Dersim olaylarına ilişkin 8 Temmuz 1937 tarihinde imzasız olarak “gizli” damgasıyla Komintern (Komünist Enternasyonal) tarafından rapor hazırlanmıştı. TKP'nin önemli isimlerinden İsmail Bilen 1937 Temmuz'unda Rasim Davaz adıyla İsviçre’deki komünist yayın organı Rundschau’ya Dersim'le ilgili bir yazı yazmıştı. Bu yazı rapor olarak Rusya Toplumsal Siyasal Tarih Devlet Arşivi’nde (RGASPİ) saklandı ve Türkçe'ye çevrildi.
Komünistlerin Dersim raporu, "İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara Hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Feodal unsurlar, Kemalist Parti tarafından gerçekleştirilen burjuva reformlarına rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır.Bu bölgeye geçtiğimiz yıl Tunceli adı verilmişti. Dersim’in hâkim katmanları, yürürlükteki yasalara rağmen, yasadışı bir şekilde geleneksel ayrıcalıklarını ve önceliklerini koruyabilmişlerdir" açıklamasıyla başlıyor.
Raporda askeri harekata ilişkin ise şu bilgiler yer alıyor: "Şu anda askeri harekât, bütün hızıyla sürmektedir. Çok sayıda uçak filosu bu harekâta katılıyor. Mücadelenin nasıl sonuçlanacağı, şimdiden bellidir. Eğer isyancılar ve direnişçiler, hala bazı tepe noktalarda kalmışlarsa, bu, bölgenin doğal yapısını çok iyi bilmeleri sayesindedir. Diğer yandan askeri birlikler gibi olabildiğince kayıp vermemeye çalışmaktadırlar."
İşte Komünistlerin hazırladığı Dersim raporunun tam metni:
İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara Hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Feodal unsurlar, Kemalist Parti tarafından gerçekleştirilen burjuva reformlarına rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır. Bu bölgeye geçtiğimiz yıl Tunceli adı verilmişti. Dersim’in hâkim katmanları, yürürlükteki yasalara rağmen, yasadışı bir şekilde geleneksel ayrıcalıklarını ve önceliklerini koruyabilmişlerdir
Halk Partisi (Kemalistler), iç pazarın genişletilmesini isteyen ulusal burjuvazinin baskısıyla, geçen yıl cumhuriyet devletinin bütün ağırlığını ortaya koyarak bu çağdışı durumu sonlandırmaya karar verdi. Özel bir yasa çıkartarak, Büyük Millet Meclisi’nin yerine ölüm cezalarını onaylamak da dâhil olmak üzere geniş olağanüstü yetkilerle donatılmış askeri bir yönetimi, bu kendi başına buyruk vilayette iş başına geçirdi. Amacı, göçebeliğe son verme ve aşiret reisleriyle (şeyhler, beyler, ağalar ve seyitler) onların kiralık adamlarının Batı Anadolu’nun modernleşmiş vilayetlerine sürme hedefini güden bir reform planını zorla uygulamaktı.
Tek kelimeyle; Kemalistler, çıkarları doğrudan bu boyunduruktan kurtulmaktan geçen geniş halk kitlelerini bu dava için önceden kazanma kaygısı taşımaksızın yerel feodalleri sert önlemlerle tasfiye etmek istediler. Bu hata, feodal rejim taraftarlarına yalan haberler yaymak suretiyle emekçi kitleler arasında tedirginlik yaratma ve Türk iktidarının sözde milli baskısına karşı zengin ve fakirlerin dayanışmasını ve birleşik cephesini oluşturma imkânı verdi.
Basında çıkan haberlere ve Başbakan İnönü’nün Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmaya göre iki aylık süreç boyunca hükümet, basına herhangi bir bilgi vermeksizin isyanla mücadele etti. Anlaşılan hükümet, hızla isyanı ezmeyi ve bundan sonra bilgi vermeyi umdu. Ancak mesele, öngörülenden çok daha uzun sürdü. Bilgi ve olayı açıklığa kavuşturma ihtiyacı ortaya çıktı.
Verilen bilgilere göre başlangıçta, yani Nisan ayında, nüfusu en az yüz bini bulan halkın aşağı yukarı 25-30 bin kadarı hükümetin aldığı bu önlemlere karşı isyan etmiştir. Ancak isyancıların büyük bir kısmı, gelen baskılar karşısında geriledi ve askeri yönetime teslim olmayı yeğledi. Bugün hükümetin askeri kuvvetlerine karşı koyanların sayısının, ancak on bin civarında olduğu sanılmaktadır.
Bölgenin topografyası ve nüfusun sosyal-ekonomik durumuyla ilgili birkaç söz.
Dersim vilayeti Türkiye’nin doğusunda yer almakla birlikte, sınırlara oldukça uzaktır. Doğusunda daha Muş, Bingöl ve Güney Elazığ bulunmaktadır. Bölgenin tümü 6300 km. kare kadar olup, burada 75 bin ile 100 bin nüfuslu göçebe bir halk yaşar. Çok küçük bir azınlık tarımla uğraşmaktadır. Toprağın ancak yedide biri ekime elverişli olduğundan, ana iktisat dalı hayvancılıktır. Halk, hiçbir yönden bir bütün oluşturmamaktadır. Sayısız aşirete bölünmüştür ve aynı zamanda din ve soy bakımından da parçalanmış durumdadır. Bununla birlikte halkın çoğunluğu, Zaza aşiretindendir. Herkes Müslüman ve Kızılbaştır. Kürtçe konuşmaktadırlar.
Dersim, son derece dağlık bir bölgedir. Sarp ve uçurumlu dağların yükseklikleri, çoğu kez dört-beş bin metreyi bulur. Arazinin bu yapısı ve doğru dürüst ulaşım yollarının bulunmaması, eşkıya çetelerinin barınaklarına ulaşmayı hemen hemen olanaksız kılmaktadır. Bu durum, askeri harekâtları da güçleştirmektedir.
Türk burjuvazisini özellikle rahatsız eden nokta, Dersim’in tamamen milli ekonominin dışında olması ve tabiri caizse ülkenin içinde iç pazarın dışında kalmasıdır. Az gelişmiş olan ticaret tamamen aşiret reislerinin ve onların adamlarının aracılığıyla yürütülüyor. Üretim fazlasını komşu bölgelere götürüyorlar ve oradan ihtiyaç duydukları malları alıyorlar.
Öyle ki, başka vilayetten hiçbir tüccar, Dersim’de iş yapmayı göze alamaz, çünkü mahalli mütegallibenin silahlı çeteleri tarafından haraca kesilmesi veya yağmaya uğraması kesin gibi bir şeydi.
Bu çeteler bununla da kalmaz, barışçı komşu köylere yağma seferleri düzenlerdi.
Paraya gelince; burada sadece çoktandır merkezi hükümet tarafından yürürlükten kaldırılan gümüş paralar dönüyordu. Sadece merkezlerde devlet hazinesiyle işi olan kişiler, banknot kullanıyordu.
Dersim’de devlet otoritesi sadece kâğıt üzerinde kalıyordu. Feodal aşiret reisleri, darbeyi yedikten sonra kibarca özür dilemek için her fırsatta devleti hiçe saymaktan çekinmezlerdi. Bir İstanbul burjuva gazetesi tarafından ortaya konan diğer bir özellikleri de her anlamda gerçekle uyuşuyor:
“Dersim, feodalizmin ilkelerine uygun tam bir kapalı ekonomiye sahiptir. Sadece toprak değil, üzerinde bulunan her şey, hayvanlar, üretim araçları, kulübeler ve evler, karısı ve çocuklarıyla köylünün kendisi, şeyhe ve ağaya ait mülktür. Tarımla uğraşan insanlar, engelsiz yaşamak için bu şeyh ve ağalara vergi vermek zorundadır.”
En ilginci yabancılara yönelik yağma ve talan istisna olmamakla birlikte Kürt aşiret reislerinin daha sık birbirlerini yağmalamalarıdır. Ancak eklemek gerekir ki, ne zaman devlet iktidarının müdahalesine karşı direniş söz konusu olsa aşiret reisleri, her seferinde ortak hareket için kolaca anlaşmaya varır.
Devletin Dersim’de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve yasal vergileri toplaması bugüne kadar mümkün olmamıştır. Bu iki sorun, daima, şeyhler ve ağalar aracılığıyla hallediliyordu. Ağalar kendi yönetim ve yargı yetkileri altında bulunan ahaliden işlerine geldiği gibi vergi alıyor ve bunun ancak küçük bir kısmını hazineye devrediyorlardı. Bölge gençlerinin büyük bir kısmı, askere gidecek yerde, aşiret reislerinin muhafız birliklerine fedai olarak giriyor, yani aslında eşkıya çeteleri oluşturuyorlardı.
Bu şartlar altında, Dersim tarihinin ayaklanmalarla dolu olması, şaşılacak bir şey değildir. Ayaklanmalar, Padişahlık zamanında, Meşrutiyette ve Jön Türk hareketi sırasında olduğu gibi, bugünkü Cumhuriyet idaresi altında bile hemen hemen hiç aralıksız süregelmiştir. Kürt beyleri, hemen hemen her zaman Padişahlıkla ve İttihatçılarla uzlaşmayı başarmışlardır. İttihatçılar, Dersim’in Kürt çetelerini Ermeni kırımlarında kullanmışlardır. Cumhuriyet’in ilanının hemen başında Dersim’in etkin liderlerinden okuma-yazması olmayan yaşlı Diyap Ağa, Büyük Millet Meclisi’ne mebus olarak girmiştir. O dönem, Kemal’in Kürtleri milli bağımsızlık davası için kazandığı yıllardı.
O zamandan beri hükümetler, bu isyanlarda tutarlı davranmadı. İsyancı güçlerin hareketlerinin bulunduğu bölgelere acilen tedip kuvvetlerinin gönderildiği “sel seferi” olarak adlandırılan operasyonlar düzenlediler. Bu birlikler, giremedikleri köyleri yakıp yıktılar. Büyük miktarda silah topladılar, esir olarak ele geçirilen bazı fakir fukarayı astılar ve “düzenin kurulduğunu” ilan ettiler. Harekâtın bitmesiyle, her şey eski düzeninde kaldı, çünkü harekâtın komutanı meseleyi bizzat aşiret reisleriyle güzelce halletti. Ve kısa bir süre sonra aynı senaryo tekrar etti. O zamandan bu zamana hiçbir kez düzeni bozan temel kışkırtıcı olan bu aşiret reislerine karşı köktenci tedbirler alınmadı.
Son isyan, tamamen farklı bir karakter taşıyor. Bugün, Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişine tanıklık ediyoruz. Kemalist hükümet, yukarıda bahsi geçen askeri müfettişliğin kurulmasından sonra Büyük Millet Meclisi’nde şu önlem kararlarını aldırmayı başarmıştır:
1. Aşiretler, bundan böyle tüzel kişiliğe sahip olmayacaktır. Bu karara aykırı tüm kararların, belgelerin ve hükümlerin hiçbir geçerliliği yoktur.
2. Aşiret reisinin, beyin ya da şeyhin tüm yetkilerine son verilmiştir.
3. Aşirete ait olan ve aşiret reisleriyle, beylerin ve ağaların, aşiret adına, kendi mülkiyetlerinde bulundurdukları bütün taşınmaz mallar – mülkiyetleri hangi resmi belgeye, karara ya da geleneğe dayanırsa dayansın devletin mülkiyetine devredilecektir.
İsyanın arifesinde tapu kadastro idaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasa dışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte özellikle bu önlem isyana yol açan neden olmuştur.
Kitleleri kendi peşlerinden sürükleyebilmek için feodal unsurlar, hükümetin silahlı kuvvetinin zayıf olduğu lafını yaydılar. Yaydıkları söylentiye göre, hükümet, ayaklanmayı bastırmak için silahlı birliklerini göndermeye cüret ettiği takdirde, İngilizlerle Fransızlar Türkiye’ye hemen savaş açacaklardı. Ayrıca Arapların da isyancılardan yana olduğu şeklinde haberler çıkardılar.
Feodal unsurlar kamuoyunu bir şekilde hazırladıktan sonra, birçok aşiret kendi arasında ittifak yaptı ve “Genel Müfettişe” yazılı bir açıklama göndererek, idari makamlarla anlaşma temeli olmak üzere küstah şartlar ileri sürdü.
Bu önerinin maddeleri şöyle:
1. Dersim’e jandarma karakolu, kışla, okul ve köprü yapılamaz;
2. Yeni idari bölgeler kurulamaz;
3. Halktan silah toplanamaz;
4. İleride eskiden olduğu gibi anlaşma temelinde vergi ödemeliyiz.
İstedikleri şey hükümeti, feodal yöneticilerin zorbalığa ve keyfiyete dayanan rejimlerini tasfiye yolunda aldığı tüm tedbirlerden vazgeçmeye zorlamaktı. Bu belgede feodallerin mülkiyetlerine el konulmasına dair kanuna karşı bir ifade yok, zira bu olay, kitleler arasında oldukça popüler. Ne yazık ki, hükümet, yukarıda belirtilen mal varlıklarının emekçi kitlelerin emrine verilmesi kararını alıp bu inisiyatifin etrafında iyi bir ajitasyon kampanyası örgütlemedi. Tam tersi, resmi bildirilerde bu madde kıyıda köşede bırakıldı. Vurgu, tamamen idari önlemlere yapıldı.
Şu anda askeri harekât, bütün hızıyla sürmektedir. Çok sayıda uçak filosu bu harekâta katılıyor. Mücadelenin nasıl sonuçlanacağı, şimdiden bellidir. Eğer isyancılar ve direnişçiler, hala bazı tepe noktalarda kalmışlarsa, bu, bölgenin doğal yapısını çok iyi bilmeleri sayesindedir. Diğer yandan askeri birlikler gibi olabildiğince kayıp vermemeye çalışmaktadırlar. Onlarla ilgili gelen bilgiler çelişkilidir. Bir İngiliz kaynağın bilgisine göre beş bin ölü Kürt vardır. Bu sayı abartılıdır. Aynı abartı, tam ters anlamda Başbakan İsmet’in ordu saflarında 13 ölü ve 18 yaralı olduğuna dair sözlerinde de vardır. Kesin bilginin tamamen olmamasından dolayı benzer çatışmalar göze alındığında iki tarafında kayıplarının birkaç yüz kişi olduğu düşünülebilir. Bunlar dışında bu operasyonların devlet hazinesine birkaç milyon Türk lirasına mal olduğunu da görmezden gelmemek gerekir. Ayrıca akan kan, ilk başta Kürt emekçilerinin ve asker üniforması içindeki Türk köylülerinin kanıdır. Bu kan, boşuna akmış olmamalıdır, onların acınacak durumlarında ciddi düzelmeler getirmelidir.
Bunlarla birlikte baskıların sona gelmesiyle resmi çevrelerin fikirlerini yansıtan gazetelerde sadece Dersim bölgesinin tamamen askeri alana çevrilmesi projesi konuşuluyor. Verimli arazilerin mülksüz emekçi kitleleri arasında dağıtılmasına dair tem kelime yok. Aşiret reislerinin ve onların yardakçılarının önceliklerinin yok edilmesi ve yağmanın kurbanı olmuş bölgeden uzaklaştırılmaları çok iyi. Aynı şekilde okul ve yolların yapılması ve güvenliğin sağlanma da çok iyi. Ancak bütün bölgenin tamamen tahliyesi ve bütün nüfusun ailelere göre başka bölgelerin köylerine dağıtılması gibi asimilasyon yöntemlerine başvurmak ne için?
Ezelden beri ülkenin bu köşesinin çektiği kötülük, uğursuz feodal rejimden ve sadece bu rejimin kalıntılarından kaynaklanıyor. Suçu nüfusun Kürtlerden oluştuğu olgusuna dayandırmak büyük bir insafsızlık olacaktır. Bu olguyu kanıtlamak için önyargılı argümanlar aramak, sadece amaca ulaşmak için sorunun daha etkin ve amaca uygun şeklide çözülmesine yönelik çabaları zayıflatmaya hizmet eder. Bu amaç, siyasal inançlarından bağımsız olarak bütün Türkler için birdir: Bağımsızlığı ve milli birliği sağlamlaştırmak ve ülkenin bütün nüfusunun refahını sağlamak.
Kürt bölgelerini çok gezmiş olan Türk gazeteci Naşit Hakkı “Haber” gazetesinde sorunu şöyle koyuyor:
“Bugün on binlerce vatandaşımızın, sayıları birkaç yüzü geçmeyen reislerin, seyitlerin ve bunların akrabalarının kuşaktan kuşağa, elden ele geçen oyuncağı olma bahtsızlığına uğramış durumdadır. Bu vatandaşlara uygarca yaşamanın, onların şimdiki yaşayışlarından tamamen farklı bir şey olduğunu anlatabilmek için, her şeyden önce onları, bu bir avuç eşkıyanın kölesi olma durumundan ve egemenliğinden kurtarmak ve bu vatandaşlara özgür olma hakkını ve hayatlarını kazanma hakkını vermek gerekir.”
Bu öneri, biraz sisli ve tam değil. Ama esas olarak doğru. Dersim’in on binlerce nüfuslu halkıyla ilgilenmek ve bu halka sistemli bir şekilde yardım etmek gerekir. Bu halkı yerinden oynatmak ve ülke içinde dağıtmak yanlış olur. Kuşaklardır insanca yaşamanın ne olduğunu bilmeyen bu talihsiz insanlar, yeterli toprağa ve onu işlemek için araçlara sahip olmalıdır. Milli görenekleri ve dilleri çerçevesinde uygar bir yaşam kurmaları için onlara yardımcı olunmalıdır.
Ancak bu şekilde, bu yüz bin insanı, Türkiye’nin milli bağımsızlık davasına kazanmak ve ülkenin iktisadi bağımsızlığının inşası ve sağlamlaştırılması için seferber etmek mümkün olabilir.