Türkiye’de 2003 yılından bu yana, 18 Mart, “şehitler günü” olarak anılıyor. Bu yüzden Mart ayı geldiği zaman Milli Eğitim başta olmak ...
Türkiye’de 2003 yılından bu yana, 18 Mart, “şehitler
günü” olarak anılıyor. Bu yüzden Mart ayı geldiği zaman Milli Eğitim başta
olmak üzere burjuva ideolojisini üfüren tüm borazanlar benzer hamaset seslerini
yüksek perdeden çıkarmaya başlıyorlar. “Şehitler” üzerinden ahlâksızca
pompalanan kahramanlık edebiyatı ile emekçileri kapitalistlerin çıkarları
uğruna savaşıp canını vermeye hazırlıyor, esasen burjuvaların egemenliğini
sürdürmek dışında bir şeye hizmet etmeyen “vatan”, “millet”, “bayrak” gibi
kavramları yüceltiyorlar.
Devlet bu anma gününü o dönemin ihtiyaçları çerçevesinde,
esas olarak Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaş sırasında çok sayıda
askerin yaşamını yitirmesinin toplumda yol açtığı üzüntüyü ve öfkeyi milliyetçi
kanallara yöneltmek için “icat” etmişti. Ancak seçilen gün Çanakkale deniz
muharebelerinin yapıldığı tarih olduğu için dönemsel ihtiyaçların çok ötesinde
bir ideolojik işlev görüyor. Çünkü Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının
önemli cephelerinden biri olan Çanakkale üzerinden üretilen efsaneler,
uluslaşma sürecinin en önemli ideolojik harçlarından biri. Bu yüzden her biri
olayı farklı bakış açılarıyla ele alsalar da, Türkiye egemen sınıfının bütün
kesimleri için Çanakkale muharebeleri önemli bir propaganda konusu oluyor.
Burjuvazi önemli çarpıtmalar ve yalanlarla birlikte mevcut ulus-devletin
ideolojik harcını bu muharebeler üzerine ürettiği efsanelerle karıyor.
Meselâ, anma günü vesilesiyle burjuva cenah tarafından
üretilen ve neredeyse birbirinin aynısı olan propaganda metinlerin birinde,
dönem tarihsel gerçekler çarpıtılarak ve tuhaf akıl yürütmelerle birlikte şöyle
anlatılıyor: “Çanakkale Boğazı’nı denizden aşıp İstanbul’a giremeyen İtilaf
Devletleri, 25 Nisan 1915’ten başlayarak 8-9 Ocak 1916’ya kadar süren Çanakkale
kara savaşlarında Mustafa Kemal tarafından durdurulamasaydı, Birinci Dünya
Savaşında Çarlık Rusyası en kısa yoldan müttefiklerinin yardımlarına kavuşacağı
için yıkılmayacak, muhtemelen Ekim 1917 Bolşevik İhtilali de olmayabilecekti.
Bu durumda Almanya’nın yenilgisi hızlanacak ve 1. Dünya Savaşı belki de 1915’te
sona erecekti. Çanakkale Zaferi harbin 4 yıl sürmesine, üç imparatorluğun
(Osmanlı, Çarlık ve Avusturya/Macaristan İmparatorlukları) tarih sahnesinden
silinmesine neden olmuştur. Gelibolu Yarımadası’nda düşmana kesin darbeler
vurarak onları yenilgiye uğratan Albay Mustafa Kemal’in Anafartalar tepesinde
yaktığı zafer meşalesi, Kurtuluş savaşımızın da yolunu aydınlatmıştır.”
Napolyon “tarih, üzerinde uzlaşılmış bir yalanlar
silsilesidir” derken herhalde tam da bunu kastediyordu. Mustafa Kemal’i önemli
hale getirmek için söylenen ve sanki onu ordunun savaşı yöneten komutanıymış
gibi gösteren açık tahrifatlar ya da Bolşevik İhtilalinin mahiyetinden bihaber
bir yorumla yapılan böylesi tuhaf akıl yürütmelerin elle tutulur bir tarafı yok
elbette. Ancak bunlardan oluşan yalanlar silsilesi üzerinde TC egemenlerinin
uzlaştığı ve toplumu bu düşüncelerle eğittiği de açık. Bu nedenle bugün pek çok
insanın kafasında bu muharebeler “milli mücadelenin” bir parçası ve tabii ki milli
gururun en kıymetli unsurlarından biri. Oysa emperyalist paylaşım savaşının bir
tarafı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Alman kurmayların yönetiminde girdiği ve
halkın çok büyük kayıp ve yıkımla çıktığı muharebeler sonucu elde edilen bu
“zafer” ne Mustafa Kemal’in eseriydi, ne “vatan savunusu” uğruna verilmiş bir
savaşın sonucuydu[1], ne de Bolşevik Devrimine o yol açmıştı.
Tarihsel gerçekleri burjuvaların bizlere anlattığı
hikâyeler üzerinden kavrayamayız. Çanakkale muharebelerini de bu yüzden sınıf
bakışıyla değerlendirmek lazım.
Yalanlar, gerçekler!
Çanakkale muharebeleri ile ilgili yapılan resmi
yorumların çoğunda bu muharebelerin Anadolu’yu bölmek, parçalamak ve paylaşmak
için gelen saldırgan İngiliz emperyalizmine karşı Anadolu insanının vatanını korumak
amacıyla verdiği soylu ve büyük bir direniş olduğu ana temasına rastlarız.
Hatta Çanakkale Savaşını tarihin gördüğü en büyük anti-emperyalist savaşlardan
biri olarak ifade edenler bile vardır. Oysa Çanakkale iki büyük emperyalist
ittifakın birbirlerine karşı yürüttüğü büyük bir savaşın cephelerinden
birisidir ve bu emperyalist savaşın bütün cephelerinde emperyalistlerin
çıkarları için halklar birbirlerine boğazlatılmıştır.
Osmanlı imparatorluğu da Almanya ve Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu ile birlikte hem bu savaşın öncesinde kaybettiği toprakları geri
almak hem de ekonomik ve siyasal olarak daha güçlü bir pozisyon elde etmek için
bu savaşa üstelik büyük bir hevesle girmiştir. Tıpkı Çanakkale’de olduğu gibi
Kafkasya, Sina ve Filistin, Irak, Hicaz-Yemen, İran, Galiçya ve Balkan
cephelerinde de, İngiltere, Rusya ve Fransa’ya karşı ittifak halinde olduğu
emperyalist güçlerle birlikte kendi emperyal amaçları için savaşmıştır.
Bu dönemde ve öncesinde Osmanlı’nın emperyal gücünün
giderek zayıflaması ve Alman emperyalizminin onun üzerindeki etkisinin büyümesi
ya da topraklarının diğer emperyalist devletlerin paylaşım hesaplarına konu
olması, Osmanlı’yı, işgal girişimine karşı haklı savaş yürüten bir mazlum
durumuna düşürmez. Ne var ki, emperyal emellerle girilen bir savaşta saldırı
altında olmayı, kendi topraklarında savaşmak durumunda kalmayı anti-emperyalist
mücadele olarak adlandırmanın abesliği ortada olmasına rağmen, Osmanlı’ya dair
bu türden safsatalar kafa bulandırmak için her dönemde çokça kullanıldı. Oysa
Osmanlı savunma pozisyonunda değil, önce Karadeniz’deki Rus limanlarının
bombalanması, ardından Sarıkamış harekâtı ve Mısır’da “Birinci Kanal Harekâtı”
gibi saldırgan ama başarısız harekâtlarla girmişti savaşa. Osmanlı saldırı
gücünün kalmamasının ardından savunma durumuna mahkûm olmuştu.
Üstelik bir savaşın niteliğini o savaşın hangi ülkenin
topraklarında yürütüldüğü belirlemez. Yüz binlerce emekçiyi savaş cephelerine
sürmek için egemen güçlerin söyledikleri “vatan savunması” yalanının etkili
olmuş olması da gerçekleri değiştirmez. Çünkü aynı paylaşım hesaplarının içinde
Osmanlı da vardı ve savaşı kazanan tarafta yer alsa o da kendine reva
görülenlerin aynısını diğerlerine karşı hayata geçirecek; onları bölecek,
yıkacak, hegemonyası altına alacaktı. O da diğerleri gibi bu hesaplarla savaşa
girmiş, milyonlar canını bu emeller için yitirmişti.
10 milyondan fazla insanın katledildiği Birinci
Emperyalist Paylaşım Savaşında Osmanlı ordularının kaybı 325 bin kişiden
fazlaydı. 3 Kasım 1914 tarihinde açılıp 9 Ocak 1916 tarihinde sona erdirilen
Çanakkale cephesinde de Genelkurmay Başkanlığı’nın verilerine göre Osmanlı
ordusunun kaybı, yaklaşık 20 bini hastalıktan olmak üzere 77 bin ölü ve 100 bin
yaralıydı. Aynı kaynak İngilizlerin komutası altındaki ordunun Çanakkale’deki
ölü sayısını 43 bin, yaralı sayısını ise 72 bin civarında vermektedir. Bütün bu
ölümler, kayıplar, yaralanmalar emperyalistlerin kavgası için cepheye sürülen
emekçilerin payına düşenlerdi. Onları cephelere sürenlere ve tereddütsüz
“ölmelerini emreden”lere ise kahraman deniyordu!
Üstelik bunca insan ölmüş olmasına rağmen, sanki
ölenlerin sayısı yetersizmiş gibi, onlar üzerinden bugün yükseltilen hamasi
söylemlerde bu sayı fazlasıyla abartılıyor. Ölen insan sayısı arttığında
“zafer”in daha değerli olacağı kanaatindeki zevatın ağzından 500 binler, 600
binler bir çırpıda çıkıveriyor. En usturupluları bile 200-250 bin “şehit”ten
bahsediyor. Oysa Genelkurmay’ın verileri “Çanakkale’de 250 bin şehit verdik”
diyenleri bile çürütüyor. Bu verilere göre Çanakkale muharebeleri sırasında
“57.263 şehit, 97.874 yaralı, 11.178 kayıp, 7084 hava değişimi, 20.297 hastalık
sonucu ölüm, 14 bin hastaneye götürülen olmak üzere 207.696 zayiat” var. Söz
konusu efsaneyi üretenler, Genelkurmay açıklamasındaki “zayiat” ibaresini
“toplam ölü sayısı” gibi yansıtıyorlar. Onların zihniyetine göre böylece
kahramanlık düzeyi de artmış oluyor.
Çanakkale muharebelerinden bahseden bugünkü propaganda
metinlerinde sıklıkla rastladığımız çarpıtmaların bir bölümü de Mustafa Kemal
ile ilgili olanlardır. Bu metinlerin anlatısına kapılacak olursanız, Çanakkale
muharebelerinin komutanının Mustafa Kemal olduğuna rahatlıkla inanabilirsiniz.
Oysa Çanakkale’de kurulan 5. Ordunun komutanlığını Alman Mareşal Liman von
Sanders yapmıştır. Çanakkale muharebelerine katılan 500 Alman askerinin 150’si
kurmay heyetindendir ve ordunun komutanlarıdır. Yani 5. Ordunun önemli komuta
kademelerinde genelde bu Alman subaylar bulunmaktadır. Mustafa Kemal ise
sonradan yarbay rütbesi ile katıldığı bu cephenin ikinci derecede önemli
onlarca kurmayından sadece biridir. Tümeninin gösterdiği askeri başarılar
sayesinde kendi ölçeğinde dikkat çekmiş, rütbesi yükselmiştir. Ancak
muharebeler sırasında bu boyutları aşan bir pozisyonu asla olmamıştır.
Anafartalar’daki muharebeden bir süre sonra rapor alarak cepheden ayrılmıştır
zaten.
Anlaşıldığı üzere Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi
tarih anlayışı Çanakkale muharebelerini ve Mustafa Kemal’in buradaki rolünü
çarpıtarak çok öne çıkarır. “Anti-emperyalizm”, “anayurdun savunulması” gibi
gerçeklerle bağdaşmayan söylemlerin eşliğinde bir de Mustafa Kemal adında
muzaffer bir komutan yaratılır. Peki, neden buna ihtiyaç duyuyor egemen sınıf?
Çünkü burjuvazi, ulus-devlet ideolojisinin üzerinde yükseleceği, ulusun
birliğinin delili olan yedi düvele karşı verilmiş topyekûn bir mücadele
efsanesine ve bunu yürüten bir “kurucu baba” figürü türünden mitlere ihtiyaç
duyar. Bu yalanlara inandırdığı emekçilerin zihninde, ortak çıkarlara sahip
oldukları bir sınıfın değil, bir ulusun parçası oldukları yanılsamasını
yaratır. Egemenliğini de ancak bu yanılsamayı tekrar tekrar üreterek
sürdürebilir. Oysa görüldüğü gibi bunlar egemenlerin yazdığı tarihin ürünü
safsatalardır. Tarihsel gerçeklerle hiçbir biçimde bağdaşmaz.
Bir de bu dönemi değerlendiren çoğu burjuva ideolog
tarafından, Osmanlı’nın bu savaşa hırsının esiri olmuş üst düzey birkaç
yöneticinin basiretsizliği neticesinde bir oldubitti ile katıldığı söylenir ki,
bunun da gerçeklerle hiçbir alâkası yoktur. Emperyalist yeniden paylaşım sürecinden
pay kapma umuduyla ve emperyalist bağımlılık ilişkilerinin kaçınılamayacak
neticeleriyle Osmanlı egemenleri bu savaşa girmeyi kendi çıkarları açısından
uygun görmüşler ve savaşa Rusya’ya karşı düzenledikleri bir saldırı sonucu
kendi inisiyatifleri ile girmişlerdir. Üstelik İngiltere ve Fransa’nın
Osmanlı’nın savaşa girmemesi için yürüttükleri yoğun diplomatik çabalara rağmen
bu durum gerçekleşmiştir.
Daha sonraki yıllarda devletin resmi ideologları
tarafından bu savaşa girilmesine karşı çıktığı söylenen Mustafa Kemal de dâhil
olmak üzere hâkim sınıfın çok sayıdaki temsilcisi Osmanlı’nın dünya savaşına
girmesine taraf olmuşlardır. Nitekim Mustafa Kemal 29 Şubat 1920 tarihinde
İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerinden Talat Paşa’ya yazdığı mektupta şöyle demektedir:
“Ben, müdafaa ettiğim prensipler arasında Harbi Umumi’ye
girmenin zaruri olduğunu ve harbe girdikten sonra Alman grubuna dâhil
bulunmanın yine zaruri olduğunu ve bundan dolayı harp mesulü aramak mantıksız
olduğunu, genel olarak Kanuni Esasi hükümlerine aykırı hareket edilmiş ise, bu
şekilde hareket eden kabineleri meydana çıkarmak ve haklarında kanuni hükümleri
tatbik etmek için Mütareke’den evvel, Balkan Harbi’nden ve Mütareke’den bugüne
kadar, iktidar mevkiine geçen kabineleri nazarı dikkate almak lazım geleceğini
ifade ediyorum. İşbu görüşlerimi benden Harbi Umumi’yi ilan eden kabine ve
Harbi Umumi’ye girme ve Alman taraftarlığı aleyhinde resmen beyanatta bulunmamı
talep etmiş olan hükümete karşı resmen, görüşlerimi, sebeplerini söyleyerek müdafaa
ettim. Yabancılarla dahi münasebetlerimde aynı görüşlerin müdafaasını lüzumlu
gördüm.”[2]
Yani eldeki sömürgelerin korunması, emperyalist talandan
pay alma ve imparatorluğu yeniden canlandırma hususlarında ortaklaşa bir hevese
sahip olan Mustafa Kemal de dâhil olmak üzere egemen sınıfın önde gelen
temsilcilerinin pek çoğu bu savaşa katılmakta hemfikirdiler. Ama onların
savaşında Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Arnavut, Yahudi ve Ermeni askerler; Yeni
Zelanda, Avustralya ve diğer İngiliz sömürgelerinden gelen askerlerle birlikte
kırılmışlardır. Daha önceki savaşların yarattığı tahribatın üzerine, Anadolu’da
etkileri uzun yıllar sürecek bir yıkımın etkilerini tüm halklar birlikte
yaşamışlardır.
Ancak dünyanın pek çok bölgesinde yürüyen haksız
savaşlarda görülen tablo Çanakkale muharebelerinde de eksik olmamıştır.
Birbirine 8-10 metre yakınlıktaki siperlerde günlerce, aylarca yan yana yaşayan
askerler, soyut bir düşmanla değil, kendileri ile aynı kaderi paylaşan gerçek
insanlarla savaştıklarının farkına varmışlardır. Nitekim kendi siperinden
yanlışlıkla düşman siperine geçeni, usulca geri döndürmek, savaşırken
birbirlerine el sallamak, ıskalamalarda ıslıklamak, birbirlerine yiyecek,
sigara atmalar, bayram, Noel kutlamaları, futbol maçları yapmalar, düşman
yaralılarını tedavi etmek, ölüleri birlikte gömmek bu savaşın olağan
sahnelerindendir.[3]
Emperyalist savaşın zorbalığını, haksızlığını ve
emekçiler nezdindeki karşılıksızlığını kavramaya başlayan askerlerin pek çok
kez başka yerlerde gösterdikleri türden davranışlar Çanakkale’de de
yaşanmıştır: “… karşımızdaki Türk siperlerinden silahın ucuna takılmış beyaz
bir mendil yukarı kaldırılarak sallandı. Her taraf sessizliğe gömülmüştü. Her
iki tarafın da askerleri silahlarını doğrultmuş, dikkatle mendili takip
ediyorlardı. Siperin içinden iri yapılı bir er çıktı. Ucuna mendil bağladığı
silahını yere attı. İki kolunu açtı. Sonra kendine güvenen tavırlarıyla yavaş
yavaş yaralı yüzbaşımıza doğru yürümeye başladı. Karşı tarafla, çevresiyle,
hiçkimseyle ilgilenmiyor, herkes donmuş kalmış, cesur Türk askerini hayranlıkla
seyrediyordu. Şaşkınlıktan kurtulan İngiliz askerleri ona nişan almaya
çalışıyorlardı. O ise hiçbir şeye aldırmadan yüzbaşının yanına geldi. Nazik ve
yumuşak hareketlerle yaralının kıyafetini düzeltti. Onu yerden kaldırdı.
Omuzlayarak yavaş yavaş bizim siperlere doğru yöneldi. Siperlerimizin hemen
önüne yüzbaşıyı nazikçe yatırdı. Sonra arkasını döndü. Yine kendinden emin
adımlarla siperlerine doğru yürüdü. Hepimiz donmuştuk. Hayrete düşmüştük.
Sonradan her iki tarafın siperlerinden alkışlar ve ıslıklar yükseldi.”[4]
İşçiler egemenlerin hamasetine prim vermemelidir!
Emperyalist paylaşım savaşında egemen sınıfların emekçi
sınıftan insanları ve ezilen halkları heder ettikleri yer sadece Çanakkale
cephesi olmamıştır. Çanakkale’de henüz büyük muharebeler yapılmamışken, 1914
yılının Aralık ayında, Sarıkamış’ta Rus ordusunu gafil avlamak isteyen Enver
Paşa, Genelkurmay’ın kaynaklarına göre 60.000 zayiat verilmesine yol açacak bir
harekâta girişmiştir. Ölen askerlerin çok büyük çoğunluğu soğuk hava koşulları
yüzünden yaşamını yitirmiş, büyük bir trajedi yaşanmıştır. Askeri açıdan
muazzam bir öngörüsüzlüğün bedelini her zaman olduğu gibi emekçi sınıflardan
gelenler ödemiştir. Enver ve egemen sınıf ise hesap vermek şöyle dursun
Sarıkamış hakkında herhangi bir yayının bile yapılmasını önleyerek uzun yıllar
boyunca halkın olan biteni öğrenmesinin önüne geçmişlerdir.
Çanakkale muharebelerinin yaşandığı dönemde gerçekleşen
Ermeni halkına karşı uygulanan soykırım ise bir başka büyük trajedidir.
Uluslaşma hareketleri İngiltere ve Rusya tarafından destek gören Ermeni halkı,
Almanya’nın da verdiği büyük destekle Osmanlı İmparatorluğu tarafından kırıma
uğratılmış, kadim halklarından biri olduğu Anadolu’dan sökülüp atılmıştır. Öyle
ki, 1915’ten önce 1,5 milyon civarında olan Ermeni nüfusunun yüzde 60’ı bu
kırımla yok edilmiştir.
Yani emperyalist savaşın getirdiği koşullar dört bir
tarafta emekçilerin ve ezilen halkların kırılmasına yol açmıştır. Çanakkale’de
olan biten, o dönemde orada yaşananları bütünleyen diğer tarihsel gerçeklerle
birlikte bakıldığında, burjuvazinin hamaset dolu bütün söylemlerinin aksine,
emekçi halk için kandan, acıdan ve gözyaşından başka bir şey ifade etmez.
Mustafa Kemal’in kahramanlıkları, Cumhuriyet’in temellerinin atılması,
anti-emperyalizm ve anayurdun savunulması gibi mitlerin gerçeklerle örtüşen
hiçbir tarafı yoktur. Bunlar bütünüyle “Çanakkale Zaferi” denilen mitle
oluşturulan resmi tarih ve ideolojinin ürünüdür.
Burjuvazi ve ideologları bütün bu hamaset söylemini bu
saçmalıklara inandıkları için yükseltmiyorlar tabii ki. Onlar işçilerin sınıf
bilincinden yoksun kalması için bu gürültüyü çıkarıyorlar. Çünkü işçiler
onların bu milliyetçi söylemleriyle zehirlenmezlerse onlar tarafından
yönetilmeye razı gelmezler. Haksız savaşların meydanlarında canlarını vermeye,
kendisi ile aynı kaderi yaşayanlarla sırf başka uluslardan oldukları için
boğazlaşmaya kalkışmazlar. Bu yüzden işçiler burjuvaların hamaset yüklü
nutuklarının hiçbir versiyonuna prim vermemelidir.
Birinci ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşları dünya
işçi sınıfına büyük yıkımlar yaşatmıştır. Ama ne yazık ki, emperyalist savaşlar
ve yarattıkları yıkımlar tarihin tozlu sayfaları arasında kalmamıştır. İşçiler,
emekçiler bugün de emperyalist savaşların yangınında kavrulup yanmaktadır.
Üstelik hemen yanı başımızda, Irak ve Suriye’de en korkunç cepheleri bulunan bu
savaşın yangını giderek yayılma eğilimindedir. Emperyalist ve haksız savaşlar
kapitalizm ayakta kaldığı sürece işçi ve emekçilere korkunç acılar yaşatmaya,
onları felâkete sürüklemeye devam edecektir. Bu yüzden işçi sınıfının
kapitalistlerin haksız savaşlarına yanıtı geçmişin dersleri temelinde net
olmalıdır. İşçi sınıfı, sömürücü, yağmacı, katliamcı egemenlere, sınıf savaşını
güçlü biçimde örgütleyerek yanıt vermelidir.
------------------------------------------------------
[1] Yalnızca haklı savaşların “savunma” savaşları olarak
nitelendirilebileceği gerçeğini dile getiren Lenin şunları söylüyordu:
“«Savunma» savaşı sözü ile sosyalistler, her zaman bu anlamda haklı bir savaşı
kastetmişlerdir. Sosyalistler, yalnızca bu anlamda, «anayurdun savunulması
için» verilen savaşlara ya da «savunma» savaşlarına, meşru, ilerici ve haklı
savaşlar gözü ile bakmışlardır ve bakmaktadırlar. (…) Ama şöyle bir durumu
gözünüzün önüne getirin: 100 kölesi olan bir köle sahibi, kölelerin daha «adil»
bir dağılımı için 200 kölesi olan bir köle sahibine karşı savaşa girişiyor.
Açıktır ki, bu durumda, «savunma» savaşı ya da «anayurdun savunulması için»
savaş deyimlerinin kullanılması, tarihsel bakımdan yanlış, ve uygulamada,
halkın, işin inceliğini aramayan ve bilisiz kimselerin, kurnaz köle
sahiplerince aldatılması olur. İşte bugünkü emperyalist burjuvazi, köleliği
sağlamlaştırmak ve güçlendirmek için köle sahipleri arasındaki savaşı, «ulusal»
ideoloji ve «anayurdun savunulması» gibi sözlerle halka yutturmak
istemektedir.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay., 5. baskı, s.13-14)
[2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, c.6,
s.411
[3] Ayşe Hür, “Çanakkale Savaşı: Efsaneler ve Gerçekler”,
Taraf, 16 Mart 2008
[4] Ayşe Hür, agm
SELİM FIRAT - http://marksist.net/selim-fuat/canakkale-muharebelerine-dair-yalanlar-ve-gercekler.htm