Bu başlık için çok düşündüm. Çoğu insanı kızdıracak bir başlık. Ama olsun. Yalan yazmıyorum.
Dürüstüm…
Herkesten önce kendime…
Bir yaz sıcağında bütünleme sınavlarına hazırlanıyordum. Yanımızdaki daire boyanıyordu. İçindeki işçiler durmadan gülüyorlar, alaycı bir şekilde bağırıyorlardı. Gürültüleri yüzünden ders çalışamıyordum. Yanlarına gittim. Ortalarında bir kişi çaresiz bir şekilde bana bakıyordu. Ötekilerin hepsi ona alaycı bir şekilde gülüyordu.
“Ne oluyor burada? İki saattir gürültünüzden ders çalışamıyorum.” dedim. Alaycı bir şekilde o adamı gösterdiler. Durumu anlamadığımı gösterir şekilde kafa salladım.
“Romanyalı” dediler.
“Ne olmuş?” dedim.
Güldüler, “Yabancı”dediler.
Ertesi günde aynı adamla yine dalga geçiyorlardı. Yanlarına gittim, bu sefer kızgındım.
“Adamla derdiniz nedir? Birşeyi yanlış mı yapıyor?” dedim.
“ Yooo, Romanyalı, yabancı” deyip gülmeye devam ettiler.
Kızdım ve biraz sert sesle. “Adam adam gibi çalışıyor, niye durmadan kafa buluyorsunuz?”dedim.
Ustabaşlarına “Bu adam kim? Yanlış birşey mi yapıyor?” dedim.
Ustabaşı “Romanya dağılınca buraya gelmiş çalışmaya. Biz de iş verdik, acıdık” dedi.
Acıyıp iş verdikleri adam zaten ucuz olan inşaat sektöründe sıradan bir işçinin aldığının dörte birini alıyordu. Üstüne üstlük bir de durmadan dalga geçiliyordu.
İş bitince öteki işçiler eve gidiyor, o biraz daha fazla tek başına çalışıyordu. Bir akşam yanına gittim.
Harika bir resim çizmişti duvara…
3-5 kelime İngilizcem ile harika resim çizdiğini söyleyip, nerede öğrendiğini sordum.
Romanya’da bir Üniversitede resim hocasıymış.
O yıllar Sovyetler Birliği’nden birçok kadın Türkiye’ye çalışmaya ya da ticaret yamaya geliyordu. Hepiniz hatırlarsınız o kadınlara birer hayat kadını muamelesi yapılıyordu. Her birisi potansiyel orospuydu bizim insanların gözlerinde ve durmadan “Nataşa” diye alay ediliyorlardı.
Ülkeye gelen birçok Batılı turisti gördüm, tanıdım ama onlar sadece turistti. Çalışmıyorlar, geziyorlar ve gidiyorlardı. Bir çeşit dokunulmazlıkları vardı.
Ancak Romanyalılar, Ruslar ya bizimle çalışıyor ya bize çalışıyorlardı. Yollarımız değil, yaşamlarımız kesişiyordu.
Okul bittikten 2 sene sonra yurtdışına gittim. Yabancılarla çalışmaya başladım. İçimde hep bir korku vardı…
Kendi ülkeme çalışmaya gelen insanlara bizimkilerin yaptığı davranışlar bana da yapılacak mı?
Gözlerimin önüne hep, çaresiz bakışlarla bana bakan Üniversite’de resim hocası o Romanyalı adam geliyordu.
Yabancı olmak böyle birşey miydi?
Sıra bende miydi?
Yurtdışına gittiğim gün ilk elden beynimde dolanan sorular bunlardı…
İlk bir Türk’ün yanında çalışmaya başladım. Hemşerimdi, neredeyse tuvalette bile namaz kılacak kadar ibadete düşkündü. Bana “İngilizce ve iş bilmiyorsun. Bunları öğrenene kadar takıl burada. Öğrenince ücretini konuşuruz” dedi.
10 saate yakın çalışıyordum. Toplam 10 dolar veriyordu. 1 paket sigara parasıydı. O dönem saat ücreti o ülkede 10 dolar idi. 1 aydan fazla zaman geçmişti. Her işi yapar olmuştum. Ücreti konuşmak istediğim zaman sürekli hazır olmadığımı söylüyordu. Çaresiz kalmaya başlamıştım.
Birgün bir Türk arkadaşa rastladım.
“Nerede çalışıyorsun” dedi.
Söyledim. “Adam hemşerim dedim.
“Bırak hemşeriyi.Hemen oradan çık, el altından bir iş bul ve sakın kalma. O adam ilk gelen Türkler’i alır, para vermez, aylarca kullanıp atar. Turkler’i boş ver. Yabancıların yanında çalışmaya çabala. Türkler asla hakkını vermez. Oyalarlar seni. ” dedi.
Bir Batılı’nın yanında iş buldum. Ne verirse almaya razıyken ummadığım şekilde saatime 12 dolar verdi.
İngilizcem yoktu. Yeni öğreniyordum. Adamlar bunu bana karşı asla kullanmadılar. Her defasında bir bebekle konuşur gibi yavaş yavaş iş bilgilerini aktarıyorlar, sabırla beni dinliyorlardı.
Ortadoğu ile Batı’nın iki ayrı dünya olduğu konusunda ilk ışıklar o zaman içimde yanıp sönmeye başladı.
Patronum, yerleri silmemi isterken bile büyük bir kibarlıkla bana “Sir” diye hitap ediyor, arkadaşları ve ailesi ile tanıştırırken “ Bu centilmen Türkiye’den yeni geldi aramıza katıldı”diyordu.
İNANIN benimle kafa buluyorlar sanıyordum
YİNE İNANIN Adamların kültürü buydu ve samimiydiler.
Devlet dairesine vize uzatmaya ya da bir sorun halletmeye gittiğimde memurlar “Sorununuzu bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.” diyorlardı.
İnanamıyor, bana mı dediler acaba diye sağa sola bakıyordum.
Yine içimde aynı duygu beliriyordu: “Yok yok, ben yeni geldiğim ve fazla dil bilmediğim için bunlar kafa buluyor benimle”
Asla inanamıyordum devlet memurundan, belediye şoföründen, polisinden, patronuna kadar böyle davranışlarla karşılaştığıma…
Daha sonra dil konusunu halledip, eğitimim üzerine profesyonel bir iş bulup, işte de deneyim kazandıkça statü elde etmeye başladım.
Ama içimdeki korku geçmiyordu. Ya bir gün içlerinden birisi “Yeter ama sen de kimsin, daha dün geldin boktan bir ülkeden; şimdi bize ağalık taslama” derse ne yapacaktım?
Romanyalı işçi geliyordu hep aklıma…
Ancak asla böyle birşeyle karşılaşmadım, herkes işini yapıyor, farklı kimliğiyle,insanı değeri ve çeşitliliğiyle saygı görüyordu..
Ortadoğulular’ı tanımaya başladım.
Benden yıllar önce gelip orada yaşayanları…
Bir ara Lübnanlılar’ın mahallesine taşındım. Sidney’de Lakemba denilen bir mahalle. Küçük Ortadoğu olarak bilinen bir yer.
Mahalledeki Lübnanlılar’ın çoğu Lübnan iç savaşından kaçıp gelmişti. Ancak mahallede sürekli olay oluyor, polis basıyordu. Avustralya gazetelerinde o dönem birkaç ayda bir 5-10 Lübnanlı tarafından kaçırılıp tecavüz edilen 17-18 yaş cıvarlarında kızların haberleri yer alıyordu.
Sadece tecavüz olaylarıyla değil, gasp, soygun ve öteki suçlarla da Lübnanlılar anılıyordu.
İnanamıyordum olanlara. Lübnanlılar’a sorduğumda gülerek Avustralyalılar’ı gösterip “ Bunlar kafir” diyorlardı.
Maria adında bir kız çalışıyordu yanımızda. Birgün işten acilen çıkma kararı aldı. 2 hafta önceden bildirmesi gerektiğini, yerine adam bulmak zorunda olduğumuzu söyledim.
Bana “Erkek arkadaşımdan ayrıldım” dedi.
“Ne olmuş..” dedim.
“Erkek arkadaşım Lübnanlı. Acil kenti terk edeceğim. Bulurlarsa ya öldürürler, ya toplu tecavüz ederler.” dedi.
Lübnanlılar’ın bu tip olaylarını görünce çıldırma noktasına gelmiştim. Her türlü pislikleri için yaptıkları açıklama hep aynıydı : “Bunlar kafir”
Düşünün…
Kendi iç savaşınızdan kaçıp dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birisine kaçıyorsunuz. Bu ülke size bakıyor, işsizlik parası veriyor, bedava ev veriyor yaşamanız için. Bütün sosyal haklarını ve konforlarını size acıyor.
Siz “Bunlar Kafir” diyerek hem kızlarına tecavüz ediyor, hem mallarını gasp ediyor hem de sosyal sistemlerini sömürüyorsunuz.
En son sahillerdeki bikinili kızlara saldırmaya başladılar. Sebep yine aynıydı :”
Siz kafirsiniz”
Avustralya halkı artık dayanamamıştı ve hem Lübnanlılar’ın bu davranışlarına hem de kurdukları mafya organizasyonlarına karşı büyük bir ayaklanma başladı.
Lanet olsun böyle adamlara diyerek mahalleden kaçtım.

İŞİD’a katılan gruplar arasında Avustralya’dan gelip katılanlar dikkat çekiyordu. Kimse böyle bir katılımı beklemiyordu. BBC’de geçen çıkan bir habere göre, Avustralya’dan gelip İŞİD’a katılanların büyük çoğunluğunu Lübnanlılar oluşturuyordu.
Beni hiç şaşırtmamıştı. Yaşadıkları medeni ülkelerde kavgayla, gürültüyle, avaz avaz bağırmayla hiçbir iş halledilemeyeceğinin çaresizliğini yaşıyordu Ortadoğulular…
Bütün kıvranmalarının temelinde bu vardı.
İŞİD’a katılmak bir çeşit özlemini duydukları kavganın, gürültünün ve birbirine acı vererek mutlu olmanın gerçekleştirilme yoluydu..
Bir çeşit Ortadoğulu için mutluluk iksiriydi, çok geç kalmış bir rüyaydı…
Hava atamayacağınız, gösteriş yapamayacağınız, bağırarak, kavga ederek hüküm kuramayacağınız yaşam bir çeşit cehennemdi…
Kaliteli sıradan bir insan olmak büyük bir hayat yüküydü…
Yıllarca dillere dolanan ” göçmenlerin entegrasyonu” problemi yıllarca yüzlere takılan bir maskeydi…
Gittikleri yerleri, geldikleri yerlere çevirememenin acısı vardır Ortadogulular’ın yüzlerinde…

Lübnanlılar kadar olmasa da Türk mahallelerinde duyduğum, gördüğüm hikayeler çok benzerdi.
Yalandan aldıkları sahte sağlık raporları ile işsizlik fonlarını, sigorta şirketlerini dolandırmak çok revaçtaydı.
Birçok Türk kendisini ya hasta, ya işsiz göstererek, gizliden çalışarak devletten para yürütüyordu.
Kahkalarla birbirlerine üç kağıtçılıklarını anlatıyorlar, Türk kahvelerinde birbirlerine nasıl devlet soyulacağı konusunda akıl veriyorlardı.
Sosyal kurumların önünde sahte kağıtlarla devleti dolandıran Türkler’e bakıyordum..İçlerinde en Şeriatçısından, en Komünistine..Alevi’sinden Sünni’işine, Türk’ünden Kürt’üne hepsi vardı.
İdeolojileri ve kimlikleri ne kadar farklı olursa olsun davranış kültürleri ve düşünme biçimleri hep aynıydı.
Aynı işi yapıp aynı parayı alan  yerlilere, Türkler’in yaptığı gibi yapmasını ve devleti dolandırıp ekstra para almasını söylediğimde çoğunun tepkisi aynıydı:
“Sistemime zarar veremem, çünkü ülkemi seviyorum.”
Ortadoğulular’a bu adamlardan aldığım cevabı söylediğimde, söyledikleri hep aynıydı.
Büyük bir alaycı kahkahanın ardından:
“Bunlar aptal”
Devletini soymayan yerli halkları aptal gözüyle görüyorlardı
Ortadoğulular’ın anlattığım bu özeliğinin yanında başka bir özellikleri de Güç gösterisi. Yani hava atmak.
Ülkemizde bilirsiniz. Cebine 3 kuruş giren adamın ilk yaptığı şey hemen hava atmaktır. Ya bir lüks araba, ya bir telefon, onu da bulamazsa hava atacak muahhak birşey bulmaktır.
Var olmanın dayanılmaz hafifliği hava atmaktır.
Güçlü görünmektir.
Kibir ve dokunumazlık duvarları örmektir.
Yükseklerde görünmektir.
Sokakta tesadüfen tanıştığım ve davranışlarından giyimlerinden çıkartmadığım insanların vali, belediye başkanı, milletvekili çıkmasına çok şaşırıyordum.Hemen gözlerimin önüne Ortadoğu geliyordu.
Tabi Ortadoğu’da vali, belediye başkanı, milletvekili olmak…
Türkiye’de yanına bile yaklaştırılmadığımız adamlar, burada yolda yürüyen, ekmek alan, gazete alan, ayaküstü tanıdıklarıyla konuşan, benimle tanıştırılınca memnun olduklarını söyleyen insanlardı…
Anlatacağım bir milyon örnek var bu anlattıklarıma paralel..
Twitter’da anlatıyorum da yeri geldiğinde…
Asıl konuya döneyim tekrar…
Ortadoğulular’ı yurtdışında tanıdım. Nasıl yalancı, ahlaksız, kendilerinden başka hiçkimseye saygısı olmayan, tek dertlerinin üstünlük, güç ve ego olduğunu başka ülkelerde gördüm.
Türkler, Iraklılar İranlılar, Afganlılar Pakistanlılar, Lübnanlılar…
Aklınıza gelen Ortadoğu’nun bütün halkları…
Aynı kalıptan çıkmış gibi sahtekarlıkta,dolandırıcılıkta, riyakarlıkta muazzam hünerlerini göstermekte yarışıyorlardı.
Birçoğunun bütün derdi devleti, sosyal kurumları kısaca önüne geleni soymaktı.
Bir de, din adına bu soygunları yaptıklarına inanıyorlardı.
Oturma haklarını almak için her türlü yalanı, palavrayı ve üç kağıdı çevirdikleri devletleri rahatladıkları ilk an soymaya başlıyorlardı.
Nicin boyle yaptıklarının cevabını vermeden önce atacakları alaycı kahkaha hep hazırdı:
“ Bunlar Kafir”
Bir ara ticaret yapmıştım. Hem Ortadoğulular’a hem Batılılar’a mal satıyordum.
İş üzerinde ahlaklarını görme fırsatım olmuştu ve çok büyük bir deneyimdi benim için.
Bir Batılı’ya mal satınca söylediği şey “ Ayın şu günü benim ödeme günümdür. İsterseniz parayı hesabınıza gönderelim, isterseniz çekinizi o gün gelin alın.”
Ortadoğulu’ya mal satınca cevap hep aynıydı : Mal satılınca parayı alırsın,”
Mal satılınca da para verilmez, bahaneler uydurulur ve hep başka günlere ertelenirdi.
İsyan ederdim.
Sabah akşam din diyanet satan, ahlak dersi veren adamların bütün işlerini üç kağıtçılıkla, dolandırıcılıkla, riyakarlıkla yapmalarına isyan ederdim.
Durmadan Ateistler’le dalga geçip, Batılılar’a sonsuz nefret kusan adamların nefret ettikleri, dalga geçtikleri adamların binde biri kadar ahlaka ve dürüstlüğe sahip olmamaları isyan ettirirdi beni…
Kanadalı bir arkadaşım vardı. Amerika’ya et ihraç ediyordu. Bir gün sohbet ediyorduk. Yeni parti canlı hayvanları ihraç etmişti.
“Ödemeyi neyin üzerinden yapıyorlar? Hayvan başına mı yoksa kilo başına mı ödeme yapıyorlar?” diye sordum.
“Kilo başına.” dedi.
“Kaç kilo sattin?” dedim.
“Bilmiyorum” dedi.
Şaşırdım.
“Nasıl öğreneceksin?” dedim.
” Hayvanlar Amerika’ya ulaştığında, Amerikalı alıcı hepsini teker teker tartıp bana bildiriyor.” dedi.
Şok olmuştum. Adam Amerikalı et ithal eden firmadan öğrenecekti ne kadar kilo hayvan sattığını…
Dürüstlüklerinden endişe etmiyordu…
Allah aşkına …
Ortadogu’da hiç böyle bir ornekle karşılasanınız var mı?
Hemen bin sene öncesinden peri masalına dönmüş orneleri vermeyin.
Ortadoğu ülkelerinden sadece birisinde böyle bir örnek yaşanıyor mu?
Dürüstçe cevap vermeyin ama dürüstçe bir düşünün lütfen…
Türkiye’de iken Atatürk karşıtı idim.
“ Muasır medeniyetler seviyesine çıkmalıyız.” sözü ile dalga geçerdim.
Ancak yurtdışına çıkıp, özellikle medeni ülkelerdeki halkları ve oradaki her türlü imkana ve rahata rağmen kendi ülkelerindeki soygun, vurgun düzenini kuran Ortadoğulular’ı görünce Atatürk’ün değerini anladım.
Türkiye’deki arkadaşlarıma Atatürk’ün değerini anlattığım zaman benden duyduklarına inanamıyorlardı ve nasıl oldu da Atatürkçü oldun diyorlardı.
“Atatürkçü değilim, Atatürk’ü anladım. Daha da önemlisi sizlerin ne mal olduğunuzu anladım.” diyordum.
Sabahtan akşama kadar birbirine ahlak dersi veren Ortadoğu ülkelerine ve halklarına bakın.
Tek uzman oldukları şey içlerine tesadüfen doğdukları yerel, etnik ve dini değerleri mutlak üstünlük ve yücelik olarak görüp, o kimliklerden ve inançlardan gelmeyenlere yeryüzünü zindan etmek.
Dillerinden düşürmedikleri “Hepimiz Kardeşiz” sözü en büyük yalanları.
Bu sözü söyledikten sonra arkanızı dönünce gizliden fısıldadıkları bir söz daha var:
“Hepimiz kardeşiz ama abi benim. Ben ne dersem o olur.”
Bütün hikayeleri bu cümlede özetlenmiştir.
Tüm amentüleri devlet soymak, devlet soyulmazsa birbirini soymak.
Ve gittikleri yerleri geldikleri yerlere benzetmek …
Farklı inançtan, mezhepten, kimlikten gelenlere “kendi yüce ve üstün” değerlerini dayatmak.
Batılı bir Sosyolog arkadaşıma Batı – Doğu kıyaslaması yaparken her Ortadoğulu’nun aspirin gibi her soruna tedavi olarak soylediği sözü söyledim:
“Siz bizi sömürdüğünüz için biz bu haldeyiz.”
“Hayır” dedi.
“ Biz sizi sömürdüğümüz için bu halde değilsiniz. Aksine siz bu halde olduğunuz için sömürülüyorsunuz.”
Doğu toplumunu Batı’da tanıdım.
Türkiye’deyken “Kahrolsun Batı, Kahrolsun Doğu sömürüsü” der dururdum.
Ancak yaşadıkça şunu gördüm ki, Doğu’nun büyük bir “Doğulu” sorunu var.
(https://suyunrengi.wordpress.com/2014/11/09/ortadogululardan-nicin-nefret-ediyorum/comment-page-1/)
YAZININ 2. BÖLÜMÜ
“Nefret Etmek”
Bir amacın, bir ümidin, bir hayalin peşine takılarak…
Gidersiniz…
Uzaklara…
Biirşey alıp götürür sizi işte…
En çok kendinize yakın olanları ararsınız gittiğiniz yerlerde…
Hemşehriniz, dindasınız, dildasınız, soydasınız,yoldasınız…
Sizi var eden değerlere en yakın insanlardır gittiğiniz yerlerde size sahip çıkacak, yol öğretecek.
Bir yanıyla, yıllar önce memleketten İstanbul’a gelip, köylülerini arayan dedelerinizin, babalarınızın halidir haliniz…
Bulursunuz…
Size en yakın olanları..
Yanlarında çalışmaya başlarsınız. Karın tokluğuna bir ücret. Başta anlamazsınız niye öyle olduğunu. Dil bilmiyorum, iş bilmiyorum, ülkeyi bilmiyorum der kendinizde ararsınız sebeplerini. Günler, haftalar, aylar geçer..
Fark etmeye başlarsınız bazı şeyleri…
Ülkesindeki sistemden, yokluktan, zorluktan, düzenden,düzensizlikten şikayet edip, dünyanın en uzak ülkelerine kadar giden önceki göçmenlerin, sonradan gelen göçmenler üzerinde kurdukları o müthiş sömürü sistemini kavramaya başlarsınız..
Haftada 40-50 saat en zor koşullarda çalışırsınız. O ülkedeki en düşük asgari ücret bile verilmez. Vergileriniz ödenmez, tatil paralarınız yatırılmaz. Sosyal hiçbir güvenceniz yoktur. Şikayet olursa “Mevzu” olmasın diye yalandan 10-15 saat çalışıyor gösterilirsiniz..
Sizin gibi yeni gelen göçmenlerle tanışmaya başladıkça içine düştüğünüz cehennemi tanımaya başlarsınız.
Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Sağcı, Solcu, Hemşehri diye yanlarına girip ise başladığınız adamların en çok da kendi gibi olan insanları hiç acımadan nasıl sömürdüğüne şahit olursunuz.
O ülkedeki en düşük ücreti yani asgari ücreti istediğinizde cevaplar hep aynıdır.
Dükkan o kadar iş yapmıyordur. Mevzu bu değildir. Dosta iyilik yapılmıştır. İsterse her an işten çıkabilir. Daha düşük fiyata çalışacak Pakistanlılar, Iraklılar, Afganlılar, Hindistanlılar zaten hazırdır.
“Mevzu bu değil, dükkan iş yapmıyor” diye asgari ücreti bile ödemeyen hemşeri ne hikmetse en lüks arabayı, en güzel evi almış, 2.3.4 dükkanı açmanın hesabındadır.
Kendisiyle benzer zamanlarda gelmiş, şimdi 5.6.7 dükkanı açmış öteki hemşeriyi geçmektir bütün hevesi…
Dükkandan dükkana, hemşehriden hemşehriye, dindaştan dindaşa, dildaştan dildasa büyük bir zincirin halkası gibi benzer hikayelerin tekrarlandığını görürsünüz…
İki yol vardır önünüzde…
Ya tam haklarınızı aldığınız ya da dil sorununu aştığınız zaman hemen bir Batılı’nın yanında iş bulmak.
Ya da kendisini “iyilik yaparak” yanında çalıştıran hemşerisine, soydaşına, dindaşına, yoldasına, dönüşmek..
”O”na dönüşerek onunla hesaplaşmak…
Bir dükkan açıp, (mümkünse yakınlarda bir yerde rakip olarak) ona gününü göstermek.
Gücünü göstererek gününü göstermek…
Bu sefer “Mevzu bu değil, hemşehriye iyilik yapılıyor.” diyerek aynı şekilde aynı sistemi yeni dükkanda yeni gelenler üzerinde kurmak…
20 yıl önce böyle bir cehennemin içine düşmüştüm..
Ülkesini yokluktan,düzensizlikten, soygundan, rüşvetten, en önemlisi haksızlıklardan dolayı bırakıp başka ülkelere göçenlerin, ülkelerinde şikayet ettikleri “düzensiz düzenin” aynısını gittikleri yerde inşa ettikleri o “Paralel Cehennemin”
“Biz buralara dağda değneğimizi bıraktık da geldik.” diyenlerin sonu olmayan güç savaşları ile birbirleriyle kıyasıya kirli hırs savaşlarını, kavgalarını ve o kavgaların bedellerini yeni gelenlere onları da sonradan canavara çevirerek ödetmelerini…
“Yabancıların yanında çalış, hem doğru düzgün ücretini öderler, hem de tüm haklarını verirler.” diyen bu tecrübeleri benden önce yaşayan dostların sayesinde göçmenlerin deyimiyle  “az hasarla” kurtulmuştum bu “Paralel Cehennem’’den.
Ancak 20 yıldır sadece gittiğim o ilk ülkede değil, yaşadığım başka ülkelerde de hep aynı tablo çıkıyordu karşıma…
İlk yazıda üsluba kızanlar oldu…
Şunu unutmayın, İnsan ait olmadığı toplumların, parçası olmadığı insanların davranışlarına kızabilir ama nihayetinde banane der geçer.
Ama kendi toplumunuz?
Kendi insanlarınız?
Bazen artık adım atacak gücünüz kalmaz. Nefes alamazsınız. Yıllarca gördüğünüz ama “Böyle değildir, bu kadar olmaz, asıl sebebi başkadır,”diyerek görüp de görmezden geldiğiniz şeyler an gelir volkan olur patlar ruhunuzda…
Büyük bir hayal kırıklığı ve onun yarattığı büyük bir isyandır bu volkan…
Çünkü en çok sevdikleriniz en çok yaralamıştır sizi…
Bazen böyle bir anda sizi yaralayan o en çok sevdiğiniz insanın karşısına geçer:
“Senden nefret ediyorum” dersiniz..
Yıllar önce gördüğünüz, yaşadığınız anların, hikayelerin kaybolmadan başka insanlarda, başka hayatlarda hep tekrarlanması sizi yaralar en çok.
Bir kebapçıda en kötü koşulda, en düşük ücretle çalışan yeni gelmiş bir göçmeni gördüğünüzde ezilmeye başlarsınız.
O cümleler geçer içinizden…
“Hiç mi değişmeyecek? Nefret ediyorum sizden…”
Cama vurup can çekişircesine dağılan yağmur damlacıkları gibi dağılır yüreğinizde herşey…
Geldiği ülkede Devrimcilik yapıp işçi sınıfının hakları için mücadele eden Solcu’dan, Kul Hakkı’nı, Hz Ömer adaletini ağzından düşürmeyen dinciye kadar her kesimden insanın üzerinde uzlaştığı gizli bir anlaşmadır ilk gelen göçmenlerin, son gelenler üzerindeki sömürü çarkı…
Yılarca ülkelerinde siyasi,dini,etnik nedenlerle birbirini yiyen insanların gittikleri yerlerde birbirlerine dönüşmelerini hayretle izlersiniz.
Daha çok kazanmak, kazandıkça birileriyle hesaplaşmak, daha da çok kazanmak için yeni gelenlere “iyilik” yapmak…
“Batı’nın hiç mi kötü yanı yok?“
Yazdığım ilk yazıda en çok eksikliğini vurguladığınız şey bu konuydu…
Batı’nın kötü yani elbette var.
Sorun şu, Batı’nın kötü yanlarının olması bizim yaptıklarımızı temize mi çekecek, bize yanlış yapma hakkı mı veriyor Batı’nın kötü yanlarının olması?
Dürüstçe…
Sabahtan akşama kadar artık ayine dönmüş bir şekilde Batı’nın kötü yanlarını anlatmıyor musunuz yıllardır?
Yaşadığınız her olayı Batı’ya mal edip, kestirmeden herşeyin içinden çıkmıyor musunuz?
Anlatmamı istediğiniz Batı’nın kötü yanları bölümüne benim yeni ekleyeceğim, sizin bilmediğiniz ne var ki?
Tam bu noktada asıl soruyu ben size sormak istiyorum..
Sizin yaptığınızın da tersini yaparak?
Batı’nın hiç mi iyi yanı yok?
Sabahtan akşama kadar anlattığınız Batı merkezli komplo hikayeleri arasında  Batı’nın iyi bir yönü niye pek yer almaz?
“Batı bizi sömürüyor..”
Evvela şunu belirteyim. Batı eleştirisinde “Batı ile Batılı”yı” birbirinden ayırt edemiyor, ikisini de bir kefeye koyup birlikte yargılıyoruz.
Yılda kardeş başına 16 milyar dolar para bölüşen Wal Mart’ın sahipleri de Batılı, bu kardeşlere yılda 22 bin dolara çalışan (bu para yoksulluk sınırının altındadır) işçi de Batılı…
Evet Batı Doğu’yu sömürüyor.
Aynı Batı kendi insanını da sömürüyor. Batı’daki sıradan halk “Biz Doğulular’ı sömürüyoruz” diye akşama kadar evlerinde bir eli yağda bir eli kaymakta yaşayıp, dans etmiyor.
Aynen sizler gibi Batı insanı da sabahtan akşama kadar ağır ve stresli bir hayatın içerisinde yoğun bir şekilde çalışarak ekmek ve yaşam kavgası veriyor.
Sizi sömüren günlük hayatında yoğun bir şekilde yaşam kavgası veren sıradan Batı insanı değil, o insanları da sömürüp ağır koşullarda çalıştıran Küresel şirketler, Küresel Kapitalizm…
En ücra kasabamızda yollar boş deriz, kırmızı ışıkta geçeriz.
En kalabalık şehirlerde işimiz çok deriz, kırmızı ışıkta geçeriz.
Kendimize göre sebepler yaratıp, kuralları kendimize göre düzenleriz.
Ama Batı’da kırmızı ışık kırmızı ışıktır.
Bizde isteyene kırmızı, isteyene yeşil ışıktır.
Nereye kadar herşeyin sorumlusu olarak sadece Batı’yı suçlayacağız?
Eyyy benim güzel Ortadoğulu kardeşim,
Solcunuzla, Sağcınızla,Dincinizle, Dinsizinizle her fırsatta Batı’yı lanetleyip, ilk fırsatta Batı’ya kaçan sen değil misin?
Çocuklarını Batı’da okutmak için çırpınıp, paralarını Batı bankalarında saklayan sen değil misin?
“Ezildim, insanca yaşam için gidiyorum” deyip, gittiğin yerlerde ilk iş kaçtığın Paralel Cehennemleri kurup, en çok sana benzeyenleri acımasızca sömüren sen değil misin?
Aşağıladığın Batı ülkelerinde 100 dolar çalanın siyasi hayatı anında bitiyorken, dünya tarihinin en büyük vurgunlarını yapan adamları kahraman diye alkışlayan sen değil misin?
Batı işgallerine destek çıkıp, “Bir koyup üç alacağız”, “Amerikan askerlerine dua ediyorum” diyen adamları evliyaya çeviren sen değil misin?
Batı’da bir Okyanusta kalan köpeği kurtarmak için Ordu donanma çıkartıyorken, senin ülkende alın teriyle en kötü koşullarda çalışan madenciye bir yaşam odasını çok görenleri el üstünde tutan sen değil misin?
Başörtüsü, Cemevi, Kürtler’in dili gibi en temel insan hakları konusunda birbirine cehennemi yaşatan sen değil misin?
Sen değil misin yıllarca ezildim deyip, iktidara gelince en kısa zamanda en zalime dönüşen…
Yahudiler’e kendilerini seçilmiş kavim gördükleri için kızıp, kendini Tanrı’nın seçilmiş kavmı gibi görüp her türlü hırsızlığını, yolsuzluğunu, talanınını kutsal örtülerle kaplayan sen değil misin?
Sen değil misin geldiği noktada artık kendisini ne suç işlerse işlesin kutsal günahsız ilan eden?
Kurbanla Cellatın sürekli yer değiştirdiği,
Firavun’u yenenin Musa değil,
Yeni Firavun olduğu,
Kitaba uyanların değil kitabına uyduranların
Coğrafyasıdır sırrı muamma Ortadoğu(m)…
(https://suyunrengi.wordpress.com/2014/11/23/ortadogululardan-nicin-nefret-ediyorum-uzerine-2-bolum/)
Daha yeni Daha eski