu durumda Türkiye tarımının bugün gittikçe artan ve yaygınlaşan sömürü biçimi emek-ücret diye tanımlayabileceğimiz sömürüdür.


 Ekim alanları daralıyor, üretim düşüyor, ihracat geriliyor, ithalat artıyor, çiftçi yoksullaşıyor. Tarımının bu sarmaldan kurtulabilmesi için, çokuluslu tarım tekellerinin ihtiyaç ve yönlendirmelerine göre değil, Türkiye insanının ihtiyaçlarına ve ülkenin doğal -iklim ve toprak- koşullarına göre oluşturulacak bir tarım programı hayata geçirilmelidir.(NO/BB)

Daha yeni Daha eski